…bir şeye karşı koymaktır günümüzde aşk.
Edip Cansever
Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler.
Ece Ayhan
Romantiklerden beri sanatın meselesi hayatı akıl üzerine değil, hayal üzerine inşa etmektir. İhtiyaç ve yarar üzerine değil, arzu üzerine inşa etmektir. Bir anlamda hakikatin kaynağı arzudur. Deleuze’e göre gerçek siyaset, arzunun özgürleşmesidir. Arzu ise baştan çıkaran her şey gibi dişildir. Arzu demek, en başta aşk demektir. Breton, sürrealist manifestosunda “sanatın en basit ifadesi olan aşka çevrilmesi” gerektiğini yazar. Sanat aşka çevrildiğinde hayatla birleşir. Çünkü “aşk, her insanı hayatla kaynaştıran yegâne düşüncedir… Bütün düşüncenin saklandığı ideal mevkidir… Hakikatin bizi alt üst eden keşfine dayanan tam bir bağlılıktır.” Demek ki Breton’a göre sanatın, hayatın, düşüncenin, hakikatin kaynağı arzu ve aşktır. “Bir şekilde yeryüzü, buyruklarını kadınlar üzerinden verir… Bu nedenle aşk ve kadınlar her bilmecenin en açık çözümüdür: Kadını bilirsen gerisi kendiliğinden gelir.”[1]
Alain Badiou’ye göre de “aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanık olma olasılığıdır.”[2] Ve aşk “kendisi dışında her şeyi yeniden anlamlandırabilir.” Bu düşüncelerin kökleri, kaynakları insanoğlunun başlangıcına kadar gider. Ütopyaların kaynağı olan tarih öncesi toplumlara kadar.
Sürrealist, antropolog, sosyolog Bataille’a göre insan, cinsel arzusunun farkına vararak insan olmuştur. Ve bunun oyun oynamak gibi bir işe yaramadığını anlayarak (veya keyfini çıkararak). Bir başka deyişle özerk olduğunu hissederek.
Tanrılar baştan dişildir. Gökyüzü ana-tanrıçanın rahmidir. Yeryüzünün, doğanın egemeni ana-tanrıçadır. Hatta yeryüzü ve doğa bizatihi kadındır. Hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar onun görünümleridir. Toprak anadan doğarlar. Yeryüzü kadar, yeraltındaki ölüler ülkesi de onun temsilidir. Hayatı veren de, alan da odur. Dişil tanrı ayrıca zamandır. Rahmi, aydır. Kanamaları ayın hareketlerini, dolayısıyla takvimi düzenler. Tanrıça doğanın olduğu kadar, sanatın da varlığının kaynağıdır: Dans, müzik, oyun, taklit (drama), hepsi onun marifetleridir. Binlerce yıl sonra aydınlanma arifesinde bile, örneğin Robert Fludd’ın ansiklopedik bilgi şemasında, Tanrıça'nın doğayı ve sanatı yaratışına ilişkin aynı tasvirlere rastlarız.
Robert Fludd (1574-1637), Bütün Tabiatın Aynası ve Sanatın Simgesi. Fludd’ın ayrıntılı şeması, bize dünyanın nasıl resmedildiği hakkında fikir veriyor. Şemanın tepe noktasında görüldüğü gibi Tanrı, evreni hiçliğin bulutlarından yaratıyor… Altın varlık zinciri Tanrı’yı tabiata, tabiatı sanata bağlıyor. Tabiatı dönüştüren sanatlar. Göğsündeki güneşle ve kasığındaki ayla güzel bir bakire olarak tasvir edilen Tabiat’ın kalbi yıldızlara ışık veriyor. Yıldızların etkisi aydan (rahimden) yeryüzüne giriyor. Sağ ayağı dört temel öğeden toprağın, sol ayağı da suyun üstünde duruyor. Bunlar da, onlarsız hiçbir şeyin yaratılamayacağı sülfür ve cıvayı simgeliyor. Tabiat’ın yardımcısı sanat: Tabiat’ın maymunu. Varlık zinciri onu Tabiat’a, hem de onun aracılığıyla Tanrı’ya bağlıyor… Yeryüzünü mutlu ve güzel kılma fırsatı veren sanatlar, dört çemberle temsil ediliyor: Serbest sanatlar (mühendislik, kozmografi, astronomi, aritmetik, müzik, geometri, resim ve istihkâm); hayvanlar âleminde (animalia) tabiatı ikame eden sanat (tıp, arıcılık, ipekböcekçiliği, kuluçkacılık), bitkiler âleminde (vegetabilia) tabiata yardımcı olan sanat (ağaç aşıcılığı ve toprağın işlenmesi); madenler âleminde (mineralia) tabiatı düzelten sanat (damıtma)… Nadire kabinelerindeki birçok nesne de bu gibi sembolik anlamlar taşır (Eilian Hooper-Greenhill, Museums and the Shaping of Knowledge, 1992, s. 111).
Baştan kadınla doğa (toprak), hayvan, hatta bitki arasında ayrım yoktur. Ayrıca eril ve dişil ayrımı da bölünmeden çok birleşmeye dayanır. Çünkü yaradılış cinsel birleşmeyle özdeştir. Ve bu birleşme de dişi olanın bir eylemi sayılır. Erkeğin üremedeki rolü çok sonradan keşfedilecektir. Dolayısıyla birleşme anına özgü bir androjeniden bahsedebiliriz. [Yani cinsellik, kadının bölgesidir, aidiyetidir. Öyle ki, Rönesans’ta da fallusun dişil bir organ olduğunu savunanlar olmuştur].
Birçok uygarlıkta evrenin (kozmosun) yaradılışıyla ilgili efsaneler bunu kutsal bir dişinin cinsel birleşmesiyle açıklar. [Yani kozmik, orgazmiktir]. Örneğin, Hinduizm ve Budizm’in türevlerinden biri olan Tantra, evrenin yaradılışını, tözü arzu olan Ana Tanrıça’nın seksüel oyunlarıyla açıklar. O nedenle de yaratıcı gerçekliğin amblemi yoni, yani vulvadır.
Dişiliğin ve rahmin yaratıcılığın kaynağı olduğuna ilişkin düşünce… insan zihninde 30000 yıl kadar önce yer eder. Avrupa’nın paleolitik dönem mağaralarına ait çok sayıdaki amblem ve objeler vulvaya ait sembollerdir… Örneğin Fransa’da Peche-merle’deki büyük mağaralarda üçgen dişil amblemlerle süslenmiş bir şapel bulunuyor. Bütün bu amblemler Hint türbelerinde görülenlerle tıpa tıp aynıdır.[3]
Avrupa paleolitik dönem mağaralarındaki vulva imgelerinden iki örnek.
Tantra ikonografisindeki eril (lingam) ve dişil (yoni) organlar.
Kısacası, çağlar boyunca insanlar, barınaklarını, tapınaklarını, eşyalarını, üstlerini, başlarını, hatta paralarını; onların yaradılışını, hayatiyetini, yaratıcılığını anlamlandırdıkları ve bu nedenle de kutsal saydıkları dişil ve sonradan da eril organların ikonlarıyla donatmışlardır. Cinsellik, dinsellik ve sanat birdir.
Modernizm-erotizm simbiyozuna geçmeden, bunu besleyen tarihsel kaynaklara ilişkin kısacık bir kronoloji, bir profil çıkarmak istiyorum.
Erotizm Tarihi Üzerine Notlar
İlkel Komünizm, Aşk, Siyaset
Kadının tanrı ve bilge olduğu, tarih öncesi, yazı öncesi, tarım, mülkiyet, polis, uygarlık, kültür öncesi anaerkil toplumlar, komünal toplumlardır. Mülkiyet yoktur, Badiou’nün “aşkın devleti” dediği aile yoktur ve asıl önemlisi yabancılaşmanın (kültürün ve uygarlığın) kaynağı olan işbölümü yoktur. Öyle ki bırakın cinsler arası işbölümünü (arıcılık-çanakçılık/çömlekçilik), cinsel birleşmede bile bir işbölümü yoktur. O nedenle antik/modern bütün ütopyaların kaynağı bu “altın çağ”a dayanır. Dolayısıyla “altın çağ” aşkın siyasallığıyla ilgili de belirleyici bir zaman.
Parnassos Dağı’nda Apollon ve dokuz Müz’ü.
Yunan Antikitesi
Çoktanrılı Yunan antikitesinde dişillik özellikle mitolojik tanrıçalar aracılığıyla etkinliğini sürdürür. Ama onlar sonunda erkeğe devrolmuş bir iktidarın, yaratıcılığın, bilgeliğin araçlarıdır. Yaratıcılığın esin kaynakları olan dokuz Müz'ü doğurtan Zeus’tur. Zaten Pantheon'un zirvesinde o vardır. Ayrıca Müzler, Apollon’un gözdeleridirler ve onun hizmetindedirler. Aşkın ve seksin tanrısı Eros da erkektir. Şarabın, hazzın, oyunun, (tiyatronun), hayal gücünün tanrısı Dionysos (Baküs) erkektir. Satirik edebiyatı temsil eden Satir, erkektir.
Sol: Eros, Caravaggio, 1603. Sağ: Eros, Egon Schiele, 1911.
Sol: Satir, Atina Arkeoloji Müzesi. Sağ: Priapus.
Sonuçta antik sanat ve edebiyatta fallik ikonografi öne çıkar. Priapus yükselir. Ama yine de, erkeklerin cinsel olduğu kadar onunla iç içe olan entelektüel eğitimi, tapınaklarda barınan kutsal fahişelerin elindedir. Afrodit bir kurtizandır ve antik dünyanın en zengin tapınağı olan Afrodit tapınağında bin fahişe çalışır. Aslında kadınlar, erkek egemenliğin güçlenmesiyle birlikte, "eşler" ve "fahişeler" olarak ayrıldılar (Sümer, MÖ. 2000). Eşler peçe takmaya başlarken, peçe fahişelere yasaklandı. Örtünmenin temelindeki erkek-egemen kültür kaynağını bu zamandan alıyor.
Tektanrılı Dinler, Erotizm
Tektanrıcı dinlerde erilliğin iktidarı tırmanır. Peygamberler erkektir. Adem erkektir. Kadın onun kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hayvanları ve bitkileri o adlandırır. Dili o kurar. Kadın ilk günahın, evrensel günahın kaynağıdır. Yılan Havva’yı, Havva Adem’i kandırır ve bilgi ağacındaki yasak elmayı kopararak cennetten kovulurlar. Yılan sürünmeye mahkûm edilir. Havva yılanla bir tutulur.
Michelangelo, Adem, Havva ve Lilith (Lamia), Sistine Şapeli.
Rönesans
Rönesans döneminde sekülerizmin ve hümanizmin örgütlenmesinde erotizm önemli bir rol oynar. Cinsel hayat üzerine tabular süratle yıkılır ve nihayet şair Aretino (1492-1556) pornografiyi icat eder.[4] Kaynağı antik dönemde erotik, Priapatik şiirin üstatları olan Ovid ve Virgil’dir. Uzun bir zaman boyunca, pornografi sadece edebiyat ve sanat alanlarında değil, felsefede de önemli bir yer işgal eder ve pornografik kitaplar livres philosophiques olarak anılır. Bu kolay anlaşılır; çünkü Aretino’ya göre “cinsel organlar (jenitalia) ruhun penceresidir” ve “dünyanın bütün gizleri bir fahişenin bacakları arasındadır”. 17. ve 18. yüzyıllarda Venedik’te, Siena’da, Fransa ve İngiltere’de açılan akademilerde pornografiye önem verilir. Öyle ki, zamanın önemli kurtizanları akademide ders vermeye çağrılır. Sounçta liberter çevrelerde bir vajina kültü oluşur. Ansiklopedist Diderot bile “konuşan vulva”dan bahseder.
Fahişenin öncü rolü Fransız Devrimi’nden sonra da sürer. Fahişe yeniden varoluşun, düşüncenin ve siyasal direnişin kaynağıdır. Bunun en sembolik ifadesi Delacroix’nın Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosudur (1830). Bu tabloda “Özgürlük” muhtemelen bir fahişedir. O dönemin önemli tarihçilerinden T.J. Clark’a göre cinsiyeti kamusaldır.
Delacroix, Halka Yol Gösteren Özgürlük, 1830.
Romantizm, Modernizm, Avangard
İşte romantik devrimi izleyen estetik modernizm ve avangard bu mirası canlandırmıştır. Aşkı ve arzuyu sanatın, siyasetin, hakikatin kaynağına yerleştirmelerinin tarihsel arka planı, jeneolojisi böyledir. 20. yüzyılda Avrupa’da modernist sanatın erotizmle ilgili estetik politikası konusunda Alan Badiou’nün düşüncelerine odaklanacağım ve onun 2008’de Avignon Festivali kapsamında Nicolas Truong’la yaptığı söyleşiyi kapsayan Aşka Övgü kitabı[5] üzerinde duracağım. Ama önce bazı örnek eserler:
Courbet, Dünyanın Kökeni, 1866.
Boucher, Leda ve Kuğu (Zeus), 1740.
Picasso, Raphael et la Fornarina II, 1968.
Sol: Rodin, 1900. Sağ: Schiele, Siyah Çoraplı Kadın, 1913.
St Phalle, Hon-Katedral, 1966.
Alain Badiou ve Aşkın Komünizmi
Aşkla başlamayan, felsefenin ne olduğunu asla bilemez.
Platon
Badiou, Aşka Övgü kitabına Rimbaud’dan bir epigramla başlıyor: “Besbelli aşkı yeniden icat etmeli.”. Badiou’ye göre de “aşk yaşamın icat edilmesidir”. Bu da “iki”nin icadıdır.
Badiou’ye göre,
Platon’un aşk üstüne söyledikleri çok açıktır: Aşığın coşkusunda bir evrensellik tohumu olduğunu söyler. Aşığın deneyimi kendisinin İdea[6] olarak adlandıracağı şeye doğru bir atılımdır. Sözgelimi, yalnızca güzel bir bedene hayran olurken bile, onu istesem de istemesem de, Güzel’in düşüncesine doğru ilerlerim. Ben de buna benzer bir şey düşünüyorum; bence aşkta, evrensel bir değer taşıyan bir öğeye geçme olasılığı var. Kendi başına ele alındığında yalnızca bir karşılaşmayla, neredeyse hiç önem taşımayan bir karşılaşma noktasıyla dünya deneyiminin yaşanabileceği öğrenilir… Bu yüzden evrenselliğe ilişkin kişisel bir deneyimdir ve felsefi açıdan çok önemlidir.[7]
Dünya birden değil de ikiden hareketle, benzerlikten değil de farktan hareketle incelendiğinde, gerçekleştirildiğinde ve yaşandığında nasıl bir yer olur? Bence aşk budur işte…[8] Farklılığın ilk ve temel sahnesidir. Aşk sayesinde düşünce “Bir”in iktidarından kurtulur ve “iki”nin yasasına göre işler.
Aşkta, elinizdeki ilk öğe bir ayrılıktır, bir bölünmedir, bir farktır. “İki” vardır elinizde. [İkinci öğe rastlantıya dayalı karşılaşmadır. Aşk en önce başka biriyle karşılaşmaya, rastlantıya teslim olmaktır. Aşk bir karşılaşmadan her zaman bir şeyler öğrenir.] Ben bu karşılaşmaya bir şekilde doğa ötesi anlamda bir “olay” gibi… bakıyorum… İki farkın karşılaşması bir olaydır, şaşırtıcıdır, sürprizdir… Bu sürpriz, temelinde bir dünya deneyimi olan bir süreci başlatır. Aşk yalnızca iki birey arasındaki karşılaşma ve kapalı ilişkiler değildir, o bir kurma işlemidir, artık Bir’in değil, İki’nin bakış açısından bir yaşam oluşur. Ben buna “İki’nin sahnesi” diyorum.[9]
Evrensel olan şey de her aşkın bir değil de iki olma konusunda yeni bir gerçeklik deneyimi ileri sürmesidir. Dünyanın yalnız bir bilinçten farklı biçimde görülebileceğini ve yaşanabileceğini göstermesidir. İşte herhangi bir aşk bunun kanıtını sunar bize.[10]
İki?
Badiou, insanlığın en yüksekteki görevinin “İki”nin düşüncesini ve deneyimini oluşturmak olduğunu söyler. Ancak bu çok zordur çünkü hiçbir şey “İki” kadar hem şansa, hem de ısrarlı bir çalışmaya bağlı değildir. “İki” öznel bir kategoridir. Nesnel veya bilimsel bir varsayım değildir. “İki” olaya ilişkindir ve politik bir hadisedir. Cinsel farklılık (ya da “İki”lik) ancak aşkla ortaya çıkar, cinsel hazla ortaya çıkar. Ne var ki iki cinsin ayrışması onların birleşmesiyle aynı şeydir. Badiou’nün bu son önermesi antik Hint ve Yunan mitolojisindeki hermafrodit kavrayışı hatırlatır.
Olay (event)?
Badiou “olay”ı kavramlaştırırken, onun öngörülemez, önceden tahmin edilemez ve kestirilemez olduğunu belirtir. Olay hesap edilemez ve yönetilemez. Sadece ve sadece şansın sonucudur. Bir sürprizdir, bir rastlantıdır, bir cazibedir. Başlangıcı yeniyi; yeni bir zamanın başlangıcını ifade eder. Ve hakikat kendisini ancak bir olayda gösterir. “Hakikatin kaynağı olaydır”. Dört hakikat tipi vardır: aşk, sanat, siyaset, bilim [tutku, yaratım, devrim, buluş]. Demek ki, bunlar temel olaylardır. “Aşk önceden kestirilemeyecek, dünyanın yasalarına göre hesaplanamayacak bir olaydır… Gerçek aşk dünyanın, zamanın ve mekânın yarattığı engelleri kalıcı biçimde, kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır.”[11]
O nedenle devrimcidir.
Aşk bir güçtür, öznel bir güç… Devrimci bir harekete katıldığımızda hissettiğimiz siyasal coşkunluk, sanat yapıtlarının verdiği haz ve en sonunda bir bilimsel kuramı derinlemesine anladığımızda içimizde uyanan neredeyse doğaüstü sevinç de aşktaki mutluluğa benzer [sanat-siyaset-bilim-aşk]… Aşk, şiddetli varoluş bunalımlarının kökenidir. Her gerçekliği bulma yöntemi gibi. Öte yandan, bu açıdan baktığımızda, siyasetle aşk arasındaki yakınlık şaşırtıcıdır.[12]
Nasıl ki aşk alanında, aşkın yönetimini toplumsallaştırmak için aile vardır, siyaset alanında da taşkınlığı engellemek için iktidar, devlet vardır… Aile, aşkın devletidir.[13]
Kapitalist kudurganlık içinde çıkar gütmeden hiçbir şey öyle kolay kolay gerçekleşemez. Oysa aşk her gerçekliği bulma yöntemi gibi özünde çıkar gütmez: Onun değeri yalnız kendi içindedir ve bu değer aşkla bağlanan iki bireyin dolaysız çıkarlarının ötesindedir… Dolayısıyla aşk en küçük komünizmdir.[14] [Çıkardan ve yarardan koptuğu için özerktir ve özgürdür. Bu temel özelliğiyle de sanatla özdeşleşir.]
Sürrealizm, Aşk, Siyaset
Sanat en basit ifadesiyle aşktır.
André Breton
Sürrealistlerin temel önermesi en başta konuştuğumuz şeydi, demek ki Rimbaud’nun parolasına göre aşkı yeniden icat etmek. Sürrealistlerin gözünde, bu yeniden icat etme hem sanatsal bir hareket, hem yaşamsal bir hareket, hem de siyasal bir harekettir… Çünkü aşk da özünde bir olayın gelip yaşamı deldiği andır… Aşk hiçbir yasaya uymaz. Aşk yasası diye bir şey yoktur… Öte yandan, büyük çoğunlukla, sanat aşkın topluma uymayan özelliğini yansıtmıştır… Sürrealizm olaya özgü kuraldışı güç olarak aşkı yüceltir. Aşk düşüncesi aynı zamanda her türlü düzene, kanun düzeninde güce karşı oluşan bir düşüncedir. Gerçeküstücüler bunu dilde, ama asıl yaşamda şiirsel bir devrim yapma isteğini besleyecek bir şey olarak görüyorlardı. Bu açıdan, yaşamda devrim yapmanın ilkesi, olası dayanağı olarak aşkla, cinsellikle yakından ilgilendiler. Buna karşılık, süreyle pek ilgilenmediler. Aşkı özellikle olağanüstü karşılaşmanın şiiri olarak öne sürdüler.[15]
Badiou burada sürrealistleri süreyle ilgilenmemekle eleştiriyor. Çünkü ona göre aşk (İki’nin deneyimi) bir bakıma inşa edilmelidir. Dolayısıyla “emek ister”, yukarda değinildiği gibi şansın yanında ısrarlı bir çalışma ister. Bu da süre ister, zaman ister. Yani, sürrealistlerin düşündüğü gibi tamamıyla rastlantıya, şansa, karşılaşmaya bırakılamaz. Örneğin Breton’un romanı Nadja, Badiou’ye göre “belirsiz ve gizemli bir karşılaşmanın, sokağın köşesinde çılgın bir dönecek şeyin şiirselliğini çok güzel yansıtır. Bu… katıksız karşılaşmadır… süre alanına karışmaz.”[16] Öte yandan sürrealistlerin aşk üzerine görüşleri de, Badiou’nünkiyle bağdaşmaz. Onlar Badiou’nün tam tersine, birin “İki” olması yerine cinsiyet farklılığının anlamsızlaşarak, ikinin bir olması üzerinde dururlar. Aşk cinsiyetlerin farklılaşması değil, birleşmesidir. İki’nin füzyonudur, androjenidir, hermafrodizmdir.[17] Örneğin Nadja, karşıtların birleşerek yeniden evrenin başlangıçtaki armonisini kurmalarıdır. (Eril olan güneşle, dişil olan ayın cevherlerinin kaynaşmasıdır.) “Birleşme, erkekteki dişil ilke olan anima ile, kadındaki eril ilke olan animus’un uzlaşmasına, uyuşmasına karşılık gelir ve başlangıçta var olan bütünselliğe dönüşü simgeler. Bu birleşmenin sonucu, her ikisinin de özelliklerini armonik olarak kaynaştıran çift cinsiyetli bir varlıktır.”[18]
Sonuçta sürrealistler, insanlar arası armoninin egemen olduğu ideal zamanlara, “altın çağa” dönerler.
24 Nisan 2012’de Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde, 25 Nisan 2012’de de İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde sunulan konuşmanın metnidir.
[1] Ali Artun [ed.], Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş (İstanbul: İletişim, SanatHayat Dizisi, 2010) s. 41, 42.
[3] Philip Rawson, The Art of Tantra (Londra: Thames and Hudson, 2010) s. 53, 54; 17.
[4] Bkz: Lynn Hunt, The Invention of Pornography-Obscenity and the Origins of Modernity, 1500-1800 (New York: Zone Books, 1993).
[5] Alain Badiou, Nicolas Truong, Aşka Övgü, çev. Orçun Türkay (İstanbul: Can Yayınları, 2011).
[6] İdea: Ezeli ve ebedi doğa, ezeli ve ebedi gerçeklik.
[17] Hermafrodit, Hermes ile Afrodit’in çifte cinsiyetli çocuğu. Platon Şölen’de “insanların eski çağlarda hem erkek, hem dişi olduklarından ve bu yüzden fazla güç kazandıklarından ikiye bölündüğünü” yazıyor.
[18] Dagmar Motycka Weston, “Surrealist Paris: The Non-Perspectival Space of the Lived City”, Intervals in the Philosophy of Architecture içinde (Montreal: 1996), s. 152.