/ Türkiye Sanat Tarihi / André Lhote

4/12/2017 / skopbülten / Nurullah Berk

Skop, bu yazıyla birlikte "Türkiye Sanat Tarihi" (TST) konusunda bir yayın hattı açıyor. Bunun amacı, Türkiye'de, Cumhuriyet döneminde kurulmuş olan ve hâlâ etkisini sürdüren resmî, egemen sanat tarihi anlatısıyla ilgili eleştirel çalışmalara ilişkin bilgi, belge sağlamak. Başka deyişle, bir "sanat tarihi tarihi"ne ışık tutmak. Nurullah Berk'in "André Lhote" yazısı bu hattaki ilk yazı. 11 Aralık'ta, İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde düzenlenen "Kültürel ve İdeolojik Pozisyonları İlişkilendirmek: André Lhote, Paris ve Çeşitli Ülkelerden Gelen Öğrencileri" toplantısı dolayısıyla yayınlanıyor. Metnin özgün halindeki yazım hataları düzeltilmemiştir. 

 

"André Lhote", Nurullah Berk'in 1971 yılında yayınlanan Ustalarla Konuşmalar kitabında çıkmış. Bir ressam ve Güzel Sanatlar Akademisi hocası olan Nurullah Berk, daha ziyade Cumhuriyet dönemi sanat tarihi üzerine yazılarıyla biliniyor. Son derecede geniş olan bu konudaki külliyatı, Türkiye'de tarihyazımının temel anlatısını oluşturmuş. Çoğu, sanatçıların kaleminden çıkma olan sanat tarihi kaynakları, hep onun belirlediği meslekî gruplar, dönemler üzerinden kurgulanmış. Sanatsal modernleşme yaklaşımı, onun tanımladığı 'kübizme', geometrik estetik anlayışına ve konstrüktivizme göre tasavvur edilmiş. Nurullah Berk'in bu modernleşme yaklaşımlarında, öğrencisi olduğu, ve resimlerinde olduğu kadar düşüncelerinde de bağlı kaldığı André Lhote'un etkisi büyük. Devlet bursuyla İstanbul'dan Paris'e gönderilen ve Lhote'un "Akademi"sine devam eden birçok başka sanatçı da bu üstadın öğretilerini benimsemiş. Lhote'un Paris'te açtığı ve iki dünya savaşı arasındaki dönemde başında olduğu "Akademi", bütün dünyadan, ama özellikle çevre ülkelerden gelen ve bu kuruluşu dolduran sanatçılar için hem bir sanat okulu, hem de modernleşme kavrayışıyla ilgili bir okul olmuş. Ve Lhote ideolojisi, bu Akademi'nin Nurullah Berk gibi mezunları aracılığıyla, farklı farklı ülkelerin estetik rejimlerine sirayet etmiş. [AA]

 

André Lhote

 

ANDRÉ LHOTE

André Lhote, Türk ressamlarının çok iyi bildiği, çoğunun hoca olarak yakından tanıdığı ünlü bir isim. Uzun ya da kısa süre Paris’te kalıp Odessa sokağına, merak için de olsa, uğramayan ressam var mı? Lhote, özel akademisini 1922’de açmıştı. Öylesine rağbet bulup gelişmişti ki burası, özellikle 1930’lardan  sonra resme çalışmak için Paris’e gelenlerin her yaşta, her milletten temsilcileriyle dolmuştu. Usta bir ressamdı Lhote, ama onu dünya sanat çevreleri akademisi ve yazılarından tanımıştı. Hocalığı ve yazarlığı ressamlığını gölgeleyecek güçte sayılırdı.

Fransa’nın Güney şehirlerinden biri olan Bordeaux’da doğmuştu. 1885 yılının 5 Haziranı’nda. On üç yaşında bir süslemeci heykeltıraşın yanına çırak girdiğine göre lise öğrenimini bitirmemişti. Bilinen heykel sanatçılarından değildi ustası, tahta oymacısıyla heykeltıraş arası bir zanaat adamıydı, işinin ehliydi. Çamur yoğurmaktan çok tahta oyar, işler, mobilya, dıvar, tavan, kapı süsleri yapardı. Bütün bunlar heykel sanatının “tatbiki” türünden işlerdi.

Sanatın bu süslemeci dalına gerçekten merak sarmış mı idi Lhote, yoksa aile durumu mu zorlamıştı genç yaşta çıraklığa? Orası belli değil, kitapların hiç birinde genç Lhote’un anasından, babasından, çevresinden bir bilgiye rastlamadık. Biyografi yazarı için büyük eksiklik. Bizde ünlü bir kişinin hayatı yazılırken doğum tarihinden başlanılır çokluk, anadan, babadan, çevreden az söz edilir. Oysa Batı biyografilerine bakınız: dedenin dedesinden başlanır, en önemsiz gibi gelen çevre ayrıntıları üstünde durulur. Bu bilgilerle çağından ve çevresinden haberli olursunuz ünlü kişinin. Lhote’un çevresini bilmiyoruz, ölümünden önce bu konuda bilgi veren bir yazı çıkmayışından.

Yıl 1898. Lhote hem tahta oyuyor, hem bu sanatı daha iyi öğrenmek için Bordeaux Güzel Sanatlar akademisinin “dekoratif heykel” kurslarına devam ediyordu. Hiç de parlak değildi para durumu: “Sabahtan akşama çalışıyor, resim kurslarına yazılmak isteyen genç kızlara hazırlık dersleri veriyordum. Günlük kazancım 14 santimi geçmezdi. Antikacıların hurda eşyasını tamir uğraşılarımı katınız bu 14 santime. Yıl 1898, santimin değeri var. On santimiyle bit pazarına gider, eski kitap ve dergileri, eski şaseleri, boyanmış tuvalleri toplardım.”

Bu çeşit yaşantı 1898’den 1904’e dek sürdü. O yıl birden soğudu genç Lhote süslemeci heykeltıraşlıktan. Bit pazarından şase, tuval toplaması, arta kalan santimlerle bir kaç tüp boya alması boşuna değildi. Fransızların “Démon de la Peinture” dedikleri resim ejderi yakalamıştı onu, bırakmayacaktı ölümüne kadar. Lhote, resim için yaşayan, nefes alan, konuşan ve yazan bir resim illetlisi kalacaktı son demine kadar.

Yıl 1904. Kişiliği belirmeye başlamıştı: okuma merakı, sanat düşüncelerini yazma, eski ressamların estetiklerini, tekniklerini inceleme merakı. İnceleyici, yorumcu, seçici, metot tutkunu bir bilgin-sanatçı tipi beliriyordu.

Ne var ki Bordeaux şehri köstekliyor, zorlaştırıyordu bu çalışmaları. Her şeyden önce  büyük bir limandı burası, Gironde bölgesi içinde, Atlantik okyanusu kıyısında bir liman. Şaraplarıyla ünlü idi, kırmızı, beyaz, her çeşit şaraplarıyla. Bir piskoposluk, bir üniversite, bir akademi, yüksek ticaret mahkemeleri vardı. Bir de büyük tiyatrosu. Tipik bir burjuva şehriydi Bordeaux, kendi yağıyla kavrulan orta rahat ve hareketsiz bir şehir. Büyük adamlar yetiştirmemiş değildi bu iklimce sıcak, fikirce durgun yer, ama hepsi kaçmıştı Paris’e, hiç biri yaşamak istememişti akılsız hemşerileri arasında. Nitekim Lhote da sırası gelince değerini bilmemiş Bordeaux’ya küsmüş, bir daha o şehre gelmemişti.

Çekecekti 1910 yılına kadar Bordeaux’nun boğucu sıcağı kayıtsızlığı. Resim yapmaya başlamıştı, kendi kendine hocasız. Canlı hocası yoktu ama sanat tarihinin bütün ustaları vardı. Kötü röprodüksiyonlar bulmuştu dergilerde, hocadan daha ilginçti o soluk resimler: Empresyonist’ler, Gauguin, Cézanne. Günün birinde gerçek bir Gauguin, gerçek bir Cézanne gördü, parmağını değdirebildi tuvallerinin üstüne. Gözü açılmıştı artık, resim sanatının iyisini kötüsünden, hasını yapmacıklısından ayırabiliyordu. Çağdaş bir ressamdı, akademizmden, dondurulmuş formüllerden nefret ederdi, ama eski çağların sanatına tutkundu. Aslında, çağdaş bir klasisizm özlemi içindeydi.

Yirmi bir yaşındaydı, büyük müze görmemişti daha ama sevdiği sanatçılardan ilerideki niteliği beliriyordu: ortaçağ kiliselerinin renkli camları, 15, 16. yüzyılların dıvar freskleri, İtalyan primitifleri, Signorelli, Mantegna, genç Lhote bunları inceliyor, bu eski üslupları çağdaş estetikle barıştırmayı düşünüyordu.

Renk lekesinden çok çizgiyi, deseni, çizgi içinde sınırlandırılmış açık, gölgesiz renkleri seviyordu. Kıvrak, dekoratif çizgiye olan ilgisi uzun süre bir süslemeci yanında çalışmış olmasından geliyordu belki. Çizgi arabesk’ini, İngres’in deyimiyle “çizgi müziği”ni öngörüyordu resim sanatında. Bordeaux’nun boğucu, sessiz geceleri kitaplar deviriyordu: Diderot’nun “Paris sergilerinden eleştiriler”i, Baudelaire’in “Estetik üstüne meraklı konular”ı Delacroix’nın “Jurnal”ını, okuyordu bunları rahatlıkla. Ne liseyi bitirebilmiş, ne de Üniversitenin yüksek plandaki öğrenimine yanaşabilmişti. Genel bilgi ve kültür aşamalarından geçmemekle beraber işleyen bir kafası vardı “spekülatif”, kurgucu bir kafa idi. Karşısına çıkacakların basmakalıp yargısınca kuru, duygusuz, salt teorilere önem veren bir mizaç değildir onunki. O kadar değildi ki hem Kübist’lerin entellektüel geometrileştirmelerine, hem de soyut ressamların tabiat dışı oyunlarına katılmayacaktı.

Salt duyguyu, ruhu, romantik izlenimleri yeter bulmuyordu. Salt duygunun gelip geçici olduğunu, ilham perisine bel bağlamanın sanatçıyı tehlikeli sislerde boğabileceğini söylüyordu. Büyük sanat çağlarının ölümsüz temsilcileri duygu ile bilgiyi, kalp ve kafayı birleştirmişlerdi. Sanat da, kendine göre, bir bilim dalıydı. Sanatın da ölçüleri, hesapları, geometrik bir mekanizması, teknik sorunları vardı. Lhote, Nicolas Poussin’in ve Leonardo’nun aforizmalarını hatırlardı. Poussin, “İyi bilin ki resim, ıslık çalarak yapılacak şeylerden değil”, büyük Leonardo da “Pratik çalışmanın sağlam bir teoriye dayanması gerek” dememişlerdi.

Yıl 1910. Lhote Paris’e göç etti, ilk denemelerini Druet galerisinde sergiledi. Siyah tüller bürünmüş bir “Dul Kadın”, kırlara uzanmış bir “Çıplak”, dumanlarını savuran gemi bacaları, yelkenliler, vinçler, mavi gök üstünde dalgalanan bayraklarıyla “Bordeaux limanı”, Paris’in gördüğü ilk André Lhote”lar bunlardı. Daha ilk günlerinde sergi başarıya ulaştı. Şair Paul Verlaine’in arkadaşı Charles Morice kataloğun önsözünü yazmış, genç ressamı göklere çıkarmıştı. Lhote ile yakından ilgilenenler arasında “Le grand Meaulnes”un genç yazarı Alain Fournier[1] ve André Gide idi.

Druet galerisindeki ilk sergi üstüne şöyle yazmıştı Lhote:

 

Bu ilk sergime dostlarım ve sanat eleştiricilerinin gösterdikleri ilgi gerçekten de aşırı olmuştu. Bir genç ressamın daha ilk adımlarında böylesine beğenilmesi tehlikeli. Nitekim öyle oldu benim için. İlk yapıtlarımı göklere çıkaranlar sonrakilere dudak büktüler, nedense. Druet galerisindeki sergiden sonra ilk müşterilerim ressam Maurice Denis ile André Gide olmuşlardı. Bir de çok ayıp bir şey yapmıştım serginin açılış gününde gitmemiştim. Oysa Alain Fournier sıkı tenbih etmişti, gelmezsem rezalet olur diye. Açılış saatinde Louvre’da idim, İtalyan primitiflerinin karşısında. Bu çiğliğimi düşündükçe dün olmuş gibi utanırım.

 

               

Alain Fournier                                                                                              Etüt

 

Lhote’un genç dostu, körpe yaşında ölmesi yazılı Alain Fournier’den söz açılmışken ressam arkadaşının bir çırpıda yaptığı desenine bakalım. Bu kroki ve yanındaki çıplak, Lhote’un daha o yıllarda açıkladığı resim anlayışının, uyguladığı tekniğin iki örneğidir. İlkin desen gücü. Lhote’a göre desenin başlıca iki elemanı düz ve eğri çizgiler. Ondan çok önce Cézanne “Tabiatta her nesne kareye, yuvarlağa, silindire uyar” dememiş mi idi? Ve gerçekten de gördüklerimizin tümü ya düz, ya eğri değil midir? Bu prensibe dayanarak Lhote, sanatının emekleme devrinde bile, belirsiz, yumuşak, karaktersiz, kendi deyimiyle “damarsız” çizgiye savaş açmıştı. Geometrik kesinliğe tutkundu. O kesinlik ki sevdiği çağlar sanatında Mısırlılar, Gotikler, Primitifler tarafından bol bol uygulanmıştı. Alain Fournier’nin portre krokisinde bu kesinliği, planları birbirinden ayıran düz ve yuvarlak bölmeleri görüyoruz. Çıplak da öyle, rastgele vurulmuş bir çizgi yok bu krokide de, baş, kollar, göğüs, gövde ve bacaklar düzlerle eğriler senfonisi.

Yıl 1912. Kübizm ekolü artık iyiden iyiye kristalleşmiş durumda. Bir yandan Kübizm, bir yandan soyut sanat. Soyut sanatın öncüleri Paul Klee ve Wassily Kandinsky. “Sanatta düşün payı” kitabını yayımlıyor. Lhote “Altın Kesim” grubunun sergilerine katılıyor. 1912 ile 1922 yıllarında Fransa ve Almanya çağdaş sanat akımlarının beşikleri. 1919’da mimar Walter Gropius Weimar’da Bauhaus adındaki sanat okulunu açıp mimarlığı, plastik sanatları, süsleme bölümlerini, tiyatro dekor ve kostümlerini yepyeni formüller, pedagojik sistemler içinde okutmaya başlıyor. Bu okulun hocaları Kandinsky, Paul Klee, Lionel Feininger, Oskar Schlemmer, Moholi-Nagy, Walter Gropius, başka öncü sanatçılar.

Ve André Lhote 1922’de Montparnasse’da, Odessa sokağında açılan bir çıkmazda kendi özel akademisini kuruyor.

Sanat yazarı olarak Lhote, gücünü 1917’den başlayarak göstermişti. Günlük gazete ve dergilerde çıkan yazılarının ne denli ilginç, canlı ve köklü olduğunu gören Fransa’nın en ağır başlı, ama aynı zamanda en ilerici edebi organı olan La Nouvelle Revue Francaise plastik sanatlar bölümünü ona vermişti. Bu dergide 1940’a kadar sürdüreceği yazılarında Lhote, o akıcı, dinamik üslubuyla sanat sorunlarını inceledi, hem eski ressamlar, hem çağdaşları üstüne en ilginç düşünüşlerini sıraladı. Fransa ve Avrupa’nın seçkin bir sanat eleştiricisi olarak kendini kabul ettirdi.

Güçlü bir sanatçının, sanat çalışmalarına paralel olarak, yazarlığı ve eleştiriciliği de yürütmesi hep tartışılmış bir sorunu seriyor önümüze. Profesyonel yazarlar olamaz, ressam şövalesi, yazar yazı masasının önünde gerekdirler. Bu iki çaba onlarca zıt, barışamaz şeylerdir. Lhote’un yazarlığına karşı koyanlar böyle düşünüyorlardı. Ne vardı ki Lhote hem değerli, öncü bir ressam, hem de eşine az rastlanır bir yazar, bir eleştiriciydi. Profesyonel eleştiricilerin Lhote’un yazarlığına diyecekleri yoktu ama ressamlığını ellerinden geldiği kadar yeriyor, kitaplarında ona yer vermiyorlardı. Onlara göre Lhote eleştirmeci sanatı yapıyordu, tabloları kuru, teorik, ruhsuz yapıtlardı. Demek oluyor ki resim ve yazının atbaşı gitmesi sanatçı için anormal bir çabaydı.

Yanlıştı bu yargılar, profesyonel yazarların bir çeşit kıskançlıklarını yansıtıyordu. Yazarlar sanatçıların kendi alanlarına girmelerine kızar, yazıyı tekellerinde tutmak isterler. En ünlülerinden biri, profesör Lionello Venturi, bir gün bana, Roma’da bir kongre sonrası: “Ne, demişti. André Lhote’un öğrencisi misiniz, ne öğretti size o kötü ressam”. Ak sakallı koca profesöre André Lhote’u kıskandığını söyleyemezdim!

Bir de Fransa’nın en ağırbaşlı yazarlarından biri olan Jean Cassou’yu okuyalım: “İsterdim ki bu kitabın okuru, André Lhote’un yazılarını, resim sanatını aydınlatmaya, incelemeye çalışmış olanların arasında en önemli, en yüksek plandakileri bilsin. Çok geniş bir yer kaplar bu yazılar, çünkü Lhote, bütün meslek hayatı içinde boyuna yazmış, ressam olarak meydana getirdiği yapıtları düşüncesinin ışığında aydınlatmıştır. Lhote, resminin yapılmasıyla yorumlanmasını atbaşı yürütmüş bir ‘tam adam’dır.”[2]

Battista Alberti, Michel Ange, Leonardo da Vinci, Albrecht Dürer, Delacroix, Eugène Fromentin, Maurice Denis, daha bir çok sanatçının yazılarını düşünecek olursak bu konuda söylenecek çok şey olduğunu görürüz. Ne var ki bu büyük sanatçılar sanat yazarlığının “edebiyatı”nı yapmışlardı  daha çok. Lhote ise düpedüz eleştiriciliğe girmişti ve çekememezlikler de bu kimliğinden doğuyordu.

Odessa sokağındaki özel akademiye dönelim. Epeyi büyük, balkonlu bir atölye idi burası. Aşağıda çıplak modelden, yukarıda her hafta değiştirilen natürmortlardan çalışılırdı. Hıncahınç dolu idi burası, dünyanın her yerinden her yaşta gelenlerle. Yirmi yaşındaki Alman kızıyla altmışlık İsveçli yanyana çalışırlardı. Duvarlarda Lhote’un eski ve yeni tabloları asılı idi. Hocanın bu atölyede uyguladığı öğretim sistemi resmi akademiler sisteminin karşıtı sayılabilirdi. Hamle yapmış bir hocanın öğrencilerini hamleye iten bir sistemdi. Ama bu hamle, körükörüne yenilik peşinde koşan düşüncesiz bir atılganlık olmaktan çok uzaktı. Aksine, gerçek klasisizm öğretiliyordu. Çıplak modelin pozu bir Rübens’i ya da bir Tintoretto’yu mu hatırlatıyordu? Hemen hoca Rubens’ten, Tintoretto’dan örnekler gösterir, o baş döndürücü, ustaca incelemelerini dökerdi. O kadar ilginçti ki hocanın haftanın iki gününde öğrencilerine sözleri, öğütleri, bu sanat konuşmalarını dinlemeye gelirlerdi dışarıdan.

Burada Lhote’un sanat kimliğini açıklamak faydalı: Kübizm ekolüne katılmıştı, Paris’e gelir gelmez. Daha Bordeaux’da iken sevgilerinin onu Kübizm’e hazırladıklarını gördük. Ne var ki o, Picasso, Gleizes ve Metzinger’in, Braque ve öteki Kübist’lerin nesneleri parçalama, soyutlaştırma sistemine katılmıyordu. Hele, soyut eğiliminin kesin karşısında idi. En gerçekçi sanat yapıtı, yüksek planda olunca soyut bir şeydi onun için. Soyut olmayan bir tablo düşünülemezdi. Tabiat görünülerini plastik anlayışla yorumlamak soyut bir çabaydı. Yüzde yüz soyut bir çabaya ayrıca soyut görünüş katma ne gerekti? Kübizm’e gelince, Lhote, bu eğilime insancıl, ılımlı bir nitelik aşılamak istiyordu. Onca tabiatı kübikleştirmek paramparça etmek değil, aksine, geometrik planda biçimlendirmek, paramparça etmek değil, aksine, geometrik planda biçimlendirmek, stilize etmek, dekoratif–süslemeci bir tatlılığa götürmekti. Böyle düşünen başka ressamlar da vardı: Roger de la Fresnaye, Jacaues Villon. Picasso’nun göz tırmıklayan dikenli, tırtıllı, aşırı biçimlerinden, Léger’nin tabiatı parçalamamakla beraber ağırlaştıran, kuntlaştıran anıtsal mimarisinden çok uzaktı Lhote’un üslubu. Tatlı kıvrımlı, dekoratif çizgisi, empresyonistlerinkine yakın, sıcak ve soğuklarla ustaca oynayan bir paleti vardı.

Verdiği konferanslar önemli yer tutmuştu sanat çabasında: 1923-24 arası Bürüksel üniversitesinde, Collège de Fırance’da, 1945’te Sorbonne’daki konferansları.

Mirmande’ı keşfetti Lhote 1925’te. Rahmetli Cemal Tollu bir yazını o köyde, Lhote ve talebeleri arasında geçirdiğinden ondan duymuştuk Mirmande hikâyesini. Burası Drôme vilayetinin viran bir köyü idi. Evleri bakımsızlıktan o kadar çürümüştü ki zaten fakir olan halkı başka yerlere göç etmişti. Bizim Elazığ sırtlarındaki Harput’a benzetilebilirdi Mirmande. Bir zamanların hareketli, bereketli hayatı yerine ölüm sessizliği çökmüştü. Ama bu yıkık köyün bulunduğu bölge kırmızı topraklı tepecikler, zeytin ağaçlarıyla bezenmişti. Bu güzel tabiat parçası içinde yer yer yükselen yapı kalıntıları bir ressamı ilgilendirecek görünüler yaratıyordu. Fransa’da kimse buraya rağbet etmediğinden arsalar ve yıkık köy evleri bedava denecek kadar ucuzdu. Lhote zengin değildi, burasını kesesine uygun buldu. Harap bir evi satın alıp tamir ettirdi. Dostlarını, öğrencilerini çağırdı. Gelenler onun gibi yıkık evleri satın alıp yazlığına yerleşmeye başladılar. Lhote atölyesinin kalabalık grupları Mirmande’ı şenlendirdiler. Köylülerin yüzü güldü. Yaz ayları Mirmande sırtları, eski Yunan’ın açık hava Akademya’ları gibi, çeşitli sanat sorunlarının konuşulup tartışıldığı okullar oldu.

Birkaç yıl sonra artık adamakıllı kalkınan Mirmande’ı bırakıp ona benzer başka bir köy olan Gordes’a yerleşecekti Lhote, yine bir sürü dostu, öğrencisiyle. Mirmande ve Gordse gibi bereketli tabiat parçaları içindeki köylerden söz açılmışken Lhote’un çalışma sistemine değinmek gerek.

Yukarıda da belirttik: André Lhote soyut bir ressam olmamıştır hiç bir zaman; bu demektir ki modele, tabiat görünülerine ve nesnelere sırt çevirmemiştir. Atölyesine kapanıp tezgâh işi yapan bir sanatçı değildi. Böyle olmakla beraber bir tabiat kopisti, “natüralizm” tutkunu değildi. Emile Zola’nın deyimiyle, sanatı, “kişiliğin süzgecinden geçmiş tabiat” bilmiş, dış dünyadan vaz geçmemişti. Görünü olsun, portre, figür, her hangi bir konu olsun, ilkin gerçekçi bir prensipe dayanan sıkı etütler yapardı. Bunlar, değme klasik sanatçının başaramayacağı güçte işlerdi. Sonra bu renkli renksiz etütlerle atölyesine kapanır, tabloyu onlara dayanarak geometrikleştirilmiş, stilize edilmiş düzenlemelerin kesin ağlarına vururdu. Gerçekçi bir soyut demek doğru olur Lhote için.

Yıl 1939. Lhote kitap olarak yayımlanan ilk büyük yapıtını verdi: “Peyzaj Bilgisi”. Leonardo da Vinci’nin ünlü “Resim Bilgisi”nin yeni çağın ölçülerine uygun bir benzeri olmuştu bu kitap. Lhote burada çizgi, desen, renk, düzenleme, ışık-gölge gibi resim sanatının bütün teknik konularına değiniyor, eski görünü ressamlarını yenilerle kıyaslıyor, genç sanatçılara gerekli bütün öğütleri veriyordu.

İkinci dünya savaşı yıllarını Lhote Paris’te geçirdi. Picasso gibi Güneye, Léger gibi Amerika’ya gidip rahata kavuşmadı. Paris’in Almanlar tarafından işgal yıllarının Fransızlar için ne kadar acılar, yoksulluklarla dolu olduğu biliniyor. Odessa sokağındaki atölyeyi sürdürdü mü Lhote? Yoksa Boulard sokağındaki atölyesine kapanıp savaşın sonunu mu bekledi? Yanlış bilgi vermeyelim. Bilinen, savaştan hemen sonra, 1946-47’lerde özel akademisinin açıldığı, o dünyaca ünlü Lhote kurslarının yeniden başladığıdır.

Lhote’un o yıllarda çekilmiş bir fotoğrafına bakınız. Yorgun, biraz da bezgin görünüyor usta. Arkasında onu dikkatle izleyen öğrencilerine işin doğrusunu gösterirken eski şevkinden, canlılığından çok kaybetmiş gibi. Ama bir kaç yıl sonra yorgunluğunu unutturacak bir çağrıyla karşılaşacaktı: Mısır Maarif nezareti onu bir yıllığına Kahire Akademisini yeniden düzenlemeye ve konferanslar vermeye çağıracaktı.

Yıl 1950-51. Lhote Mısır’da günlerini faydalı çalışmalarla doldurmuştu. Bir yandan, geleneksel akademik formüller içinde bunalmış gençlere yeni bir kan aşılamak, konferanslar vermek, bir yandan da gençliğinden beri tutkunu olduğu eski Mısır sanatını inceleyebilmek.

Avrupa müzeleri, özellikle Louvre eski Mısırın sanat yapıtlarıyla doludur: çevrelerinde dönülebilecek tahta, taş, granit heykeller, alçak ve yüksek kabartmalar, süslü, resimli tabutlar, mumyalar, papirüs’ler, çeşitli biblolar. Ama Mısır sanatının belki en önemli kolu eksiktir Avrupa müze ve kolleksiyonlarında: Mısır resmi deyince her şeyden önce dıvar freskleri akla gelir. Bunlar da Abydos, Beni Hassan, Karnak, Gurnah, İpsambul, Luksor tapınakları ile mezar içlerindeki dıvar freskleridir. Böyle olduğu için Mısır resminin ne olduğunu anlamak ancak oraya gitmekle mümkündür.

Lhote, Mısır freskleri karşısında coştu. Nasıl coşmasındı ki bu teknik, Mısır resminin ne olduğunu daha bilmezken uyguladığı, benzerini Ortaçağ Fransız fresklerinde gördüğü teknikti: tertemiz, pürüzsüz konturlar –sınır çizgileri– geometrik bir üsluplaştırma, az karışımlı taze renkler, dekoratif, bezemeci bir düzen. Eski Mısır ressamları binlerce yıl öncesinden çağdaş zevklere, estetik anlayışa sesleniyor, hele, ışık görmemiş mezar dıvarlarından, dehlizlerden dün sürülmüş gibi çiçek tazeliğindeki renkleriyle, bir hamlede, günümüz sanat duygusuna ulaşıveriyorlardı.

André Lhote’un Mısır ressamlığı üstüne yayımladığı kitabı okumak gerek.[3] Lhote burada, çoğu sanat yazarlarının sayfa doldurmak için sıraladıkları “edebi” nitelikteki yazılarının tam aksine, Mısır sanatını derinlemesine inceler. Prensiplerine uygun resim anlayışını Mısır fresklerinde bulmuştur: gerçeküstü bir üsluplaştırma, geometri egemenliği, saf, karışımsız renklerin ahengi. Sanat tarihçilerinin hemen hemen hepsi akımları doğuran sosyal koşullar üstünde uzun uzun dururken sanat yapıtının asıl anlamı, asıl değeri olan teknik özellikleri üstünde durmazlar. Bununda nedenini tek kelimeyle açıklayabiliriz: anlamazlar da ondan. Sanat tarihçileri, yazarlar, çoğunlukla sanatın tekniğini bilmez, bilseler de üstünkörü bilirler. Mesleği üstüne yazı yazmasını, düşünmesini bilen ressam da, aksine, tarihi ve sosyal koşulları ikinci plana atarak yapıtların tekniğine eğilir. Bunun en parlak örneğini Lhote’un yazılarında görürüz.

Girift yazmakla açık, seçik yazmak arasındaki fark anlaşılmak istenilirse örneğin bir Elie Faure’e okumak, sonra da Lhote’un bir incelemesine göz gezdirmek yeter. Elie Faure’la başka isimler de sıralayabiliriz elbet: André Malreaux, René Huygue. Bu yazarların büyüklüğünü gölgelemek aklımızdan geçmez. Ne var ki sanat psikolojisinin derinliklerinde indikten sonra akımların, eğilimlerin nedenini o derinliklerde arayan –ve bulan– böylesine yazarları anlamak az kişinin harcı. Lhote ise yapıtı anatomi masasına yatırıp iç yapısını inceleyen berrak anlatışıyla onu gözlerimiz önünde canlandırıverir.

Ressam olarak André Lhote’un tekniğinde önemli değişmeler oldu. Kübist üsluplaştırmadan uzaklaşmış, bütün gücünü renge yöneltmişti. Bu yeni yolu, bir bakıma, Empresyonizm’e yaklaşıyordu. Işığı sıcak, gölgeyi soğuk renklerle aramak Empresyonist formülün başlıca dayanağı idi. Ama Lhote, son yapıtlarında renkleri patlatıyor, sarının en sarısını, turuncunun en turuncusunu arıyor, bunları da maviler, morlar, yeşillerle barıştırıyordu. “Rembrant’ın ışık-gölge oyunlarını ben saf renklerle tekrarlayacağım” diyordu.

Lhote için: çabalarının yorgunluğuna dayanamayarak 1962’de öldü diyebiliriz. Atölyesini yıl boyunca dolduran yüzlerce öğrencisi, kitapları, dergilerdeki yazıları, resim çalışmaları, jürilere, komisyonlara katılmaları; kavgalarını da katabiliriz bu dinamik yaşantının durmak dinlenmek bilmez çarkının içine.

 



[1] Alain Fournier. Le Grand Meaulnes, Nurullah Ataç çevirisi: “Adsız Köşk”, Varlık yayını, 19.

[2] André Lhote: Plastik sanatın değişmez kuralları. Jean Cassou’nun bir önsözü ile. Hermann yayınları, Paris 1967.

[3] La Peinture Egyptienne.

Türkiye Sanat Tarihi