Uygarlığın Huzursuzluğu ve Yıkım Arzusu

11/3/2012 / skopbülten / Deniz M

 

 

Yıkım

1789 Fransız Devrimi’yle başlayan uyanış hareketinin, vaat ettiği gibi özgürlük, eşitlik, kardeşlik esaslarına dayalı yeni ve barışçıl bir insanlık formunun oluşumuna öncülük etmeyeceği çok geçmeden anlaşılır. Modernleşme hareketi, geleneksel dünyanın din merkezli feodal yapılarını tasfiye ederken yerine aklın, bilimin, makinenin hegemonyasında başka otoriter bir medeniyetin kurumlarını inşa etmektedir. Tanrının yerini akıl almıştır almasına fakat insanda akıl dışında ne varsa bu yeni parlak medeniyet adına yok sayılmakta, inkâr edilmekte hatta mümkünse yok edilmektedir. Nihayetinde modernleşmenin saatleri ileriyi, hep ileriyi göstermektedir. Kaybedecek zaman yoktur; insan çalışmalı, çalışmalı, çalışmalı; bu yeni medeniyeti ne pahasına olursa olsun kurmalıdır; kurtuluşu ondadır çünkü. İşte “direniş” bu kritik noktada devreye girer ve aklın otoritesine, aklın rehberliğindeki medeniyet inşasına karşı örgütlenmeye başlar. Romantiklerle başlayıp 1968 hareketlerine uzanan modernleşme karşıtı hareketlerin temel derdi akla ve onun tezahürü olan gerçeklik yasasına karşı arzunun, hazzın, hayallerin, düşlerin, büyünün, masalların gerçeküstü dünyasını örgütlemektir. Bu yüzden akıl merkezli olan her şeyin, özellikle de onun temel fonksiyonu olan “inşa etme” fikrinin, eyleminin “yıkım”ını arzular.

19. yüzyılda romantiklerden başlayarak, avangard sanat ve siyasetin, fütürizmin, dadanın, sürrealizmin, sitüasyonizmin, 1968 Devrimi’nin temel eylemlerinden biridir “yıkım”. Yıkmak, yani dağıtmak, bozmak, parçalamak, tahrip etmek ve nihayetinde, yok etmek.

Diğer yandan, modernleşme hareketinin kendisi de geleneksel dünyayı, o dünyanın “insan fikri” ve “insan”ı da dahil olmak üzere, her şeyiyle altüst ederken, çözerken, söküp atarken, tasfiye ederken yıkıcı değil midir zaten? Bir bakıma bizatihi modernleşme “akıl almaz” bir sürekli yıkım değil midir?

Bu sürekli yıkım, bu altüst oluş, o güne kadar kabul edilmiş her şeyin bu denli büyük bir hızla parçalanışı, karmaşık, tarifsiz duygular uyandırır: bir dünyanın sonuna tanıklık ederken kim bilir belki de bambaşka bir dünyanın, bir özgürlük ihtimalinin doğuşuna tanıklık etmenin uyandırdığı derin ürperti, büyük bir boşluk, baş dönmesi, esrime, sarhoşluk; bir sonsuzluk hissi; büyülenme, huşu, dehşet, vecd, şok...

Toplumsal, siyasal, teknolojik modernizm, modernleşmenin yol açtığı muazzam değişim karşısında aklı kutsar. Bugün adına neo-liberal kapitalizm dediğimiz gerçekliğin temellerini atar ve inşa işine koyulur. Estetik modernizm ise, bu büyük kırılmanın arzunun, hazzın, hayallerin, aşkın özgürlükçü dünyasını kurmak için bir fırsat, bir şans olduğuna inanır. Avangarda göre modernleşme süreciyle birlikte yaşanan yıkım aslında kendisi baştan aşağı bir yıkım, bir şiddet, bir dehşet olan uygarlığın bir parçasıdır. O yüzden esas yıkılması gereken şey uygarlığın kendisidir. Sürrealizmin “gerçekliği yıkma”[1] arzusunun, iddiasının ardında yatan da budur. Yıkıma karşı yıkım, yıkımın yıkımı; çift taraflı yıkım!

Peki öyleyse tüm bu arzular, hayaller, düşler, akıl, uygarlık, yıkım, dehşet, vecd, yücelik vs. nereden geliyor; Mars’tan mı, Satürn’den mi?

Uygarlığın Huzursuzluğu: Yaşam-Ölüm / Aşk-Nefret

Freud, en önemli eserlerinden Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabında, uygarlık ve birey arasındaki temel gerilimlerin, bireyin içgüdüsel özgürlük arayışıyla, buna karşıt olan ve uygarlığın talep ettiği konformizm ve içgüdüleri bastırmadan kaynaklandığını öne sürer. En belirgin güdülerinden biri cinsel arzusu, diğeri otoriter figürlere ve cinsel rakiplerine duyduğu saldırganlık olan insan, haz yasasına programlı bir yaratıktır. Yaşam da bu haz yasasının programıdır. Yaşamın amacı olan haz yasasının kaynağı ise libidodur, yani libidinal enerji;[2] diğer adlarıyla psychic/ruhsal enerji, cinsel enerji; biraraya getirme, yaratma, üretme enerjisi; doğudaki tabiriyle: kundalini. Nasıl ki insan cinsel birleşme yoluyla oluşmakta, üremektedir, yaşamın kaynağı da bu enerjidir. Peki yaşamın kaynağı bu enerjiyse insandaki saldırganlığın, kendini yok etme –nihayetinde öldürme– eğiliminin; yani ölümün kaynağı nedir? Ölüm, libidodan bağımsız başka bir içgüdü; bir enerji midir yoksa onun bir türevi mi?

Freud, bu noktada en tartışmalı tezlerinden biri olan “ölüm dürtüsü”[3] tezini ileri sürer. Haz İlkesinin Ötesinde kitabı bilhassa psikanalitik dürtü kuramında meydana gelen dönüşüme işaret eder ve cinsellik kadar, hatta kökenlerinin dayandığı ilke itibariyle daha derin ve türoluşsal alanlara uzanan bir insan güdülenmesini psikanalitik incelemenin konusu haline getirir: saldırganlık. Freud bu çalışmasına kadar insan dürtüsel yapılanmasını oluşturan temel güdülenmeleri iki ana grupta inceliyor ve normal veya nevrotik çatışmaların dinamiğinin kökeninde bu dürtüsel yapılanmaları görüyordu. Bu dürtü gruplarını ben (veya kendini koruma) dürtüleri ile cinsel dürtüler oluştururken, bunlar da sırasıyla bireyin hayatta kalmasını ve türün devamlılığını sağlıyorlardı. Haz İlkesinin Ötesinde kitabında ise kendini koruma dürtüleri cinsel dürtüler içinde yorumlanmış ve bir bütün olarak ölüm dürtüleri grubunun karşısına yaşam dürtüleri grubu olarak çıkarılmıştır.[4] Freud, saldırganlığın kökeni olan ölüm dürtüsünün hücre düzeyinde, hücrelerin ölme eğilimi olarak gerçekleştiğini ifade eder. Bunu da organik hayatın, onun başlangıcı olan inorganik hayata, eşeyli yaşamın temeli olan eşeysiz duruma, canlılığın cansızlığa geri dönme eğilimi olarak açıklar.[5]

Freud sonrası dönemde, Eros’un karşıtı olarak ölüm dürtüsü Wilhelm Stekel tarafından Thanatos’a atfedilir; antik mitolojide ölüm olarak kişileştirilen Thanatos’a.[6] Saldırganlık, saldırganlığın kökeni olarak ölüm dürtüsü ve ölüm dürtüsünün kökeni olarak da hücrelerin ölme eğilimi üzerine tezleri Freud’un kendisi için de, çağdaşları arasında da, bugün de çok tartışmalı konulardır. Psikanalizde, çeşitli savunmalarla üstü iyice örtülmüş ve kılık değiştirmiş şekillerde de olsa düş kırıklığına bağlı veya kendine güvenin bir parçası olarak yaptırımcı öfkeden, haset, kıskançlık, rekabet, hınç, intikam duyguları, öç alma, nefret, kendine yönelik şiddet, intihar ve adam öldürme arzuları ve sado-mazoşizme kadar yayılan geniş bir çerçevede ortaya çıkan saldırganlık, şu veya bu ölçüde, şu veya bu şekilde hemen hemen bütün insanların sergilediği kimi davranışların temel güdülenmesidir. Hiç kimse saldırganlıktan muaf değildir. Analitik pratiğin her gün defalarca ortaya koyduğu bu gerçeğe rağmen tartışmanın sürmesinin nedeni, insandaki saldırgan güdülenmelerin, cinsellikte olduğu gibi organizmanın temel ve kendiliğinden ortaya çıkan güçlü bir eğilimi mi olduğu, yoksa saldırganlığın ortaya çıkmasında çevreye tepkinin mi belirleyici olduğu sorusunun kesin ve ikna edici bir yanıtının verilememiş olmasıdır.[7] Yani saldırganlık konusunda bugün de devam eden temel tartışma bu eğilimin dürtüsel mi yoksa tepkisel mi olduğu üzerinedir. Değişik kültürlerde yapılan antropolojik çalışmalar insan türü için çevre koşullarının önemli bir belirleyici faktör olduğunu telkin etmektedir. Yaklaşık on iki bin yıl önce sona eren son buzul çağından ve izleyen tarım devriminden önceki homo sapienslere ilişkin bulgularda –muhtemelen nüfus kontrolü için bebek katlinden başka– özel ve altı çizilecek bir saldırganlık izi yoktur. Ancak avcı-toplayıcı üretim tarzından tarıma ve yerleşik düzene dayanan üretime geçilmesiyle birlikte tablo değişmiştir. İzleyen birkaç bin yıl içinde büyük bir ivme kazanan süreçte kabileleriyle, din ve devletiyle örgütlenen “uygarlık”, savaşları da tetiklemiştir.[8]

Ama sonuçta, ister uygar tarihle başlayan tepkisel bir eğilim olduğunu düşünelim, ister insanın dürtüsel bir eğilimi olduğunu; bunlardan hiçbirisi saldırganlığın uygar insanın hayatının bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmiyor, en azından şimdilik. 

Bir yanda bitmez tükenmez cinsel arzu diğer yanda dizginlenemez saldırganlık eğilimi... Üstüne kendi ölümlü doğasını fark edişi; doğanın sert, yıkıcı koşulları, ve bir topluluk içinde diğer bireylerle birlikte yaşamak zorunda oluşu insanın baş etmesi gereken gerçeklerdir. Özellikle diğerleriyle birarada, bir topluluk içinde yaşayabilmek adına yıkıcı güdülerini dizginlemek, kontrol etmek, yani baskılamak zorunda oluşu Freud’a göre belki de bu gerçeklerin en acı verici olanıdır. Böylelikle uygarlık bu güdüleri dizginlemek, kontrol altına almak, baskılamak, yönetmek üzere yürürlüğe konan ve ardı arkası kesilmeyecek kısıtlamalar, yasaklar, kurallar, yasalar toplamı olarak gelişir.[9] Başka bir deyişle uygarlık, insanın diğer bireylerle bir topluluk içinde yaşamak pahasına güdülerinden verdiği tavizlerdir. Eros da bu tavizlerden payına düşeni alır. Çünkü nihayetinde arzunun yüce nesnesi de rekabet üreten sorunlu bir alandır. Farklı bireyler tarafından aynı bireye/nesneye yönelen arzular çatışma yaratır.

İster yaşam, ister ölüm dürtüsüyle olsun, dışarıya doğru akmak isteyen arzuların, dışarının, yani süperegonun duvarlarına çarparak tekrar içeriye doğru yönelişi karmaşık bir ruhsal mekanizmayı harekete geçirir. Kendilerini gerçekleştiremeyen arzular egoya, yani bireye suçluluk, anksiyete, günah, yani bir çeşit huzursuzluk olarak yansır ve gerilerde bir yerlere doğru itilir ve itildikleri yer(ler)de itildikleri halleriyle, masum bir şekilde durmaz veya yok olmazlar. Maruz kaldıkları binbir türlü baskılama ve savunma teknikleriyle şekil, hal ve içerik değiştirerek; birbirleriyle etkileşim haline girerek bireydeki formuna bilinçaltı/bilinçdışı; topluluktaki formuna ise kolektif bilinçdışı dediğimiz o esrarengiz, karanlık, tuhaf; karmaşık olduğu kadar dinamik dünyaları oluştururlar.

Bireylerin aile ve toplum içinde yaşayabilmek, uygarlığın bir parçası olabilmek için güdülerinden verdiği tavizler, şimdi bir de suçluluk, anksiyete, günah gibi huzursuzluk verici karmaşık duygulara dönüşmüştür. Uygarlık, bireylere suç, günah, anksiyete veya huzursuzluk olarak yansırken tüm bu duygular bilinçdışının gizemli, volkanik evrenini örgütlemektedir. İçgüdülerin şiddetinin yanına karmaşık bir yenisi daha eklenmiştir: bilinçdışının baskısı. Sürekli bir içe ve dışa doğru kıvrılma... 

“Peki öyleyse,” diye sorar Freud, “uygarlık, haz ilkesine bağlı olarak bireylerin birarada yaşayabilmesini sağlamak üzere geliştirilen bir mekanizmayken, nasıl olup da tam tersi bir şeye; bireylerin ve haliyle toplulukların ana mutsuzluk kaynağına dönüşmektedir?”[10]  

Kesin bir cevabı, bir sonucu olamayacak bu zor soru, varoluşun çelişik yapısına götürür bizleri. Yaşam ölüme, aşk nefrete, acı zevke, düzen düzensizliğe; tüm karşıt güçler sürekli birbirlerine dönüşürken, uygarlık da bu sonsuz salınımların bir evresinde yaşanan bir gerçeklik, ya da bir yanılsama olarak var olur...

Yüceltim (Sublimation)

Freud’un psikanalitik tezlerinden ve ardından gün be gün gelişen psikanaliz kuramlarından, antropolojik çalışmalardan anladığımız üzere erotik enerji ve bu enerjinin dışavurumu süperego tarafından sürekli olarak kısıtlanır ve kurallara tâbi tutulur.

Psikanalizde, içgüdüleri kontrol altında tutmaya yönelik savunma tekniklerinden biri olan “yüceltim” (sublimation); baskılama, yer değiştirme, inkâr etme, reaksiyon-formasyon, entelektüalize etme, yansıtma gibi diğer savunma mekanizmalarından ayrılır. Freud’a göre en verimli savunma mekanizması olan yüceltim; libidinal enerjinin ruhsal, entelektüel veya sosyal üst amaçlara hizmet etmek üzere yeniden yönlendirilmesidir. Burada da yine bir “haz ekonomisi” söz konusudur aslında. Dolaysızca dışa vurulduğunda birey için huzursuzluk ve tehlike yaratacak; sosyal olarak kabul edilemez uyaranlar, idealler, yüceltme işlemine tâbi tutularak bilinçli bir biçimde ve uzun vadede –görece– kabul edilebilir etkinliklere, davranışlara dönüştürülür. Böylelikle güvenlik ilkesine ciddi bir zarar gelmeden; ilk dürtü, arzu, uyaran, olduğu gibi, tam olarak olmasa bile kısmi de olsa tatmin edilir. Yüceltilen şeylerin hemen hepsi doğrudan tatmin edilen ihtiyaçlara göre çok daha karmaşıktır. Bu özellikleriyle yüceltim, sanat alanını yakından ilgilendirir.

Öyleyse, sanat veya bir icat veya büyük bir keşif kılığına girmiş erotik sancı... İşte tam da bu yüzden Picasso’nun dediği gibi sanat ancak erotik olabilir.[11]

Yüce? (Sublime)

“Yüce” kavramı ilk olarak 1. yüzyılda yazarının Longinus olduğu tahmin edilen Du Sublima adlı eserde çıkıyor karşımıza. Longinus, kavramı retorik bağlamında, muazzam, yüksek bir düşünceyi veya dili anlatan, saygıyla karışık korku duyguları uyandıran bir nitelik olarak tarif ediyor. Daha sonra 17. yüzyıl sonu ile 18. yüzyıl başlarında John Dennis, Shaftesbury, Joseph Addison gibi İngiliz yazarların Alpler’e yaptıkları seyahatleri konu alan eserlerinde rastlıyoruz bu kavrama. John Dennis, gezisi esnasında yaşadığı deneyimi “korku ve hoşnutsuzlukla uyarılmış bir çeşit haz” olarak tarif ediyor.[12]

Edmund Burke Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi bir Soruşturma (1756) adlı eseriyle yücenin ve güzelin birbirini dışlayan kavramlar olduğunu iddia eden ilk filozof oluyor. Ona göre yüce ve güzel birbirine aydınlık ve karanlık kadar karşıt. Güzel, ışıkla vurgulanırken, yüce ancak nesnenin görünümünü yok edecek denli şiddetli bir ışıkla veya karanlıkla özdeştir. Hayal gücü, saygıyla karışık bir duyguya, huşuya doğru çekilir ve korkunun derecesine bağlı olarak “karanlık, belirsiz, karmaşık” olanla işlenir.[13]

Kant’a göre, “güzel”, sınırları olan nesnenin formuyla ilgiliyken, “yüce”, sınırsızlıkla temsil edilen formsuz nesnede karşımıza çıkar. Kant yüceyi, matematiksel ve dinamik olmak üzere ikiye ayırır. Matematiksel yücede estetik kavrayış “sınır” fikriyle kısıtlanmamış bir büyüklüğün bilgisidir. Dinamik yüce ise üzerimizde yaptırımı olmayan, korku yaratabilir olsa da ondan korkmadığımız doğa kaynaklı bir estetik yargıdır.[14]

20. yüzyılın Neo-Kantçı Alman filozoflarından Max Dessoir’in “yüce” yorumu ise son derece dikkat çekici. Dessoir’e göre yüce deneyimi, trajik deneyime benzer şekilde, üstün bir güç sergileyen nesne karşısında hissedilen kişisel korkunun, iyilik ve güvenlik hissiyle yer değiştirerek “kendini kaybetme”ye,[15] yani egonun bir anlık silinişine, böylelikle bir çeşit bütünleşme duygusuna, bütünlük hissine yol açan bir deneyim.

Lyotard’a göre ise modernist sürecin kurucu öğesi olan “yüce”nin önemi, insan aklındaki “aporya”ya işaret ederek bize kavrayış sınırlarımızı göstermesinde ve postmodern dünyanın karmaşıklığını, çeşitliliğini, değişkenliğini açığa çıkarmasında gizli.[16]

“Yüce”, ne kadar anlaşılmaya, tanımlanmaya çalışılsa da kendini ele vermeyen, açığa vurmayan, her seferinde tarifsiz kalan bir kavram/deneyim. Belki bilindışını, derinlerde yaşayan ilkel dürtüleri, arzuları harekete geçiren bir deneyim. Belki egoya tekilliğini, ayrıksılığını, yani kendi varlığını unutturan bir çeşit bütünleşme, sınırsızlık, sonsuzluk deneyimi. Belki o bir türlü tarif edemediğimiz, bilsek de bilemediğimiz, varoluş bilmecesine dair bir işaret. Kim bilir belki de evrenle aramızdaki kozmik ilişkiye dair bir ipucu; bir aporya, bir muamma, tıpkı varoluşun kendisi gibi...

Yıkım - Arzu - Yüce

Estetik modernizmde ve avangardda yüce deneyimine yol açan, yıkımdır. Gerek romantiklerde, gerek Baudelaire’de, fütürizmde, dada’da, sürrealistlerde, sitüasyonistlerde yıkım, estetik bir deneyim olarak yüceltilir. Doruğuna 1968 hareketlerinde, yıkıcılığın esteti Guy Debord’da[17] ulaşan “yıkım arzusu”nun hedefi ise artık modernliğin de ötesinde uygarlıktır. Freud’un bahsettiği uygarlığın huzursuzluğu tam da “yıkım arzusu” olarak dile gelmektedir. Sürrealizmin “gerçekliği yıkma arzusu”nda kendini gösteren de bu “uygar tarih”e karşı ayaklanmadır. Başka tür bir “insan”ın, “yaşam ve gerçeklik formu”nun hayaliyle yanıp tutuşan arzudur bu. İnsanı ve içgüdülerini baskı altına alan tüm güçlerin, yapıların yıkılarak, arzuların özgürleşmesini, insanın yegâne kurtuluşu, hakikatin ve yaşamın kaynağı olarak görür. Yıkım karşısında duyulan o tuhaf haz, tam da bilinçdışının derinliklerinde yaşanan o tarifsiz şeyin ifadesidir. Arzunun zaferidir bu haz. Nihayet onu baskılayan güçler yıkıma uğrar, üzerindeki iktidar iktidarsızlaşır ve arzu kendini gerçekleştirme olanağı yakalar; derin bir ürperti, büyük bir boşluk, baş dönmesi, esrime, sarhoşluk; bir sonsuzluk hissi; büyülenme, huşu, dehşet, vecd, şok olarak... Yüce olarak...

 

 

 



[1] Ali Artun, Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş (İletişim, sanathayat, 2010).

[2] Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu  (Metis, Ötekini Dinlemek, 2011).

[3] Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd (Metis, Ötekini Dinlemek 2001).

[4] Saffet Murat Tura,  Haz İlkesinin Ötesi ve Oidipus Kompleksi, Haz ilkesinin Ötesinde; Ben ve İd sunuş yazısı (Metis, Ötekini Dinlemek, 2001).

[5] Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde,  Ben ve İd.

[6] Paul Roazen & Alfred A. Knopf, Freud and his Followers (NY, 1975) .

[7]Saffet Murat Tura,  Haz İlkesinin Ötesi ve Oidipus Kompleksi, Haz ilkesinin Ötesinde; Ben ve İd sunuş yazısı (Metis, Ötekini Dinlemek, 2001) .

[8] A.g.e.

[9] Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu.

[10] A.g.e.

[11] Ali Artun, Erotizm, Sanat ve İktidar Dersleri, (İTÜ 2011).

[12] Marjorie Hope Nicolson, Mountain Gloom and Mountain Glory  (Ithaca, 1959).

[13] Edmund Burke, Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi bir Soruşturma (BilgeSu, 2008).

[14] Immanuel Kant, Critique of Judgment  (Macmillan, 1951) .

[15] Stephen A. Emery, “Max Dessoir”, Encyclopedia Philosophy Vol. 2  içinde (Macmillan, 1973) .

[16] Jean Francois Lyotard,  Lessons on the Analytic of Sublime (Standford University Press, 1994).

[17]Ali Artun, Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş.