Kuşku yok ki modernizm Baudelaire’le başlar; onunla, mevcut düzene ve geleneğe başkaldırı olarak anlaşılır.
Arnold Hauser
Sanata Adanmışlık ve Ölüm
“Chateaubriand, Balzac, Stendhal, Mérimée, Alfred de Vigny, Flaubert, Banville, Gautier, Lecomte de Lisle dışında bütün çağdaş zibidiler iğrenç geliyor bana. Akademi üyeleriniz iğrenç, liberalleriniz iğrenç, erdem iğrenç, kötülük iğrenç. Akıcı üslup iğrenç. Gelişme iğrenç...”[1] Ama ne çare ki Baudelaire’in şiiri de bu iğrençliğin ürediği çevrelere seslenir, sonunda onlara mahkûm olur; ayrıca aynı iğrençlikten beslenir. Üstelik kendisi de, “en övülesi çabalara karşın, çağdaşlarının hoşuna gitme isteğine direnmeyi” başaramaz.[2] Dolayısıyla kendisinin de ötekiler kadar ‘fahişelik’ yaptığını itiraf eder. Hayatını paylaştığı, şiirlerindeki kardeşleri yosmalar gibi o da mecburen piyasaya düşer. Onuru ayaklar altındadır. Derin bir azap çeker. Sartre’a göre Baudelaire acı çekmeyi seçmiştir; sürekli mutsuzdur; kendini mutlu saymak onun gözünde alçalmaktır. “Baudelaire için acı çekmek, bir şokun ardından gelen şiddetli bir tepki değil, tersine hiçbir şeyin azaltıp yükseltemeyeceği, sürekli bir durumdur ... Acı, insanlık durumunun bilincine varış gibi görünmektedir ... İnsan hoşnut olmadığı için acı çekmektedir ... ‘Çağdaş duygulu adam’ şu ya da bu özel neden için değil, genel olarak, yeryüzünde hiçbir şey isteklerini doyuramayacağı için acı çekmektedir.”[3] Baudelaire acının soyluluk olduğunu söyler. Acı, soyluluğun olduğu kadar yaratıcılığın da gereğidir: “İçten gelen her şiirin kaynağı melankolidir.”[4] “Bütün sanatçılar acı çeker ve bu acı sanatçıların güzellik ve adalet duyguları geliştiği ölçüde büyür”. Ona göre Wagner’in dehası ve “devrimci görüşleri” ancak onun “acı çekme kapasitesi”yle açıklanabilir. Değil mi ki Wagner, yeni bir şey keşfedebilmek için hiçbir şeyden tatmin olmama yönünde, daha doğuştan var olan bir doyumsuzluğu şart koşmuştur, o halde, “hayatın çelişkilerinden acı biçmek herkesten çok onun kaderidir.”[5]
Usanç, yılgınlık, bıkkınlık, bedbinlik, bezginlik, sıkıntı, çöküntü, yıkım... veya spleen: Hayatın biteviyeliğine katlanma yorgunluğunun, zorunluluğunun yol açtığı, modern zamanın illetleri... “Dünyanın tiranları...”[6] Varoluşun dayanılmazlığı, hayatın çekilmezliği ... Yeninin iflası... Benjamin’in sözleriyle, “aynı şeyin hep tekrar edip durmasından çok, ‘yepyeni’ olanda da dünyanın çehresinin hiç değişmemesi; ‘yepyeni’ dediğimizin de her bakımdan aynı kalması. Modern zamanı bitmez tükenmez cehenneme çeviren, bu.”[7] Baudelaire bu cehennemi hem sonuna kadar yaşıyor, keşfediyor, hem de aşmaya azmediyor. “Kahramanca hep aynı olandan ‘yeni’yi sökmeye” girişiyor.[8] Kendi kendine yabancılaşmış insanoğlunun hiç sakınmadan üstüne üstüne giden, bir yandan da onu şeyleşmiş dünyaya karşı donatan, ilk o.[9] ‘Sıkıntı’yı edebiyata sunan da o.[10] Flaubert ona “var olmanın sıkıntısını ne kadar iyi anladığını” yazıyor.[11]
Baudelaire şiirinin bildirdiği, sanatın hayata üstün gelebileceği, imgelemin sınırlarını kaldırabileceği, tekrarın önünü alabileceği, zamanın çilesini durdurabileceğidir - düş gibi, oyun gibi, sarhoşluk gibi, Şark’ın hayal âlemi gibi... “Kahramanca Bir Ölüm” şiirindeki soytarı, son oyununda “cehennemin dehşetini en iyi sanatın perdelediğini kanıtlar”; izleyenleri, ölüm gibi, “hayattan siler.”[12]
Metropolde barınabilmek Baudelaire’in gözünde bir gladyatörün mücadelesi kadar kahramancadır. Var olmanın, korunmanın çok ötesinde düşmanca bir çevreye karşı sürekli dövüşmeyi gerektirir. “İnsan yığınları tehdit eder ... Elbette insanın işe ihtiyacı vardır, ama başka ihtiyaçları da vardır ... intihar da bunlar arasındadır; hem benliğine, hem de onu yoğuran topluma sinmiş olan intihar, kendini koruma güdüsünden daha da güçlüdür.” Baudelaire’in fark ettiği tam da budur Benjamin’e göre: “Modernleşme üzerine ilk notlarını tuttuğu 1845 sıralarında, çalışanlar arasında intihar artık tanıdık bir fikirdir ... Yorgun düşen kimileri intihara sığınabilir... Ancak bu bir teslimiyet değil, kahramanca bir tutkudur. Aslında tutkular âlemine modernizmin kattığı tam da budur: Passion particuliére de la vie moderne...”[13]
Bu modern tutku, ‘feda-yı nefs’ duygusu, o zamanlardan başlayarak, birçok sanat-edebiyat ehlinin sanatları kadar hayatlarını da karartır, kimilerini de kurban eder. Onlarsız modernizm düşünülemez: Van Gogh, Mayakovski, Yesenin, Alfred Jarry, Jacques Rigaut, Jacques Vaché, René Crevel, Dylan Thomas, Virginia Woolf, Hemingway, Arshile Gorky, Mark Rothko, Jackson Pollock... Baudelaire sanatçının ölümü seçtiğini düşünür; intihar onun hakkıdır. Poe örneğin, alkolün verdiği sarhoşlukla hem sanatını, hem ölümünü kurmuştur: “Poe’nun sarhoşluğunun ... bir çalışma yöntemi olduğuna inanıyorum, tutkulu doğasına son derecede yatkın enerjik ve ölümcül bir yöntem ... Bugün ondan aldığımız hazzın kaynağı bir parça da onu öldüren bu sarhoşluktur.”[14] Dostu Nerval’in intiharını duyduğu zaman Baudelaire’in tepkisi, onun “hasta, deli” falan olmadığını haykırmak olur. İtirazı başkadır: “Niçin o rezil sokakta, boynunu saran o paçavrayı seçti? İncelikli, tat veren zehirler var, onları kullandınız mı ölüm sevinçle başlıyor, en azından düş görerek...”[15] Van Gogh gibi, ruh doktorlarının elinde çok çekmiş olan Antonin Artaud için de, öyle “bilinçler vardır ki, kimi günler, basit bir çelişki yüzünden kendilerini öldürebilirler ve onun için de deli olmaları gerekmez.” Aslında sanatçı için bu çelişki hep oradadır: Onun kehanetinden, kurumlara karşı saldırılarından, duyarlıklarından, ifşaatından sakınan “çürümüş toplum”. Onun için “bir gün Van Gogh’u katledenler olmuştur, Gérard de Nerval’i, Baudelaire’i, Edgar Poe’yu ve Lautréamont’u katledenler olduğu gibi”.[16]
Baudelaire 1845’te bir gün kendini göğsünden bıçaklar. “Uyuma bıkkınlığı, uyanma bıkkınlığı dayanılmaz hale geldiği için öldürüyorum kendimi; başkalarına yararsız, kendime tehlikeli olduğum için öldürüyorum.”[17] Yarası çabuk geçer, ancak 1861’de annesine yazdığı gibi, “hep intiharın eşiğinde”dir: “Saygınlık denince benim durumum içler acısı, en büyük felaket de burada ... Düşünemeyeceğin aşağılamalar, sövgüler, alaylar, insanın zihnini alt üst eden bütün bu şeyler durumumu tam bir çıkmaza sokuyor.”[18] Baudelaire ölümden çekinmez; onun için asıl ürpertici olan doğumdur.[19] Ölümü de şiiri gibi tasarlanmış olmalıdır; zamanı, tarihi, dünyanın gidişini durdurmalı, doğanın, tanrının, toplumun oyununu bozmalıdır; modern ve destansı olmalıdır... Baudelaire 1867 yılında, 31 Ağustos’ta, ‘kardeşi’ bir fahişeden bile bile kaptığı frengi nedeniyle, kırk altı yaşında, annesinin kollarında ölür.
Kaynak: Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 5. baskı 2009), "Sunuş: Baudelaire'de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm", s. 75-79.
[1] Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. Sait Maden, s. 369.
[3] Jean-Paul Sartre, Baudelaire, çev. Bertan Onaran (İstanbul: De Yayınları) s. 78, 80.
[4] Benjamin, Arcades, s. 243.
[6] Baudelaire, Parisian Prowler, s. 63.
[7] Benjamin, Arcades, s. 544.
[12] Baudelaire, Parisian Prowler, s. 65-66.
[13] Benjamin, Charles Baudelaire, s. 85, 76, 75.
[14] Baudelaire, Selected Writings, s. 184.
[15] Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. S. Maden, s. 347
[16] Antonin Artaud, Van Gogh, Toplumun İntihar Ettirdiği, çev. A. Soysal (İstanbul: Nisan, 1991) s. 56, 8-11, 54.
[17] Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. Sait Maden, s. 342.
[19] Baudelaire, Yapma Cennetler, çev. Y. Şahan (İstanbul: Telos, 1994) s. 218.