“Biz”, “1984” ve “Mülksüzler” Üzerinden 20. Yüzyıl Distopyalarında Duvar Metaforu

8/6/2019 / skopbülten / Çisem Soylu

Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.

Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı. (Mülksüzler, Ursula K. Le Guin)[1]

 

Demir Perde ülkeleri İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Soğuk Savaş bitene ve Sovyetler Birliği dağılana dek dünyadaki iki hegemonik kutup arasındaki duvar görevini gördü. Bu ülkelerden biri olan Doğu Almanya tarafından faşizmin ilerlemesini ve kayıt dışı göçmenliği önlemek amacıyla inşa edilen Berlin Duvarı 1961-1989 arasındaki 28 yıl boyunca Alman nüfusunun ideolojik ayrışmasının sembolü olarak varlığını sürdürdü. İsrail’in 2000 yılında Batı sınırına inşa ettirdiği Apartheid Duvarı, “geçici bir güvenlik önlemi” olarak yapıldıysa da bir ayırıcı olarak hâlâ ayakta. Donald Trump’ın 2016 seçim çalışmaları boyunca ağzından düşürmediği bir şey vardı: Amerika-Meksika sınırına kimsenin aşamayacağı geçilmesi imkânsız, fiziksel, yüksek, güçlü ve “güzel” bir duvar örmek: “Devasa bir duvar örerdim, kimse benden daha iyi duvar öremez, inanın bana, ve çok da ucuza örerim.”[2]

 

 

 

Duvar bir mimari arketip olarak iki mekânı birbirinden ayırma, çevre faktörlerinden korunma ya da mahremiyet sağlama gibi işlevleri yerine getirir. Zaman içerisinde savunma işlevi tekniğin olanaklarıyla beraber gelişir ancak anlamsal olarak derinleştiği bir başka boyut vardır: duvar, ayırıcıdır. Toplumlar geliştikçe duvarlar da özel alan ile kamusal alanı ayırmaya başlar. Erk sahibini yönettiği bireylerden, üretim araçlarını üretici güçlerden, mülk sahibini mülksüzlerden ayırır ki aslında hepsinde temel gaye mülkü korumaktır.

Barınma amacının çok ötesine geçen bu koruyucu ayırma işlevi, mülkiyet kavramının gelişimiyle eşzamanlı olarak önem kazanır; duvarlar gittikçe büyür. Modernite ve sonrasında endüstri yapıları, günümüzde kapalı siteler, AVM’ler, hem fiziksel hem teknolojik hem de psikolojik olarak gittikçe daha aşılmaz olan duvarlar koyar önümüze. Modernlikle beraber değişen kültür ve yaşayış, duvarın anlamını da etkilemiştir. Artık duvar yalnızca bir odayı diğerinden, içeridekini dışarıdakinden ayırmakla kalmaz; beni ötekinden ayırır. Bu dönemde çokça yazılmış olan distopyalarda sıklıkla karşılaştığımız duvar metaforunu bu bağlamda okuyabiliriz.

Modern öncesi dönemlerde yazılmış olan ütopyalarda ideal kenti çevreleyen duvarlar, onu koruduğu ve değişimin önüne geçtiği için olumlanan hatta gerek duyulan birer öge olarak karşımıza çıkar. Modernlikle beraber birçok yazarda bu algı değişir ve duvar artık ayrışmanın, kutuplaşmanın, önyargının muhafızı ve sembolü olarak taşlanır. Duvar onlar için ötekiyi dışarda bırakandır. Duvarın verdiği güvenlik hissinin bir yanılsama olduğunun farkındadırlar, aksine korkuyu besliyordur. Toplumların ya da bireylerin birbirinden koparılmasının, hatta insanın içindeki rasyonalite ve duyguların da bıçakla kesilir gibi birbirinden ayrılmasının doğamıza aykırı olduğu işlenir bu romanlarda. Zaten hikâyedeki bükülme noktası da çokça bu duvarın aşılma ânıdır.

 

  

 

Anarres’in Duvarları

Ursula K. Le Guin, anarşist Anarres ve kapitalist Urras gezegenlerindeki iki farklı toplum ve bu iki zıt yaşam arasında kalmış, ikisine de uyum sağlayamayan Shevek’in öyküsünün anlatıldığı Mülksüzler romanına, metnin girişinde alıntıladığım iki paragrafla başlar. Sözünü ettiği duvar, Anarres’teki limanı çevrelemektedir. Başta Urras olmak üzere uzayın geri kalanıyla tek temas noktası olan, ziyaretçi gemilerin iniş yaptığı ve dünya dışına gideceklerin hareket ettiği yer olan bu limanın duvarları, bir taraftan bakılınca evrenin tamamını çevreleyerek Anarres’i özgür bırakıyor, öbür yandan ise Anarres’i kuşatarak onu bir esir kampına dönüştürüyordur. “Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü.”

Bir duvarı, kartezyen düzlemde üç farklı açıdan çizebilirsiniz: tepeden, önden/arkadan, yandan. Plan düzleminde çizdiğinizde duvar, iki denk yüzeyi olan, ayırdığı iki mekâna da eşit davranan, demokratik bir çizgidir. Yalnızca ayağını bastığı yerle ilgilenen bir izdir. Ancak her demokrasi gibi onunki de ikirciklidir. Kuşlar gibi özgür bakışı bir kenara bırakıp, duvarın bir tarafına konduğunuz anda bir sınıra dönüşür. Hangi yanındaysanız orada kalmaya devam etmek zorundasınızdır; içeridesinizdir, dışarısı size yasaktır ya da tam tersi. Payınıza düşene göre kendinizi içeride ya da dışarıda addedersiniz; bu haliyle de ya duvarı korumaya çalışırsınız ya da onu yıkmaya. Son açıdan, yandan baktığınızda, kesitini aldığınızda görürsünüz ki duvar, ayırdığı iki tarafı da hem mahkûm eder hem de öteki yanından mahrum bırakır. Zira ben nasıl bir başkasıysa, öteki de bir başka bendir.

Le Guin’in kitabındaki baş karakter Shevek, arada kalmışlığı ve iki dünyada da geçen öyküsüyle bize normalde yapamayacağımız bir şeyi yapma olasılığı sağlar: duvara kesitinden bakma olasılığını.

 

 


Duvarın Ardındaki

Winston gözlerini hemen açmadı. Yaşamı boyunca zaman zaman gördüğü bir karabasanı bir kez daha görür gibi olmuştu. Hiç değişmiyordu. Karanlık bir duvarın önünde duruyordu; duvarın öbür yanında dayanılmaz bir şey, görmeyi göze alamayacağı bir şey vardı. Rüyasında, aslında karanlık duvarın ardında ne olduğunu bildiği için hep kendi kendini kandırdığı duygusuna kapılıyordu. O şeyi, bedenin bir parçasını kopartıp çıkarıyormuşçasına korkunç bir çabayla tutup ortaya çıkarabilecekti sanki. Ama her seferinde, o şeyin ne olduğunu anlayamadan uyanıyordu...” (1984, George Orwell)[3]

George Orwell’in 1984 romanındaki başkarakter Winston, Okyanusya’yı yöneten partinin alt düzeyde bir üyesidir. Parti, üyelerine belli bir yaşam şekli dayatır; sorgulanmaya açık değildir. Karşılığında ise bazı standartlar sunar: istihdam ve düzenli gelir, kalıcı barınma, kıt da olsa birtakım lüksler... Hiçbir zaman yüz yüze gelmedikleri ancak sürekli olarak nefret etmeleri beklenen bir düşman vardır: Kardeşlik. Bu örgüt Okyanusya’nın savaştığı ülkelerle ittifak halindedir. Parti, bu muhalefetle daima mücadele eder ancak tüm muharebelerde galip gelse de savaş sürmeye devam eder. Patriyarkal otoritenin kurumsal halidir bu düzen, Büyük Birader hem koruyucudur hem de kural koyucu. Gösterilen tehdit, otoritenin kabul edilmesi için bir itkidir.

Winston, içten içe Büyük Birader’e ve Okyanusya’nın siyasi/toplumsal düzenine karşıdır ancak biat etmeyi sürdürür. Ta ki girmesi yasak olan proletarya mahallesine girip oradan küçük bir defter alana kadar (bir çeşit duvar aşımı). Ardından yaşamaya başladığı duygusal ilişki ve Kardeşlik’e katılma girişimi (bir başka duvar aşımı) onun kendini bildiği haliyle sonunu getirir.

Rüyasında gördüğü duvar ise bir başka savın analojisidir. Winston’ın en büyük korkusu sıçanlardır, kâbuslarına giren duvarın ardında da sıçanlar vardır. Buradaki duvar metaforu, Parti’nin sağladığı güvenliğin yine kendi yarattığı korkuyu beslediğini anlatır. Duvar, tehdit olarak sunulan şeyi dışarda bıraktığı kadar onu tanımamıza ve tanımlamamıza da engel olur. Bu yüzden onunla asla barışamayız, savaş sonsuza dek sürer, korku ve telaş da onunla beraber.

 

 

 

İçimizdeki Öteki

Bahar. Rüzgâr, Yeşil Duvar’ın ötesinden görünmeyen yabanıl ovalardan, kimi çiçeklerin tatlı sarı tozlarını getiriyor. (Biz, Yevgeni Zamyatin)[4]

Yevgeni Zamyatin’in Biz romanının ikinci bölümü bu şekilde başlar. Sözü edilen Yeşil Duvar, ana karakter olan D-503’ün de içinde bulunduğu, her davranışı devlet tarafından belirlenen ve izlenen toplumu yaban ve serbest hayattan ayırmaktadır. Duvarın içinde herkes bir harf ve numarayla adlandırılır, şeffaf evlerde yaşar, mantıksız ve izinsiz hiçbir harekette bulunmaz. Dışarıda ise doğa ve insanlar birarada ve “karmaşa” içinde var olur. Yeşil duvar kontrollü mekânı kontrolsüz mekândan; düzeni düzensizlikten ayıran, ilkini koruyup ikincisini dışlayandır.

Aslında romandaki tek duvar, iki mekânı ve iki toplumu birbirinden ayıran fiziksel yapı değildir; herkesin zihnine inşa edilmiş olan ve rasyonel olanı koruyup irrasyonel olanı dışarıda tutan soyut bir duvardan da söz edebiliriz ki fiziksel olanın soyut olana gönderme yapan bir mecaz olduğu düşünülebilir. Biz toplumunun içinde yaşadığı, bir devrim sonucu duygularından arınmış (!), sayıları ve pozitif bilimleri yücelten, her bireyi bir diğerini ispiyonlamaya hazır bir polis devletidir. Sayıların bir sonu olamayacağı gibi devrimlerin de sonu olamaz diyen E-330’a âşık olan D-503 duvarı aşar (hem fiziksel hem de soyut anlamıyla) ve yabanda yaşayan muhalif toplama katılır; yani hikâye burada da aynı yerinden bükülür.

Biz toplumunun yöneticisi olan Velinimet, ötekiye katılımı engellemek için duyguları bir kerede ve tamamen söküp atan bir makine geliştirilmesini sağlar. Bu öteki hem dışarıdadır hem de tek tek herkesin içindedir. Ötekinden ayrılmak, onu dışlamak ya da söküp atmak, insan olmanın, doğallığın sonudur Zamyatin için.

 

 

 

Duvara Karşı Çıkmak

Eğitime ihtiyacımız yok/Düşünce kontrolüne ihtiyacımız yok/Sınıfta kara mizah yasak/Öğretmen, çocukları rahat bırak/Neticede sen de duvardaki tuğlalardan birisin (“Another Brick in the Wall Part 2”, The Wall 1979, Roger Waters)

Pink Floyd’un daha sonra film haline de getirilen distopik albümü The Wall, yalnızlaşmanın ve ötekiliğin doruklarındaki bir rock yıldızının portresini çizer. Eğitim sistemi, politikalar ve tüketim kültürü onu etrafına koruyucu bir duvar örmeye zorlar. Öğretmenleri, annesi, eşi, hayranları yalnızca bu duvarın daha da büyümesine yol açar. Pink zamanla akıl sağlığını yitirir ve kendini mahkemeye çıkarır. Duruşmada alınan karar, duvarın yıkılmasıdır.

Trump’ın inşa etmek istediği duvar yeni bir icat değil, dünya onu uzun zamandır tanıyor. 20. yüzyıl distopyalar ve duvarlar çağı oldu. Kutuplaşma, keskin sınırlarla ayrışma ve ötekileştirme yeni duvarlar inşa etti; hem fiziksel hem soyut, hem toplumsal hem de bireysel duvarlar. Ne kadar yüksek ve güçlülerse korku da o kadar büyük, öteki de o kadar öteki oldu. Le Guin, Orwell ve Zamyatin; Demir Perde’nin iki farklı tarafından yazarak, ötekinin duvarında bir tuğla olmaya karşı çıktılar. Belki bir gün insanoğlu duvarların hiç olmadığı bir dünyada yaşar.



[1] İstanbul: Metis, Mart 2018, s. 9.

[2] Donald Trump, seçim çalışması demeci, New York, 2016.

[3] İstanbul: Can, Ocak 2018, s. 160.

[4] İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016, s. 19.