Bilim Tehlikede

Aşağıdaki metin, Pierre Bourdieu’nün 2000-2001 döneminde Collège de France’ta verdiği, Science de la science et réfléxivité başlığıyla yayınlanan derslere yazdığı Önsöz’den alınmıştır. Kaynak: Science of Science and Reflexivity, çev. Richard Nice (University of Chicago Press, 2004).

 

Pierre Bourdieu, 1930-2002

 

Collège de France’taki bu son dersimi neden bilim konusuna ayırmayı tercih ettim? Ve neden, tüm eksiklerine ve kusurlarına rağmen, bu ders notlarını yayınlıyorum? Retorik bir soru değil bu, bana öyle geliyor ki her halükârda retorik bir cevabı hak etmeyecek kadar da ciddi bir soru. Bence bilim dünyası çok vahim bir gerilemenin tehdidi altında. Bilimin zaman içinde dinî, siyasi, hatta ekonomik güçler karşısında, ve bağımsızlığı için gereken asgari koşulları temin etmiş olan devlet bürokrasileri karşısında –en azından kısmen– kazandığı özerkliği ciddi ölçüde zayıfladı. Bilimin özerkliğini ortaya koyduğu andan itibaren yerleşmiş olan, denkler arası rekabet mantığı gibi toplumsal mekanizmalar, dışardan dayatılan amaçlara tâbi olma tehlikesi içinde; ekonomik çıkarlara ve medyanın baştan çıkarmalarına teslimiyet, dışardan eleştirilerle ve içerden karalamalarla birleşerek (ki son örneklerini ‘postmodern’ hezeyanlarda görüyoruz), başta sosyal bilim olmak üzere bilime duyulan güvenin altını oyuyor. Ezcümle, bilim tehlikede, ve tam da bu nedenle tehlikeli hale geliyor.     

Ekonomik baskıların her geçen gün daha da şiddetlendiği aşikâr – özellikle büyük kâr getiren araştırma ürünlerinin söz konusu olduğu tıpta, (bilhassa tarımda uygulanan) biyoteknoloji gibi alanlarda, genel olarak da genetikte; askerî araştırmalardan söz etmiyorum bile. Araştırma yapan birçok bilim insanı veya ekip, ticari açıdan büyük kâr getiren ürünler üzerinde patentler aracılığıyla tekel oluşturmak isteyen büyük endüstriyel şirketlerin kontrolüne giriyor; üniversite laboratuvarlarında yürütülen temel araştırmalar ile uygulamalı araştırmalar arasındaki, nicedir bulanıklaşmış sınırlar tamamen ortadan kalkmaya yüz tuttu. Bizzat araştırmalarının mantığından kaynaklanan program dışında hiçbir programı olmayan ve çalışmaları için gereken asgari kaynağı elde etmek için ‘ticari’ taleplere olabilecek en asgari tavizleri vermeyi bilen, çıkar gözetmeyen bilim insanları, en azından bazı alanlarda, zamanla marjinal konuma itilme riski altındalar: Kamu desteğinin yetersizliği yüzünden, üstüne üstlük alan içinde kabul görmüş kişiler oldukları halde, kâr buyruğuna uyan talepler doğrultusunda çalışma yürüten yarı-endüstriyel ekiplerin kollanması sonucu alandan dışlanabiliyorlar. Endüstri ile araştırma alanları artık o kadar iç içe geçmiş durumda ki, araştırmacılar ile ticari çıkar sahipleri arasında çatışma yaşanmayan tek bir gün geçmiyor (mesela geçen senenin sonunda, AIDS virüsüne karşı bağışıklığı artıracak bir aşı üretmesiyle tanınan Kaliforniya’daki bir şirket, aşının etkisiz olduğunu gösteren bilimsel bir makalenin yayınlanmasını engellemeye çalıştı). Daha önce fizik alanında gördüğümüz üzere, en has araştırmacıları bile çalışmalarının sonuçlarının hizmet edeceği ekonomik, siyasi veya toplumsal kullanımları göz ardı etmeye iten rekabet mantığı, şirketlerin çıkarlarına mecburi veya gönüllü teslimiyetle el ele vererek, tüm araştırma alanlarını yaderkliğe [heteronomy] sevk edebilir; böyle bir ihtimalden endişe etmeye yetecek kadar çok gerekçemiz var.

Sosyal bilimlere gelince, bunların doğrudan kullanıma hizmet edecek konumda olmamasından, yani doğrudan satılabilir ürünler üretmemesinden hareketle, dışardan taleplere boyun eğmeye o kadar yatkın olmadıkları zannedilebilir. Oysa gerçekte sosyal bilimciler, özellikle de sosyologlar, alan dışındaki güçlerin muazzam ayartmalarıyla karşı karşıya kalırlar; bunların araştırmacı açısından pozitif sonuçları da olabilir (hatta çoğunlukla, sırf araştırmalarında kimi hususları atlayarak bile olsa –ki bunun için bilimsel yetersizlik kâfidir– hâkim görüşe hizmet etmeyi seçenlere maddi veya sembolik kâr getirirler); veya, sırf mesleklerini icra etmekle toplumsal dünyanın hakikatinin bir nebze gün yüzüne çıkmasına katkıda bulunanlar açısından negatif, tehlikeli, hatta bazen yıkıcı sonuçları da olabilir.

Bu nedenle bilimi tarihsel ve sosyolojik bir analize tâbi tutmanın bilhassa gerekli olduğunu düşündüm; ama bu analiz girişiminin amacı, bilimsel bilgiyi tarihsel koşullarına, dolayısıyla tarihin belirli bir dönemine ait şartlara indirgeyerek görelileştirmek değil kesinlikle. Tam tersine, bilimle uğraşanların, pratiklerini yönlendiren toplumsal mekanizmaları daha iyi kavramalarını sağlamak istiyorum ki (Descartes’ın hedeflediği gibi) “doğanın efendileri ve sahipleri” olmakla kalmayıp, kuşkusuz en az onun kadar zor bir şeyi, yani doğaya ilişkin bilginin üretildiği toplumsal dünyaya vâkıf olmayı da başarabilsinler.

Bourdieu / Collège de France dersleri