Aşağıdaki metin, 21 Ocak 2017’de TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nde açılacak olan Dayanışma Mimarlığı Sergisi’nin kitabı için kaleme alınmış olup, serginin katılımcılarından Başka Bir Atölye’yi anlatmayı hedeflemektedir.
Dayanışma mimarlığı sergisinin kitabı için kaleme aldığım ve Atölye’mizi anlatacak bu yazının çatkısı, zihnime ilk düştüğünden bu yana birkaç kere ciddi bir biçimde değişti. Tıpkı hayatın akışı gibi, ne düşündüysem yaşadığım koşullar metnin kurgusunu başkalaştırdı. Hani denir ya, hayat biz plan yaparken, başımıza gelenlerdir diye, işte aynen öyle… Aslında bu durum çokça da mevcut ülke ortamında mimarlık eğitimi içinde inandığım doğrularla birlikte varlık göstermeye çalışmaya ve bu ortamdan türeyen Atölye’mizin deneysel doğasına uygun bir durumdu. Nihayetinde madem olağanüstü haller altındayız, bu olağanüstü haller, aslında bizlerin basit, küçük hayatlarında, inandığımız ve önemsediğimiz eylemlerimize doğrudan müdahale edebiliyor; o zaman biz de derinlikli bir kuramsal tartışma yerine, Atölye’mizin olağan, sakin gündelik akışını, kısa tarihini doğrudan içinden anlatalım. Belki de bu basit anlatım, mesleğin politikasını, eğitim-öğretim-üretim ortamını içtenlikle dert edinen bizlerin meselesini daha sarih bir biçimde ortaya koyabilir.
Şimdi öncelikle filmi biraz daha öne saralım ve bugüne göre daha hafif bir olağanüstü hal olan zamana gidelim. Dayanışma Mimarlığı sergisine katılımımız Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin 20 Mayıs 2016’daki ilk toplantı davetiyle başladı. O ilk toplantıda herkesin heyecanının kaynağı, sadece yanyana, dayanışmayla birlikte iş yapacak olmamızda değil, aynı zamanda birbirimizin deneyimlerinden birşeyler öğrenecek olmamızda yatıyordu. Normal koşullarda bu kadar mimarın bir araya geldiği ortamlarda gözlenen genel eğilim, rekabetçi-yarışmacı, kendini öne çıkaran bir tavır iken, bizim süreçte ağırlıklı olarak kolektiviteye açık bir niyet vardı. Belki de toplumsal sorunları dert edinen mimarların ortak özelliği, bu sorunlara karşı aktif bir biçimde harekete geçmeleri ve haliyle bu hareketi ortaklaştırma olasılıklarını da sık sık sorgulamalarıydı. Aklın yolu bir olacak ki, Eray Çaylı ve Sinan Logie ile, bu ilk toplantıdan kısa bir süre sonra 28 Mayıs 2016’da çoğu Dayanışma Mimarlığı sergisine katılan grupları davet ederek, birbirimizin mimarlığa yaklaşımlarını dinlemek ve öğrenmek amaçlı bir etkinlik düzenlemiştik (Etkinliğin tüm sunumları ve ses kayıtları için bkz. http://www.xximagazine.com). Sanırım bu buluşmaların en belirgin özelliği, toplumsal sorunlara karşı sözün ötesine geçip eyleme geçen meslektaşlarımızı dinlerken, bir yandan da kendimizi anlamaya, konumlandırmaya çalışmak. Goethe boşuna dememiş, “insan kendini insanda tanır” diye…
Başka Bir Atölye – Neden, Kimden, Nasıl Başka?
Mimarlığın politikayla ilişkili olup olmadığı sıklıkla tartışma konusu olup, çoğunlukla da politikadan uzak olması gerektiğine kanaat getirilirse de (“Mimarlık için mimarlık” şiarı gibi) kanımca açık ki herşey politiktir. Dünyanın büyük kısmının kabul ettiği bir ekonomik-politik sistem olarak kapitalist modernleşme projesi, Türkiye’nin de ağırlıkla yakın dönemde islami sermaye ile birlikte uyguladığı bir sistem olduğunu biliyoruz. Bu sistemin, eğitim sistemine doğrudan yansımaları hayli açık olduğu gibi, Kocaeli özelinde de bambaşka ölçeklerde hissediliyor. “Büyük resim” sadece büyük olayları değil, biz küçücük bireylerin de hayatlarına doğrudan müdahale edebiliyor, bazen pek farkında olmasak da. Bu nedenle mesleğin, akademinin politikasını tartışmak, ekonomi ve sosyo-politika arasındaki bağları çözümlemek, eleştirel bir şekilde analiz etmek, kurucu bir hareket için son derece elzem. Neye karşı veya neyin yanında olduğumuzu incelikli olarak mesele etmeden üretmenin ciddi sakıncaları var. Biz Atölye’de öncelikli olarak bu tür meseleleri üretimin merkezine koyarak ve üretimin her aşaması-ölçeğinde sık sık geri dönüp tartışarak ilerlemeyi tercih ediyoruz. Atölye’de mekâna ve hayata ilişkin gündelik her şeyin politika ile ilişkisi tartışmaya açılmakta. En çok da politik mimarlık ve mimarlığın politikası arasında ayrıma dikkat çekilmekte. Şöyle ki politik mimarlık, mimarlığı bazı düşünce, fikir ve ideolojilerin (sağ veya sol görüş olması partizanca tutumlarda pek de fark etmiyor) lehine bir araç olarak görürken, mimarlığın politikası mesleğin eğitim ortamından üretimine her yönünü belirli bir ideolojiye sıkıştırmadan ve onun lehine olmaksızın, evrensel düzeyde mesele edebiliyor.
Bunun önemini şu şekilde ifade edebilirim; çok açık ki seçtiğimiz koşullarda değil, belirlenmiş koşullarda dünyaya geliyoruz ve çok azımız belirlenmiş koşullar dışına çıkmayı başarabiliyoruz. Başaranlar bunun bedelini ya kendileri ödüyorlar, ya da bir başkasına ödetiyorlar. Başka Bir Atölye ise, bu bağlamda, başka bir dünyayı inşa etmenin öncelikle kendimizi inşa etmekten geçtiğini tartışmaya açmakta. Nasıl ki bireysel süreçlerimiz toplumsal olandan kopuk değilse, aynı şekilde kendimizi inşa etme sürecinde de Atölye’nin kolektif ortamı dayanışmacı bir ortam sunma potansiyeli taşıyor. Kapitalist modernite projesinin her şeyi ayrı bir rafa kaldırdığı, rasyonel akılla çözdüğünü iddia ettiği, gündelik olanı birbirinden ayrıştırıp, planlayıp, sabitleyip hayatımıza dikte ettiği gerçeklere karşı; Atölye’de bizler karşılaşma, dağılma, kesişme, bağ kurma, içiçe geçme, birbirine karışma, hemhal olma, birbirini sağaltma hallerini, kendiliğinden, hiyerarşisiz, dayanışmacı, yan yana aşmaya çalışıyoruz elimizden geldiğince, şartlar izin verdiğince…
Her dönem kendi krizi ve fırsatlarıyla karşı hareketlerini de oluşturuyor. Nitekim 21. yüzyılda mekân üzerine taktik mekânlardan, kolektif inşaya, anonim veya otonom hareketlerden, ekonomik büyümeye karşı sosyal gelişimi hedefleyen modellere ve bunlara bağlı müşterekler hareketine, isyan mimarlığından çağdaş yerel mimarlık arayışlarına, yenilikçi, ezber bozan çok sayıda tartışma-üretim alanı var. Atölye’de öncelikle mevcut işleyiş ve ezberleri dert edinerek bunları ele almaya gayret ediyoruz. Öğretmen-öğrenci veya öğreten-öğrenen arasındaki hiyerarşik ilişkinin alt üst edildiği, sözü herkesin eşitçe söyleyebildiği, eleştiriyi yeri gelince çekinmeksizin herkesin yapabildiği, kolektif üretimin esas alındığı bir işlik olmayı önemsiyoruz. Kesişimler yoluyla benzer başka kişilerle-oluşumlarla bir ağ kurmaya çalışıyoruz. Başka Bir Atölye’nin manifestosu doğrultusunda Atölye’de sınır tanımaksızın üretmeyi arzu ediyoruz.
Kısa “Tarihçemiz” ve Üretimlerimiz
Bizim Başka Bir Atölye adıyla “ortaya çıkışımız” 2015 Eylül ayını bulsa da, aslında 2011’den bu yana mimar Pelin Kaydan ile yaptığımız çalışmalar bu oluşumun, daha doğru bir deyişle bu arayışın temelini oluşturuyor. Hatta belki de Atölye’nin mimar üyeleri içinde yaşı en yüksek olan benim ta mimarlık eğitimimin başlangıç zamanına, ‘80’lerin sonuna dek uzanıyor bu süreç. Şimdilik o kadar geriye sarmaya gerek yok diyelim ve Pelin ile yaptığımız çalışmalara bakalım. İlk tanışma ortamımız olan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin Kent Düşleri Atölyesi’nde, Kadıköy Temsilcilik Binası’nda konuşlanıp Kadıköy Meydanı’nı düşünmek, her gün binlerce insanın geçtiği bu kamusal alanın kullanımı, tasarım sorunsallarını tartışmakla başlayan birlikteliğimiz, sonrasındaki uzun soluklu işbirliğimizin ilk adımı oldu.
Sofa
Birlikteliğimiz aynı mahallede Misak-ı Milli Sokak’ta konumlanan ve orta sofalı plan düzeni nedeniyle Sofa adını verdiğimiz, 2. Grup eski eser olarak tescilli bir 19. yüzyıl sonu yapısındaki Atölye’mize taşındı. Sofa’nın binasının Yeldeğirmeni’nin tarihi dokusunun günümüze ulaşmış özgün bir ögesi olması, yapının sahiplerinin yarım asrı geçen bir süredir bu binada oturmaları, benim de bu sürecin bir çeyrek asırlık kısmına tanıklık etmiş olmam, başından bu yana zamanın insanlar ve mekânlar üzerindeki etkisini gözlemlemek için iyi bir imkan yarattı. Örneğin Atölye’de İstanbul kentinin hızlı dönüşüm sürecinde, yapı sahiplerinin çoğulcu, kolektif, mütevazi yaşam tercihleri nedeniyle, bir eski eserin, yaşayanlarının gündelik alışkanlıklarına karşılık verecek şekilde küçük müdahaleler görüp, pekala hayatını sürdürebiliyor oluşunu Sofa mekânı aracılığıyla gördük. Üstelik yüksek bir mimarlık hizmeti almadan, tıpkı yapının inşa edildiği geleneksel dönemdeki yapı üretim süreci gibi, bu kez Karadenizli bir ustanın emeğiyle yapılan ekleri yerinde yaşarken tartışabildik. Burada Sofa mekânına ilişkin bu anlatım, aslında bizim “dükkanı” anlatmaktan öte, mekân ettiğimiz yerin bize aktardığı somut ve somut olmayan izlerin gündelik hayattaki karşılığını okuma gayesini taşıyor. Yaz aylarında daha uzun saatler ve hatta bazen geceler ortak zaman geçirdiğimiz, kış aylarında da hafta sonları bulunduğumuz bu ortam, bize kentsel dönüşümden, tarihi doku ile kurduğumuz hakiki bağlara, kentin yoğun yapı dokusu içinde kalmış bir küçücük bahçedeki toprağı, verdiği ürünleri tanımaktan, neler ekebileceğimiz hayallerine, bahçedeki su dolu sarnıcın sadece sulama, gündelik su ihtiyacının ötesinde yapının sağlığı için de nasıl bir anlam taşıdığını tartışmaya, dahası bu örnek vasıtasıyla yitirdiğimiz kadim bilgileri anlamaya olanak sağladı. Zaman içinde Sofa’daki mekânları düzenlerken kolektif bir üretim süreci fikrini inşa etmenin gereklerini, bunun için ihtiyaçlarımızı, “az çoktur” ile “az yeterlidir” arasındaki önemli farkı, bu fikri işlemek için de aslında ciddi bir biçimde ilmek ilmek uğraşmak gerektiğini deneyimlemeye başladık. Ve fark ettik ki, hepimizin ihtiyacı olan şey, temelinde yanyana olabileceğimiz, ortak aklı kurabileceğimiz, birlikte düşünüp, birlikte üreterek ve birer meslek insanı olarak parçası olduğumuz halk yararına iyi şeyler yapabileceğimiz ortamı kurmaktı.
Haliç Dayanışması
Sofa’daki ilk yıllarımızda yeri geliyor aktivisti olduğum Haliç Dayanışması için belge-bilgi üretiminde bulunuyor, yeri geldiğinde Gölcük Mimari Miras kitabını hazırlıyorduk. Burada kısa bir açılım yapmam lazım. Bir meslek insanı olarak aldığımız eğitim, bu süreç ile sonrasında yaptığımız üretimler arasındaki bağ, diğer bir deyişle teori ile pratik arasındaki ilişki Sofa’da yaptığımız uzun tartışmalar ve sohbetlerin ana meselesi olageldi. Bu bağlamda örneğin benim yüksek lisans tez konum olan Haliç Tersaneleri’nin Camialtı ve Taşkızak Tersaneleri kısımları, 2013 yılında Gezi direnişinin hemen peşi sıra Temmuz 2013’te usulsüz bir ihaleyle Tamince’ye Haliç Port adıyla projelendirmek üzere verildi. Alanın tarihî-teknolojik gelişim sürecini detaylıca araştırmış, yerinde belgelemiş, alanın niteliklerini tespit etmiş ve sürekliliği konusunda fikir üretmiş bir meslek insanı-akademisyen olarak, aynı alanın sadece sermaye lehine ve kamuya tamamen kapalı bir şekilde projelendirilmesine kayıtsız kalmam mümkün değildi. Devletin bir kamusal alanı, toprağını dönüştürmek üzere turizm odaklı bazı işlevler atayarak sermayeye devrettiği ve mimarların da sermayenin tasarımcısı olarak, emeğinin bedelini sermayeden alarak ve başkası yapsa daha kötü olacağı inancıyla, kendisinin daha iyi mimarlık yapacağını iddia ettiği bu vakada (çok var böyle örnek) alanı çok iyi tanıyan biri olarak bana danışmanlık yapmak ile, bu alanla bağ kurmuş halkın yanında olmak seçenekleri düşmüştü. Halkın yanında olmayı tercih ederek, benim gibi kişiler, kurumlarla oluşturduğumuz Haliç Dayanışması uzun soluklu bir sürecin başlangıcı olurken, getirdiği şu tür sorular da baki kaldı: Meslek-bilim insanları toplumsal olayları irdelerken, bunların gündelik hayatla olan bağlarına kayıtsız kalabilirler mi? “Ben yapmasam başkası daha kötüsünü yapacak”, “iyi mimarlık” şiarları ile mesleki etik arasındaki ilişki nedir? Akademisyenlerin “piyasaya” verdikleri danışmanlık hizmetleri, akademik ortama nasıl geri döner ve bunların ne kadarı kamuoyuyla zamanında paylaşıma açılır, tartışılır, yayınlanır? Halk yararına mimarlık ile sermaye lehine mimarlık arasındaki çelişkinin farkında mıyız? Bunu nasıl sorunsallaştırır, işimize-üretimimize yabancılaşmayı nasıl önleriz? Mevcut ekonomik-politik dayatmaları her zaman bir girdi olarak görmek zorunda olmadığımızı, yaptığımız işin büyük resimle olan ilişkisini vaktinde fark edebilir miyiz, fark ettiğimiz halde yapmaya devam etmenin etik kodlarla ilişkisi nedir?
Gölcük Mimari Miras Yayını
Sofa’da bir yandan bunları tartışırken bir yandan da yukarıda adı geçen Gölcük Mimari Miras kitabını hazırladık. Kitap Kocaeli’de üç yıl boyunca yaptığımız bir alan araştırmasının yayını olurken, ’99 Depremi’nden ciddi bir biçimde etkinlenmiş bir yapılı çevrede korunagelmiş, ancak yakın dönemde hızla yok olan geleneksel dokunun irdelenmesi için bir altlık işlevini de gördü (Kitabın tamamı için bkz. https://issuu.com). Bu yayın, Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Mimarlık Bölümü’ndeki lisans ve yüksek lisans mimarlık atölyelerine ve rölöve-restorasyon, tarihi çevre koruma derslerine kaynaklık etti. Kitap aynı zamanda yerel mimarlık üzerine yaptığım bir post-doc çalışmasının zemini oldu ve post-doc’un Atölye’ye geri dönüşü 21. yüzyıla ait karşı mimarlık hareketlerini ortama aktarmak biçimde gerçekleşti.
Anıtpark Yerleşkesinde Anıtpark Dayanışması
Sofa, KOÜ mimarlık bölümü öğrencileriyle İstanbul’da yaptığımız çalışmalar için de köprü görevini görüyordu. Kocaeli-İstanbul arasındaki bu geçişler, mimarlık bölümünün yer aldığı İzmit Anıtpark Yerleşkesi ve Kadıköy arasında da bir karşılaştırma ve açık bir üretim imkanı sağladı. Örneğin Dayanışma Mimarlığı sergisinin paftasına emek veren ve bugün mezun olmuş bazı mimarlar, Sofa’daki süreçte birlikte atölye yaptığımız kişilerdi. Sofa / İstanbul ve KOÜ Mimarlık / Kocaeli arasında kendiliğinden, biz öznelerin hareketliliği ve ilgi alanlarının genişliğine bağlı olarak bir ağ gibi ördüğümüz mimari eğitim-üretim arasındaki ilişkiler, zaman içinde duyulan ihtiyaçlar doğrultusunda mimarlık disiplini dışından da katılımlarla zenginleşmeye başladı. Bu yolla, önce disiplinler arası, ardından da disiplinler arasındaki yapay sınırların da muğlaklaştığı disiplinler üstü çalışmalara girişmeye başladık.
Bir mimari mekânın, ekonomik, politik, sosyal vb. çok yönlü olduğunu hep söyleriz ve hissederiz, ancak mimarlık eğitim-öğretim ortamındaki genel eğilim mekânı çalışırken mimar aktörün “orkestra şefi” olduğu, diğer disiplinlerin en fazla yan dal gibi katkı verdiği süreçler olarak ilerler. Zaten içinde yaşadığımız sistemin gereği olarak sonuç-çıktı odaklı bir eğitim sürecinde bu tür tartışmalar genellikle zaman kaybı olarak nitelendirilir ve hayli sınırlıdır. Bu eğilimin kırıldığı örnekler de ne yazık ki fazla değildir. Atölye’de gerek tarihi yapı-doku-tasarım arasında çeşitlenen eğitim ortamındaki pozisyonum, gerekse de ele aldığımız projeler nedeniyle zaman içinde yüzleştiğimiz bir sorunsal oldu bu sınırlandırmalar. Bu yüzleşme sadece mesleki anlamda değil, aynı zamanda toplumsal olaylar sözkonusu olduğunda da yaşandı ve bizleri, 10 Ekim katliamı ardından yerleşkede Anıtpark Dayanışması kurmaya da itti. Anıtpark Dayanışması toplumsal konuların yanı sıra, yerleşkenin yemekhane, kantin, açık alan düzenleme gibi somut sorunlarına ses çıkarmak için de yanyana gelinen, ortak akıl-eylem kurmak için düzenli toplanılan, ya da “toplumsal cinsiyet ve mekân”, “insan-diğer türler-mekân” gibi konularda KOÜ’nün diğer fakültelerinden de katılan akademisyen-öğrencilerle, lisans-lisanüstü düzeyde disiplinler üstü, gönüllü okuma atölyeleri yapageldiğimiz bir ortam oldu. Böylelikle mimarın kendisini doğa, insan dışı türler ve kendi türü arasındaki yabancılaşmış ilişkisini okuma, mesleğin sermaye birikimi-meta üretimi-ekonomik büyüme üçlemesindeki rolünün farkındalığı, bu yolla sınıfsallığın sorgulanması için Atölye ortamını besleyecek alanlar yaratabildik.
Kocaeli SEKA (Selüloz ve Kâğıt) Fabrikası
İçinde yer aldığımız çalışmalardan biri olan, Kocaeli’deki kapatılan SEKA (Selüloz ve Kâğıt Fabrikası) hakkında başlattığımız araştırma, Kocaeli Üniversitesi ve İstanbul’dan sosyoloji, kamu yönetimi, emek tarihi gibi çalışma alanlarının katılımı ile gelişti. İki kent arasında mekik dokuyan bu çalışma, karşılıklı beslenmeye de imkan sağladı. Öte yandan da SEKA alanının Kocaeli Üniversitesi’ne verilmesi gündeme gelince, mimarlık bölümünde bitirme ve bitirme altı projelerde konuştuğumuz bir mesele haline geldi. Bu konu paralel olarak Mimari Rölöve ve Tarihi Çevre Koruma Restorasyon tasarımı gibi alan derslerinin de konusu olunca, eğitim-öğretim ortamının her kademesinde, çok boyutlu ve disiplinler üstü aktarımlı ele aldığımız bir alan oldu SEKA.
Sadece SEKA’da değil, lisans ve lisans üstü atölyelerde ele aldığımız yerleri olabildiğince çok yönlü, deneye yanıla tartışarak irdelemeye çalıştık.
Saraylı-Örcün Yaz Atölyesi
Bir diğer çalışma olan Kocaeli Gölcük’e bağlı Saraylı-Örcün Köylerinde 2008 yılının yazında ulusal ölçekte düzenlediğimiz ve atölye boyunca köylerde tam zaman geçirdiğimiz yaz atölyesi ise, mimarlık ve sosyolojiden öğrenci-akademisyenlerin katılımıyla, sosyoloji disiplini ile ortak yürüttüğümüz, köy halkının aktif öznesi olduğu, yereli anlamaya, yerelden öğrenmeye ve yerelin ihtiyaçlarına karşılık vermeye dayalı bir süreç oldu (ayrıntı için bkz. http://v3.arkitera.com). Atölyeye kendi talepleri ile dönemin Bayındırlık Bakanlığı Kırsal Daire Başkanlığı, ÇEKÜL, Tarihi Kentler Birliği de katıldı. Atölye yine dönemin Gölcük Belediyesi katılımıyla oldu.
Başka Bir Oyun Uygulaması
Okul sürecinde Kocaeli ve İstanbul’da çok farklı yerlerde çalışma imkanımız oldu. Bunların içinde son dönem proje çalışması yaptığımız Saraylı Köyü’ndeki oyun alanı uygulaması, tasarımın uygulama ile birleşmesinin nasıl başka bir eğitim ortamı yarattığının açık göstergesi oldu. Antik dönem kalıntılarına dayanarak kadim bir yerleşim olduğu ifade edilebilen Saraylı Köyü, 1999 Depreminin merkez üssü olan Gölcük’e bağlı bir yerleşim. Köy, verimli tarım toprakları ve Osmanlı Dönemi’nde Saray’a götürülen üzüm bağları ile tipik bir kırsal yerleşimken, 1930’lara dek süregiden toprağa dayalı geçim kaynağının Gölcük Tersanesi’nin inşası ile endüstriye geçmesi, tarımla uğraşan köylünün, ücretli işçi sınıfına dönüşmesine neden olmuş. ’99 Depremi sonrasında ise, sağlam zeminli tarım toprakları acele kamulaştırma ile imara açılmış. Dünya Bankası’ndan alınan krediler, dönemin siyasi iradesinin helikopter gezisi ile yer seçimi, taşeronlara ihale edilen konut üretim süreçleri ile Köyün tarımsal üretim alanları ve etrafı kısa sürede çok sayıda kalıcı konut ile çevrilmiş.
Saraylı Köyü, Atölye’mizin büyük resimde mesele ettiği hemen her şeyi konuşmak, tartışmak, yerinde incelemek için açık bir laboratuvardı. Atölye Köyün arada kalmış bu hallerini farklı yönleri ile incelerken yerinde, yerlileri ile yerin somut-somut olmayan kadim bilgilerini anlamaya çalışan, asırlara dayalı yapma biçimlerinin sorgulandığı “başka bir mimarlık” arayışına girdi.
Atölye’nin süreci ise şöyleydi; çalışmalar ağırlıklı olarak Köy’de ve bilhassa Köy kadınlarının pazar kurduğu ve Köy çocuklarının okul dışı zamanları olan pazar günleri yapıldı. Tüm çalışmalar Köy halkı ile bazen köy kahvesinde, bazen pazarın ortasında, bazen de asırlık çınar ağacının altında tartışıldı. Atölyeciler dönem boyunca Köy ve civarını incelediler ve en çok köy pazarının koşullarına (kadınların ürünlerini sergileme ortamı, açık alanda pişirme için ocak/fırın, mutfak ihtiyacı), kalıcı konutlar arasındaki güzel, ancak dikkat çekmeyen yeşil alanlara, prefabrik plastik oyun alanlarına, gençler için etkinlik alanı ihtiyacına dikkat çektiler. Bu dertlerini çeşitli analizler ve öneriler ile ortaya koyarken, ilk olarak dönem arasındaki açık atölyede atık lastiklerden başlayan bir oyun alanı düzenlemesi (köy çocuklarının tabiri ile, “lastik parkı”) yapıldı. Bu arada üretilen oyun grubu maketlerinden biri atölyecileri çok heyecanlandırdı. Üzerinde yapılan tartışmalar ardından, atölyeciler “biz bunu yaparız” dediler (ilk kim dedi, hala meçhul). Ardından Atölye’de hep konuşulagelen ve farklı coğrafyalardan örnekleri izlenen “çizdiğini inşa etme pratiği”, bu kez bir oyun alanı konstrüksiyonu inşası hayaline evrildi. Atölyeciler toplu olarak beğendikleri maket üzerinde birlikte çalıştı, çizimler üretti, Köyde inşa edecek yere ilişkin incelemelerde bulundu. Çalışmalara mekân olan yerlerden biri olan Köy kahvesinin sahibi (ki süreci sosyal medyadan da izliyordu ve atölyenin organik bir parçasıydı bu süreçte) yer olarak kahvenin arka bahçesi teklifini kabul etti. Kahve, meydana bakan bir konumda, çocuklar da hep o civardaydılar. Sonra alana göre çalışmalar yeniden düşünüldü, alanda ölçümler yapıldı. Bu vesile ile, rölöve almanın, düzecin, ölçü-ölçeğin, maketin, malzemenin - temininin, maliyetin, iş sağlığı-güvenliğinin, çizilen bir çizginin öneminin, kolektif iş yapma pratiğinin vb. çok şeyin üzerine hakiki karşılaşmalar yaşandı. Sıfır bütçe/destek ile başlanan uygulamayı atölyeciler, köy çocukları (en çok da Hatice’yle Enes) ve kahveci İbrahim’le, malzeme temini sırasında yaşanan sıkıntılar nedeniyle biraz uzayarak 4 günde bitirdi. Köy çocukları başından bu yana sürecin esas parçası oldular, uygulamanın her aşamasında beden gücü ile destek oldukları gibi, atölyecilerin diğer projelerine eleştiri getirmeye başladılar. Tırmanma ağı temin edilemeyince ve yokluktan iş başa düşünce, araştırılıp davet edilen Gölcük Tersanesi’nden Hüseyin Usta gemicilerin ip bağlama tekniklerini atölyecilere öğretti ve çeşitli biçimlerde ipler örüldü. Köy’ün ahşap ustası Hüseyin Usta, ahşap işleri için atölyesini açarak yardımcı oldu. Sanayiden atık lastiklerin delinmesi konusunda destek alındı. Bu uygulama, motivasyonunu kolektif süreçten, ortak emek-akıldan ve sürecin her anını oyuna çeviren, bitmek bilmez enerjileri ve merakları ile her güzel şeyi hak eden köy çocuklarıyla, onların sohbeti güzel, istikrarlı, üretken anneleri, anneanne-babaanneleri, diğer bir deyişle köy kadınlarından almış oldu (ayrıntı için bkz. https://www.xxi.com.tr ve http://www.arkitera.com)
Dayanışma Mimarlığı Sergisi
Dayanışma Mimarlığı Sergisi için aldığımız bu davet, mesleki dayanışmayı ve paylaşımı Atölye’nin merkezine koyan bizler için heyecan verici bir ortam sağladı. Geniş gibi gözüken ve aslında hayli sıkışık olan takvim için hazırlık yapmaya, bir açık atölye düzenleyerek başladık. Açık atölye tartışmalarının hazırlık aşamasında ve atölye sırasında en çok yaptığımız şey, kendimizi ve Atölye’nin kendisini sorgulamaydı. Bu süreç bizlerin ortak iş yapma kültürünü, aldığımız sorumlulukları yerine getirme ve birbirimize karşı sorumluluk duyma biçimlerimizi, katılımı serbest, ancak çalışılması sorumluluk gereği bir nev’i zorunlu olan bir süreci nasıl kotarmamız gerektiğini, bu süreç içinde başımıza gelen şeylerle birlikte ve bu şeylere rağmen nasıl yanyana duracağımızı, yatay-hiyerarşisiz ve kolektif bir işi kotarabilmenin yollarını aramamıza yeni bir imkan sağladı. Her buluşmada, birlikte bir sergi kotaracağımız grupları dinleyerek, kendimizi yeniden sorgulamanın potansiyellerini keşfettik. İnişli, çıkışlı, heyecanlı ve üretken bu süreç, önce bir açık atölyeden alınan kararlar, ardından bu kararlara bağlı paftanın hazırlığı, ilk paylaşımdan sonra paftanın baştan yeniden yapılması, peşine her ikisinin harmanlanması, merak edip gelenlerin katkıları ile geliştirilmesi gibi, oldukça deneysel, nihai üründen çok sürecin dert edinildiği bir zaman dilimi olarak Başka Bir Atölye’nin hanesine yazıldı…
Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA)
Başta da dediğim üzere, hayat bazen biz plan yaparken başımıza gelenlerdir diye. Atölye’de 2016 yazında Sofa mekânını manifestomuz bağlamında fiziki müdahale için hazırlanmaya girişmiş, Büyükada’da “Dünya Dansları ve Müzikleri Atölyesi” ile bir dizi okuma atölyesi kurgulamışken, 1 Eylül 2016 tarihinde yayınlanan KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile KOÜ’den içinde yer aldığım 19 akademisyen kamu görevinden alındık ve dolayısıyla benim de KOÜ ile organik bağım koparıldı. Bu kararda açık bir gerekçe yazmamasına rağmen, nedeni 11 Ocak 2016’da hepimizin de imza attığı ve imzasını geri çekmediği “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metniydi (Detay için bkz. https://barisicinakademisyenler.com). Zira bu metnin hemen peşine 14 Ocak 2016’da bir senato kararı ile okulun resmi sayfasından “vatan haini” olduğumuz iddia ve ilan edilmiş, 15 Ocak 2016’da sabahın ilk saatlerinde gözaltı yapılmış, savcılıkta ifadelerimiz alınmış, üniversite yönetimi hakkımızda idari soruşturma açmıştı. KOÜ yönetim kurulu 15 Temmuz peşine çıkan OHAL kararı ile de ülkedeki operasyonlar paketine bir fırsat bonusu olarak bizi de eklemiş, 12 Ağustosta aldığı bir kararla isimlerimizi YÖK’e kamu görevinden men talebi ile iletmişti. 1 Eylül KHK haberini çoğumuz Karaburun Bilim Kongresi’nde ertesi sabah 10 Ekim katliamı ile ilgili oturumumuzdan hemen önce öğrendik. Dünya barış gününde alınan bu karar, bizim küçük hayatlarımızı ve Atölye’mizin seyrini de hayli etkiledi elbette.
Mevcut ülke ortamının doğrudan yansıdığı üniversitenin dışında kalmak öncelikle sarsıcı bir etki yapsa da, bu durum bize “devlet bize maaş verdiği için akademisyen değiliz, kamu görevinden men edilemeyiz, çünkü kamu biziz” demek için bir fırsat yarattı. Bizleri özgürleştirdi ve yukarıda ifade ettiğim disiplinler üstü bir özgür akademik ortamı yaratmayı hızlandırdı. Bu bağlamda 28 Eylülde Kocaeli Dayanışma Akademisini kurduk ve “kenti, öğrencilerimizi terk etmiyoruz, geri döneceğiz” şiarı ile kent, kamu, akademi yararına üretime, paylaşmaya devam ettik (Ayrıntı için bkz. http://www.kocaelidayanisma.org/tr/ anasayfa/).
Bu süreçte ülkenin çeşitli yerlerinde başka dayanışma akademileri de kurulmaya başlandı; Eskişehir, İzmir, Mersin, Dersim, Ankara bunlardan bazıları. İstanbul’da içinde yer aldığım Kampussüzler hareketi veya uluslararası Almanya, Fransa, Belçika üniversiteleri ile eşit, demokratik, laik, evrensel ilkelere dayalı, parasız ve özgür üniversite girişimleri, hem KODA, hem de Başka Bir Atölye’ye geniş bir ufuk kattığı gibi, baskılara karşı direnmede ve karşı tarihi oluşturma da yararlı bir açılım sağlamakta.
Kesişimlerimiz
Kapitalist modernitenin yıkıcı yaratıcı gücü, bugün mimarlık-mühendislik meslek alanları gibi uzmanlıkların, hızla dönüşen kentsel dokunun, metalaşma-yabancılaşma süreçlerinin temel itkisi oldu. Artık 21. yüzyılda yaratıcı yıkımdan, yaratıcı yeniden inşa dönemine geçtiğimizde, geldiğimiz aşamada mimarlık eğitim ve üretim ortamını sorunsallaştırabilmek için, sadece bu yakın sürece irdelemek yeterli olmayacak. İnsan evladının yeryüzündeki geçmişi, aslında tarih öncesine dayandığı için meseleye belki de en başından bakmakta yarar var. Oysa güncel mimarlık eğitim ve üretim ortamı, gözünü mütemadiyen yüksek teknoloji odaklı ekonomik ilerlemeye çevirdiği için, kendi tarihimiz ile kurduğumuz ilişki de derinlik ve nitelik kazanmamakta. “İyi mimarlık” ağırlıklı olarak fiziki bir iyilikle sınırlı kalmakta, mimarlığın toplumsal adalet ve sosyal haklarla bağı göz ardı edilmekte, mimarlık lisans üstü eğitimi fen bilimlerine bağlanırken, sosyal bilimlerle olan bağ bireysel inisiyatife bırakılmakta. Kentsel ölçekli düzenlemeler ile tek yapı arasındaki organik ilişkinin düşüncel ve eylemsel ortamda zayıflaması, “star mimarlık” müessesesi tasarımları (Türkiye’de 7 tepenin 7 mimarı, İstanbul Beşlisi gibi projeler), mimarın üretimini salt sermaye lehine servis etmesi, mimarlık ve etik ilişkisinin inceltilmemesi ve bunun gibi sorunsalların sadece “piyasacı” denilen serbest mimarın değil, akademisyen mimarın, kurul üyesi mimarın, kuramcı mimarın, kısacası mimarlığın her türlü üretim ortamındaki öznelerce çok da sık tartışılmaması, sorunların kronikleşmesine neden olmakta. Bu nedenle Atölye’de çoğunlukla iş başa düşüyor ve biz bunlar için ortam olmaya çalışıyoruz.
Başka Bir Atölye’de tüm bu sorunsalları ve ilişkisellikleri tarihsel perspektifte, çok yönlü tartışmaya özen gösterirken, antropoloji, sosyoloji, felsefe, iktisat vb. mesleğin sosyal bilimlere temas eden yönlerini açmak için Atölye’nin kurduğu kesişimlerden yararlanıyoruz. Bu karşılıklı fayda, elbette her ilişkide olduğu gibi tek yönlü de değil. Kurduğumuz kesişimler, hem Atölye’ye, hem de kesiştiğimiz gruba yarıyor ve bir ağ gibi yayılıp, çoğalıyoruz. Örneği Karşı-forum’la UNESCO ve OHAL’de kültürel, doğal değerleri tartışırken (bkz. http://karsiforum.org); Mezopotamya Ekoloji Hareketi ile bir ekoloji akademisi tasarımını konuşuyoruz; Diyarbakır Suriçi Çalışma grubu ile yıkımdan sonra Suriçi’nin “yeniden inşa” sürecini eleştirel ve evrensel bir bakışla irdelerken; Kampussüzler Hareketi ile de disiplinler üstü dersler yürütüyoruz (Kapitalizmin toplumsal tarihi / kent araştırmaları / toplumsal cinsiyet dersleri gibi). Kesişimlerimizdeki temel ilke, manifestomuzdaki ilkelerle örtüşen dertleri olan ve kamu-halk yararına ilişkin çalışmalara, mimarlık kuramı, kültürel-doğal değerlerin sürekliliği ve mimari uygulama açısından katkı vermek, ortaklıklar kurmak.
Sonsöz Yerine
Mimarlık nasıl ki iktidar ve sermayenin elinde yaşamlarımızı yönlendirmek için bir araç olarak kullanılıyorsa, bu aracı daha iyi, eşit ve adil bir dünya yolunda kullanmak da bizim elimizde. Bunu tek başına yapamayacağımız açık olduğuna göre, kolektifler üretmek, dayanışmacı ortamlar kurmak, küresele karşı yerele dokunan, yerelden öğrenen, yereli tartışan, mesleğin politikası ile bağını arka plana atmayan bir yolu inşa etmek de bize bağlı. Ancak bu yolu inşa etmeye önce kendimizden, kendi gündelik alışkanlıklarımızdan başlamamız lazım. Tüm samimiyetimizde, elimizdeki okulları, atölyeleri bozarak, pozisyonlarımızı biat ortamından kopararak ve birlikte yeniden kurarak. Bizim de Başka Bir Atölye’de yolumuz bu. Tıpkı Ursula K. Le Guin’in dediği gibi; “Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak… Devrim ya ruhunuzda, ya hiçbir yerde…”. Dayanışmayla...
Başka Bir Atölye adına
T. Gül Köksal