Aramızdan ayrılalı tam on yıl oldu. Ünsal Oskay kendisiyle temas etmiş, edemeden çevresinde dolanmış, konuşmalarını dinlemiş yahut çalışmalarına aşina olmuş hemen herkeste saygı uyandırmanın yanı sıra zihinlerden silinmesi zor bir akademisyen imgesi yaratmıştır. Ne var ki hâkim ideolojinin ve entelektüel trendlerin akıntısına karşı durmuş olanların mirası, onu kurtarmak için kimi zaman yalıtılmış çabalar gösterilmezse, tozlu raflarda unutulma yahut –hocanın ifadesiyle– “bilinç ve eğlence endüstrisi”nin ihtiyaçlarına uygun yeni kalıplara sokulma tehdidiyle karşı karşıya kalır.
Bu sebeple bundan on yıl önce, hayata veda ettiğinde yapılan anmalarla lafzının içeriği arasındaki tezata vurgu yapmayı gerekli görmüştüm:
Fazlasıyla erken gelen ölümünün ardından Ünsal Oskay devlet ve akademi katında Türkiye’de iletişim bilimlerinin kurucusu olarak anılırken, Facebook ve Ekşisözlük gibi popüler gençlik mecralarında, “kitaplar ağır değil, siz hafifsiniz” türünden, Hoca’nın spontane biçimde geliştirmekte maharetli olduğu espritüel aforizmaları ön plana çıkarıldı. Medyada ise bu ikisinin bir alaşımıyla Hoca’nın takdim edildiğine tanık olduk. Resmî yahut popüler olsun, bu türden mecralarda yer alan anmalar, merhumu ancak kendilerine yaşam veren değerler açısından resmetmeye, kurumsal yahut eğlenceli yönleriyle tasvir etmeye eğilimlidir. Fakat Hoca’nın gerek üniversitede üstlendiği görevler ve kendi bilim dalına katkıları, gerekse öğrencilerinin ve dinleyicilerinin uzun dersleri/sohbetleri sırasında dikkatini diri tutmak üzere başvurduğu anekdotlar ve kıvrak zekâsının da yardımıyla ürettiği aforizmalar, esasında ne akademik mantığa ne de popüler beğeni kalıplarına sığabilecek, çok daha yıkıcı bir tahayyülün unsurları olarak değerlendirilmelidir.[1]
“Bütün Bir Toplumun Değişimi”
Bu yıkıcı tahayyül bizzat sosyal bilimlerin Türkiye’deki gelişimine katkılarıyla kendini gösterir. Bunlardan biri, Hoca’nın Marksizm içinde önemli bir teorik damar olan Frankfurt Okulu'nu, bu okulun düşünürlerini ve çalışmalarını Türkiye'deki akademik-entelektüel çevrelere tanıtmak gibi bir işlev üstlenmiş olmasıdır. Burada özellikle dikkat çekici bir nokta, dünya çapında ancak 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında tekrar keşfedilecek olan Walter Benjamin'i daha 1970’lerin sonunda incelemeye başlamış olmasıdır.
Bir diğer mesele ise yine bu topraklarda iletişim bilimlerinin temel düşünsel kurucularından biri olarak, bu disiplini daha en baştan, yukarıda sözünü ettiğimiz teorik akımla, ve daha geniş olarak maddeci tarih anlayışıyla birlikte ele alarak, tabiri caizse bu eleştirel teoriyle işleyerek inşa etmeye girişmesidir. Dolayısıyla daha kuruluşundan itibaren iletişim çalışmaları eleştirel, akıntıya karşı yüzen, Benjamin'in güzel ifadesiyle “tarihin havını tersine tarayan” bir zemin üzerinde oluştu.
İletişim Bilimleri alanındaki çalışmalarını ve özellikle de devasa eseri 19. Yüzyıldan Bugüne Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri’ni “eşitsizliğe ve yabancılaşmaya dayalı toplumsal dizge”den kurtulma mücadelesinin bir parçası olarak görüyordu, Oskay. “İletişimin kültürel işlevlerinin iletişimin kendi yapısını aşan bir sorun olduğu” savından yola çıkarak kaleme aldığı bu doçentlik tezinin problematiğini şöyle ifade ediyordu: “Kitle iletişiminin bugünkü durumu ile yüklendiği temel kültürel işlevi olan toplumsal iktidara kültürel bir hegemonya düzenlemesi sağlama işlevinin nasıl işlemekte olduğunu kavramak; bu kavrayış ışığında, belirli bir ölçüde de olsa çözüm yolunda düşüncemizin önünü açabilmek”. Aynı çalışmasında Habermas’la yaptığı tartışma sırasında, bu “çözüm”ü de aşağıdaki uzunca alıntıda görülebileceği üzere, hayli “net” biçimde tarif ediyordu:
Varolan toplumların egemenlik yapısına açıkça karşı çıkmayan; bu karşı çıkmanın, şimdiye kadarki Tarihin gösterdiği üzere, sınıfsal bir politik ve kültürel mücadeleyle olabileceğini kavrayamayan çözüm önerilerinin eninde sonunda evcilleştirilmiş bir seçkinliğe ve bunun direnimci en uç hâlinde ise siyasal bir nihilizme varmak zorunda kalmaları da bunu gösteriyor. Bugünkü toplumlardaki sınırlı ve tek yöne akışlı iletişimin yerine özgür bir iletişimin kurulabilmesi bütün bir toplumun değişimine; en temel nitelikte bir siyasal erk değişimine bağlı görünüyor.
İki sayfa sonra, Habermas’taki “kuramsal eksikliğin” esasında tüm Frankfurt Okulu’nda da görüldüğünü vurgulayarak toplumsal dönüşümün öznesi ve yöntemine dair fikrini bir kez daha belirtiyor: “… toplumsal konumu boşlukta bırakılmış insanların bireysel bilinçlenmesiyle değil, sınıfların bilinçlenmesi ve sınıfların siyasal mücadelesiyle …”[2]
Marmara Üniversitesi Nişantaşı kampusu duvar yazısı. Fotoğraf: Burak Polat
Miras Kavgası
Daniel Bensaïd’in ifade ettiği gibi bir miras aynı zamanda mirasçılarının onunla ne yaptığıyla belirlenir. Ünsal Oskay, belirttiğimiz gibi Türk akademyasının tarihsel zayıflığı içinde, özellikle kendi alanında son derece özgün, ayrıksı bir noktada durmuştur. Son on yıldaki dönüşümler sonucu üniversitelerin ulaşmış olduğu düpedüz entelektüel sefalet içindeyse, zifiri karanlıkta yıldızların daha da parlak görünmesi gibi, Ünsal Hoca bir başka devirden ışıldayan, yol gösteren bir işaret fişeği görevi görmektedir. Dolayısıyla kendisinin hiç ummayacağı ve belki de tercih etmeyeceği biçimde, Marmara İletişim’e paraşütle inen ucuz despotların karşısında bilimin ve eleştirelliğin sembolü haline gelmiş; özgür bir akademi hasretiyle özdeşleştirilmiştir. Bu çerçevede, Gezi direnişi sırasında, bir kitabının ismine atıfla öğrenciler tarafından kurulan “Yıkanmak istemeyen çocuklar” çadır alanını, yahut OHAL çerçevesinde 2017 şubat ayında Burcu Yılmaz Gündüz ve Emre Tansu Keten ile ihraç edildiğimizde, fakülte önündeki nümayişte devasa resminin “Akademi Susturulamaz” pankartının tepesinden bizi gözlediğini unutmak mümkün değil.
Öte yandan Marmara İletişim’in 2011’den itibaren tabi tutulduğu İslami-otoriter modernleşmenin aktörlerinin, karşılarına dikilen bu Ünsal Hoca hayaletiyle baş etmek üzere onu nasıl beceriksizce kendi yanlarına çekmeye çalıştıkları hafızalardan silinecek gibi değil. Yusuf Kaplan gibi bir dahi zihne teslim edilmişti bu görev. Nietzsche, Heidegger, Horkheimer destekli bir “Batı medeniyetinin krizi ve üniversite” girizgâhıyla başlayan yazısında Ünsal Oskay’ın çalışmalarının da hakkını teslim ettikten sonra şöyle devam ediyordu Kaplan:
İşte geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Ünsal Hoca’nın kısa süreliğine de olsa ders verdiği Marmara İletişim’de, Türkiye’de örnek ve ön açıcı bir iletişim eğitiminin temellerini atmak için yola koyulan genç, parlak ve heyecanlı bir arkadaşımız, profesör Yusuf Devran önemli bir çalışma başlattı.
O tarihte hoca öleli iki buçuk sene olmuş ve fakültede kısa süreliğine değil, yirmi yıla yakın hizmet vermişti. “Ön açıcı atılım”, öznel bir yorum: Kimin önünü açtığına bağlı olarak farklı değerlendirilebilir. Adı anılan idarecinin “heyecanlı bir arkadaşımız” oluşu konusunda ise herhalde herkes mutabıktır. Yeni Şafak’ta 12 Mart 2012 tarihinde yayınlanan yazının bütünü okunmaya değer, ama finali de aktarmadan edemeyeceğim: “Ünsal Oskay Hoca bugünleri görebilseydi, Türkiye’de iletişim eğitiminin geleceği adına ne kadar sevinirdi, söylemek bile gereksiz!” Evet, gereksiz.
Buna karşılık hocanın anısını ve fikriyatını yaşatmak için bir dizi çaba da gösterildi bu yıllar içinde. Oğlu Çınar Oskay’ın şimdiye dek basılmamış olanlar dahil olmak üzere tüm çalışmalarını ve çevirilerini yayınlatma çabası, Marmara İletişim’de kimi zaman yönetimin engelleriyle karşı karşıya kalan naçizane uğraşlar, tek tük olmakla birlikte çeşitli üniversitelerdeki vefakâr öğrencilerin ve öğretim üyelerinin bireysel veya kolektif girişimleri[3] de bu “kurtarma operasyonunun” parçaları olarak değerlendirilebilir.
Aradan yıllar geçti ve Ünsal Hoca’nın, Koç grubuna satılmaması için öğrencilerle birlikte direndiği Nişantaşı kampusu Yeni Türkiye’nin muktedirlerine satılarak boşaltıldı. Herkes, çoktandır ruhunu yitirmiş olan bu mekânla kendi meşrebince vedalaştı.[4] Öğrenciler tarafından okulun duvarına, olması gerektiği gibi, bir dizi espritüel yazı yazıldı. Aralarından biri özellikle dikkat çekiyordu: Ünsal Oskay was here.
Biraz Oskaycılık yapacak olursak, Walter Benjamin’in “diyalektik imge” dediği şeye tekabül edebilir bu: tüm bir tarihsel-toplumsal bağlamın, içerdiği çelişkilerle birlikte bir tikel vaka üzerinden kristalleştiği bir imgeye. Çünkü “bu okuldan bir Ünsal Oskay geçti”nin ötesinde bir şey ifade ediyor aslında bu cümle. “Ünsal Oskay buradaydı, evet, ama artık yok” diyor. Artık onun gibilerin akademide var olabileceği koşullar da yok. Nitelikli, eleştirel, sözünü esirgemeyen hocaların artık üniversitelerde barınamadığı, barınsa dahi aktif olamadığı; bir imzadan dolayı hayatlarındaki her şeyin ellerinden alınabildiği koşullar hâkim. Fakat Ünsal Oskay’ın var olduğu, onun gibilerin dekanlık yapabildiği zamanlarda, sermayenin bir kamu kuruluşuna el koymasına karşı hocaların ve öğrencilerin birlikte direnmesi söz konusu olabiliyordu mesela. Bu yüzden o yazı çok daha acı bir şeyi ifade ediyor. Evet, Ünsal Oskay’a selam gönderiyor ama selamlama biçiminin kendisi bile bir yenilgi döneminin ürünü. “Oskaylar artık yok, dolayısıyla biz de ancak duvarlardan geçmişi selamlayarak bugüne karşı tepkimizi dile getirebiliyoruz” diyor. Ünsal Oskay was here, nostaljik, vefakâr ama direnişsiz bir vedayı ifade ediyor. Vârisler de ancak kendilerini çevreleyen koşullar, içinde bulundukları güç ilişkileri çerçevesinde yaşatabiliyorlar bir mirası.
Ancak Ünsal Oskay, aradan geçen on yıllık kasırganın ötesinden hâlâ bizlerle konuşuyor. Hâlâ merakımızı kışkırtmaya, inadımızı diri tutmaya çağırıyor – tıpkı en sevdiği kitaplardan birinin, Moby Dick’in kahramanı, “kuzeyden görünmeyen yıldızların altında bağımsız düşünebilen” ve insanlığın “bu amansız kaderine karşı direnmekten başka çaresinin olmadığını” gösteren Kaptan Ahab gibi.
[2] Ü. Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri. Kuramsal Bir Yaklaşım (İstanbul: Der Yayınları, 1993) s. 258, 260, 407.