“Zekâyı temsil ettiğini düşünmek ahmaklığın tanımıdır”: Jacques Rancière’le Söyleşi


  

Yazılarınızda sıklıkla karşımıza çıkan bir kavram, “zekâların eşitliği”. Eserlerinizi bilmeyen okurlarımız için bu kavramı tanımlayabilir misiniz?

Zekâların eşitliği, düşünsel özgürleşmenin büyük düşünürü olan, benim de Cahil Hoca kitabımı adadığım Joseph Jacotot'nun iki yüz yıl kadar önce ortaya attığı bir fikir. Bu, tüm zekâlar tarafından üretilen her şeyin birbiriyle eşdeğer olduğu anlamına gelmiyor. Daha ziyade, zekânın yüksek ve düşük formları olmadığı anlamına geliyor. Tüm işleyiş biçimlerinde temel olarak var olan zekâ aynı zekâdır. Bunu ifade ederken Jacotot bir hakikati açıklamıyordu. Herkesin kendi eyleminde bir kılavuz olarak benimsemesini istediği bir ilke, doğrulamak için gayret gösterilmesi gereken bir varsayımdı.

Konuşurken, yazarken, iletişim kurarken, dinlerken veya cevap verirken eşit varlıklara, aynı zekâyla donanmış oldukları için bizleri anlama yetisine sahip varlıklara hitap ettiğimizi düşünürüz. Bu, toplumsal hiyerarşiyi en yeteneklilerin yönetimiyle özdeşleştiren egemen bakışla köklü bir karşıtlık içindedir; tıpkı çocuğu ya da halkı elinden tutarak adım adım eşitliğe yönlendirerek “eşitsizlikleri azaltma” iddiasında bulunan iyi niyetli pedagojilerle karşıtlık içinde olduğu gibi. Bu nedenle, bu anlayışı kökünden altüst etme çağrısında bulunuyordu Jacotot: Eşitliği ulaşılacak bir hedef olarak değil, bir başlangıç ​​noktası olarak almaya, insanların yapamadıklarından değil, yapabileceklerinden başlamaya çağırıyordu.

 

“Halk” kavramı neden size uymuyor?

Mesele bana uyup uymaması değil. Esasında birbirinden farklı ve muhtemelen çelişkili şeyler ifade eden aldatıcı derecede basit bir kavram bu. Hem bütünlüğü içinde ele alınan nüfusu hem de bu nüfusun bir kısmını ifade ediyor. Hem sömürülen sınıfın bütününü hem de bu sınıfın, egemen sınıfa veya iktidara karşı “halk” adını sahiplenen kesimini ifade ediyor. Hem ezilenler adına mücadele eden güç hem de bu mücadeleci azınlığa karşı çıkan “sessiz çoğunluk”. Sanki halk büyük bir kolektif gövdeymişcesine davranılıyor. Kimileri onun dürüstlük ve sağduyu erdemlerini övüyor. Kimileri ise cehaletini ve kabalığını yeriyor. Ancak bazılarının övüp başka bazılarının kınadığı bu büyük halk gövdesi fanteziden ibaret. Gerçekte “halk” olmanın ve “halk” gibi davranmanın birçok farklı yolu var.

 

“Yukarıdakileri”, siyasal, toplumsal, iktisadi gücü elinde tutanları nasıl tanımlamak gerekir sizce? “Elitler” ve “burjuvazi” mi mesela?

Meseleyi en iyi açıklayan bence hâlâ egemen sınıf terimi. “Elit” bu sınıfın kendini adlandırırken başvurduğu bir örtmece sadece; her ne kadar elitlerin halkla arasındaki “mesafe” kınandığı vakit olumsuz bir terim haline geliyor olsa da. Ama egemenler hiç de öyle mesafeli değil. Hayatımızın her ânında piyasa kuralları altında bizleri ezmek veya onlara başkaldırdığımızda kafamıza vurmak için, her daim yanımızdalar. “Burjuvazi”ye gelince, vakti zamanında bir iktisadi ve toplumsal dinamizme sahip, belirli yaşam tarzları olan, tüm topluma model olarak kendini dayatan bir değerler sistemine sahip bir sınıfa işaret eden bir terimdi. Bugün ise karşımızda sadece bir yağmacı sınıf bulunuyor. Sadece egemenler, o kadar.

 

Siz de kendinizi bir “entelektüel elit”in parçası olarak görmüyorsunuz. Nedenlerini açıklayabilir misiniz?

Kendini “entelektüel” ilan etmek, uzmanlık alanı zekâsını kullanmak olan bir insan kategorisine kendini dahil etmektir. Halbuki herkes zekâsını kullanır. Zekâmızı adadığımız faaliyet türüne göre tanımlamalıyız kendimizi. Ben araştırmacı-eğitmendim. Bugün hâlâ araştırmacıyım; şayet “yazar” kelimesi kurgu yazarlarının bir ölçüde tekeline girmiş olmasaydı bunu da ekleyebilirdim kendimi tanımlamak için. Buna karşılık kendini sadece entelektüel olarak tarif etmek, başkalarından farklı, onlardan üstün bir zekâ sahibi olduğunu ilan etmektir. Bana göre bu, yani zekâyı temsil ettiğini düşünmek, tam da ahmaklığın tanımı.

 

Peki bu çerçevede burjuvazi ahlaki ve entelektüel üstünlük duygusunu nasıl inşa etti? Kol emeğine ilişkin bilgi ile entelektüel bilgi arasındaki ayrım bir rol oynuyor mu bunda ve eğer öyleyse, ne şekilde?

Bize hükmedenlerin entelektüel ve ahlaki bakımdan üstün olduklarına gerçekten inanıp inanmadıklarını bilmiyorum. Bu üstünlük duygusu daha çok yönetenlerin ve sahip olanların mesleki ideolojisi gibi geliyor bana, makineyi çalıştırmalarını sağlayan bir ideoloji gibi. Bugün iktidar sahiplerinin ideolojisi uzak ve şöyle ya da böyle yüce amaçların (devrim, “yeni toplum” vb. gibi) ifade edilmesine bağlı değil artık. Yalnızca nesnel gereklilik tarafından dayatılanı yaptıkları inancına dayanıyor (Margaret Thatcher’in ünlü alternatif yok’u gibi). Benim konsensüs dediğim bu işte: herkesin hemfikir olması gerektiği değil, her şeyin mevcut durumda nasıl ise öyle olduğu ve başka türlü bir şey yapma imkânı bulunmadığı için rıza göstermek zorunda olduğumuz fikridir bu. Elbette bu, konsensüs yasasını reddedenlere mevcut koşulların bütüncül gerçekliğini görmeyen ve arzularının yasasının yahut ütopik ideallerin peşinden koşan olgunlaşmamış bireyler olarak bakılmasını da içeriyor.

 

Kimi medya organları, yöneticiler, sosyal bilimler alanındaki araştırmacılar ve hatta hekimler, özellikle de bu sağlık krizi döneminde “pedagoji” yaptıklarını iddia ediyor. Bu konuda ne dersiniz?

Bu biraz önce konuştuklarımızın doğal sonucu. Yaptıklarını yapabilmek için yöneticilerin yalnızca kendilerinin nesnel gerçekliği gördüğünü ve kendi yönetimleri altında bulunan kitlenin bunu görmediğini düşünmeye ihtiyaçları var. Zekâ eşitsizliğine inanmaya yani aydınlanmış insanların aydınlanmamış olanları, anlamayanları, korkanları eğitme göreviyle karşı karşıya bulunduğuna inanmaya ihtiyaçları var.

Medya da elbette bu eşitsizlikçi inancı paylaşmak durumunda. Ne denli az bilgi veriyorlarsa o denli çok pedagog konumunu benimsemek, izleyicilerine ve okurlarına kendileri olmasa anlayamayacakları şeyleri anlatmak zorundalar. Sosyal bilimler de bu eşitsizlikçi inancı besliyor. Onların özelliği biraz da bu zaten: İnsanların neden nesnel durumlarına bağlı olarak düşünmeleri ve davranmaları gerektiği gibi düşünüp davranmadıklarını göstermek. Egemen sınıfı birarada tutan bu eşitsizlikçi inanç pandeminin yönetimi sırasında gün yüzüne çıktı. Hükümet daha en baştan insanların maske takılması, test yapılması, aşı olunması gerektiğini anlamayacağını varsaydı. Fransızların hazır olmadığı gerekçesiyle, onlarla temkinli ilerlemek, sabırla açıklamalarda bulunmak gerektiği düşüncesiyle her bir adımı ağırdan aldı. Bizleri küçük çocuklar gibi ehlileştirmeyi hedefleyen aptalca pedagojik kampanyalarla hem zaman kaybettiler hem de bunlara para harcadılar.

 

Solun bir kısmı da kimi zaman gayet paternalist biçimde başkaları adına konuşmaya eğilimli olabiliyor veya konunun birincil muhataplarının mücadelelerine el koymaya yönelebiliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? 

Sol, sosyal bilimler siyasetinin fazlasıyla etkisi altında kalmıştır. Bu siyaset de her zaman için toplumsal aktörlerin ne yaptıklarını bilmediği fikrine dayanmıştır. Marksizmin kalbinde de yatan budur: İşçilerin kendi çıkarlarını idrak etmelerini engelleyen veya onları kendiliğinden, bilimsel olmayan isyanlara sürükleyen burjuva veya küçük burjuva ideolojisi tarafından aldatıldığı fikri. Marksizmin gerilemesiyle birlikte akademik sosyoloji devraldı bunu. Sol hâlâ siyasetin sosyolojik bir kavranışının kurbanı: Hâlâ neden emekçi sınıfların üyelerinin –ki bunlar sosyolojik çoğunluğu oluşturur– burjuva azınlık tarafından yönetilmeye razı geldiğini, neden devrim yapmadığını veya daha mütevazı biçimde neden hepsinin sola oy vermediğini sorguluyorlar. Buradan da kendi çıkarlarının ne olduğunu anlamadıkları veya mücadeleyi yürütmek için gerekli stratejiyi idrak edemedikleri sonucunu çıkarıyorlar. Dolayısıyla da mücadele edenlere doğru şekilde mücadele etmediklerini, doğru düşmanla dövüşmediklerini vs. açıklamak için stratejik çabalarını iki katına çıkarıyorlar.

 

Proleterlerin Gecesi’nde (1981) 19. yüzyılda onları içinde bulundukları koşullardan kurtarmak için gelmiş kişilerden tamamen özerk biçimde gelişmiş işçi sözlerinin arşivlerini incelediniz. Emekçi sınıfın düşünce özerkliği nasıl inkâr edildi ve bu inkâr bugünlere nasıl gelmiştir? Sarı Yelekliler hareketi bunun en çarpıcı çağdaş örneklerinden birini oluşturabilir mi?

Düşünce özerkliği işçilerin tümüyle kendi sınıflarına özgü bir düşünceleri olduğu anlamına gelmez. Diğerleri gibi düşünebildiklerini ifade eder. Ve kabullenilmesi en zor olan da budur. Geleneksel hiyerarşik düşüncede aşağıda elleriyle çalışanlar ve yukarıda kafalarıyla düşünenler vardı. Modern ilerici gelenek ise emekçileri toplumun zenginliklerini üretenler, mücadeleci işçileri de sömürüye karşı dövüşenler olarak yüceltti. Fakat çalışmanın ve mücadele etmenin ötesine geçmelerini istemiyorlardı. Sadece kendi sınıflarının bir temsilcisi olarak değil de başka herhangi biriyle eşit bir zekâ sahibi olarak düşünmeye, akıl yürütmeye ve yazmaya başladıklarında hızla işçi sınıfı içine sızmış küçük burjuvalar olarak teşhir ediliyorlardı. Marksist gelenekte de işçilerin “sınıf bilincini” şekillendirmesi gerekenler âlimlerdi. Gerçekten de Sarı Yelekliler olayında bunun uzak bir yankısını görebiliriz. Onlara basit bir sosyolojik kimlik vermek istedik, onları sadece otomobilin işlerinde ve yaşamlarındaki rolü nedeniyle benzin fiyatlarındaki artışı protesto eden taşra sakinleri haline getirmek istedik. Fakat sahada kendilerini topluma ve toplumsal adaletsizliğe dair bütünlüklü bir bakışa sahip insanlar olarak gösterdiler. Kısmen militan işçi geleneğinden kısmen de öğrenci hareketlerinden ve kent gençliğinin öfkelilerinden ödünç aldıkları mücadele biçimlerini kullandılar. Herhangi bir sosyal sınıfa has olmayan, bizzat eşitsizliğe karşı mücadelenin pratiğinde gelişen zekâyı uyguladılar.

 

Karma olmayan toplantılar yapmaları sebebiyle en büyük öğrenci birliği olan UNEF’i kapatma iradesi, ırkçılık karşıtı mücadelelerin “bölücü” olarak tarif edilmesi, üniversitelerde “İslamcı-goşist” anlayışın hâkim olduğuna dair tartışma, her hafta duyduğumuz İslamofobik söylemler… Fransa’da yöneticilerimiz, doğrudan aşırı sağdan ilham almış bir politikayla günden güne artan bir sefalet söz konusuyken toplumsal meseleleri mi unutturmaya çalışıyorlar bizlere? Veya göçten kaynaklı oluşan topluluklara ve onların kendilerini özgürleştirmelerine karşı son derece yerleşmiş bir sömürgeci düşünce biçiminin doğrudan sonucu mu bu?

İktidar bir şey yapıyorsa bunu mutlaka başka bir şeyi saklamak için yaptığını düşünen komplocu bakıştan kurtulmak lazım. Bu öfkeli ideolojik kampanya hiçbir şeyi gizlemiyor. Aynı anda iki şeyi hedefleyen kapsamlı bir gayrı-demokratik sürecin parçası: İlk olarak nüfusun en yoksul ve en kırılgan kesimini daha da gettolaştırmak, ve ona karşı en geniş desteği sağlamak üzere bu kesimi doğası itibariyle fanatizme ve terörizme yönelen geri kalmış bir nüfus olarak göstermek; ikincisi göç kökenli nüfusun lehine olan tüm toplumsal mücadeleleri ve eylemleri bu terörizmin destekçisi olarak göstererek kriminalize etmek. Yalnızca sömürgeci politikanın devam etmekte olduğuna dair, meseleyi biraz fazla basite indirgeyen fikirle yetinemeyiz.

İslamcı-goşizmin kınanması, bir yandan eşitsizliklerin güçlenmesine eşlik ederken, bir yandan da eşitlik için yürütülmüş her türden mücadele biçimini sırasıyla suç olarak gösteren ideolojik bir kampanyanın son aşamasıdır: Fransız devrimi Terör dönemiyle özdeşleştirildi, işçi devrimleri Sovyet Gulag’ına indirgendi, Nazi işgaline karşı Direnişin idealleri yalnızca işgalcilere mesafe koymayan kadınların saçlarının kazındığı vakaların penceresinden görüldü, ırkçılık karşıtlığı “21. yüzyılın totalitarizmi” olarak kınandı, sömürge karşıtlığı “beyaz-karşıtı ırkçılığa” dönüştürüldü ve ezilen Filistin halkına destek terörist bir İslam savunuculuğuyla özdeşleştirildi. Tüm bir ilerici ve devrimci geleneğin uğradığı bu uzun kriminalizasyon süreci aşırı-sağdan ilham almadı. “Liberal” burjuvazinin ve sol ile radikal soldan gelmiş “cumhuriyetçi” bir entelijensiyanın bünyesinde gelişti. Toplumsal adaletsizliğe karşı her mücadelenin kanlı bir terörle sonuçlanmaya mahkûm olduğuna dair varlıklı kesimlerin temcit pilavı gibi önümüze sürdüğü o nakaratın modernleştirilmiş biçimini tasarlayanlar bunlardır.

 

Selim Derkaoui ve Nicolas Framont’un Rancière’le yaptıkları, 21 Nisan 2021’de yayınlanan söyleşilerinden kısaltılarak tercüme edilmiştir. Kaynak: https://www.frustrationmagazine.fr/entretien-jacques-ranciere/