Barthes’ın iki metni vesilesiyle söz ile yazı arasındaki fark ve ilişkiler üstünde kısaca durmak istiyorum. Bu metinlerden (kronolojik olarak) ilki, 1971’de kamera karşısında telaffuz edilmiş ve sonra yazıya geçirilmiş “Söyleşi İndirimli Makaledir” başlığını verdiğim söyleşi fragmanı; ikincisiyse söyleşilerinin ölümünden sonra derlendiği Sesin Rengi’ne önsöz olarak alınmış 1974 tarihli “Sözden Yazıya” başlıklı denemesi.[1] Metinlerin ikisi de fena halde Derridacı bir izleğin izini sürüyor: Sözün ve yazının ontolojilerinin farklı olması (kısaca ve basitçe sözün uçup yazının kalması) bu ikisinin varoluşunu nasıl etkiler?
“Sözden Yazıya” radyoda yapılmış bir dizi söyleşinin derlendiği bir kitaba önsöz olarak kaleme alınmış; temel soru olarak da yazıya geçirilirken sözün neler kaybettiğini koyuyor önüne. Soru bu şekilde sorulmuş olduğu için de şefkatli bir tutumu vardır Barthes’ın söz karşısında: Yazıya geçirmek “tuzaktır”, söz yazıya geçirilince “masumiyetini” kaybeder, ama hemen ardından söze bir saflık atfetmediğini açıklar: Masum olan sözün teatralliği ve taktik mahiyetidir; yazıya geçirilirken verilen ilk zayiat da konuşurken ağzımızdan kaçan “ahmaklıklar”, gizleyemediğimiz “kendimizi beğenmişlikler”, tereddütlerdir, vs. İkinci zayiat sözün akıcılığını sağlayan ve bol keseden sarf edilen ve yazıdakinin aksine mantıksal birer işlemciden ziyade dolgu işlevi gören bağlaçlardır – o yerli yersiz kullandığımız ama’lar, ve’ler. Üçüncüsüyse, konuşurken muhatabımızla bağlantı kurmak için sarf ettiğimiz “değil mi? / de mi?” türünden sözlerdir. “Bu birkaç gözlemden anlaşılıyor ki yazıya dökmede kaybedilen bedendir” diye bağlar sözlerini. Ama beden yazıda da mevcuttur aslında, Barthes’ın ta Yazının Sıfır Derecesi’nden (1953) beri beslediği kanaat budur: Beden yazıda kendisini üslupla, üslup olarak var eder. Dolayısıyla bir nüans ekler Barthes: Yazıda beden artık “şahısla çakışmaz, daha doğrusu: şahsiyetle.”
Peki kimin bedenidir yazıdaki? Bu sorunun cevabını diğer metinde buluyoruz: Yazıda “konuşan” ben bir başkasıdır (Rimbaud’nun ünlü sözünü yankılayarak söylersek); Barthes bunu bir bakıma tersinden dile getiriyor: “‘ben’ her zaman için, statü icabı, yazdığımdan daha aptal, daha safımdır, vs: yazdığım gibi değilimdir.” Yazmayı ve düşünmeyi makbul birer pratik haline getirecek stilistik ve epistemolojik koşulları yerine getirmeye çalıştığı ölçüde, yazan ben gayri şahsileşir. “Yazdıklarım benden başkasıdır,” der Susan Sontag da Rimbaud’yu şerh edercesine, “çünkü yeniden yazma imkânım var”.[2] Yeniden yazma, yani sözü yoğurma, kılıktan kılığa sokma. Yazılı sözceyi yazılı olmayandan ayıran şeylerden biri yazının geniş zamansallığıdır – iki anlamda: yazmak için ayrılabilen sürenin uzunluğu (konuşmanın kısa süresinin aksine) ve yazının cevabı ertelese bile cevap beklentisini asla ortadan kaldırmaması. Bu zamansal genişlik yazıyı benlik sunumunun mekânına dönüştürür: “yazılı metnin […] koşullarına uygun biçimde sahneye konmuş düşünce, insanlara sunmak istediğim ben imgesine bağımlı olmaya devam eder,” diye yazıyor Barthes.
“Söyleşi İndirimli Makaledir” metninin satır aralarında şefkat yerini söyleşiye duyulan bir öfkeye bırakıyor: “Makale veremiyorsanız bari bir söyleşi verin” baskısından bıkmış gibidir. Ama bu öfke iki gerekçeye bağlanılarak sunulur: bir yandan söyleşi/röportaj denen edebi türün (yazılı söylem türünün) kapitalist siyasal iktisatla bağı (PR çalışması), öbür yandan benlik sunumu imkânının sakatlanması.
Söyleşi/röportaj türü gazete ve dergiyle birlikte ortaya çıkmıştır, öncesinde kitap mecrasında “diyalog” vardı – ta Platon’dan (enikonu Platoncu olan) 17. yüzyıl ve (Platoncu olmasa da) Aydınlanma’nın sonuna kadar. “Diyalog” bugün bize iki eşit muhatap arasında görüş alışverişinin aldığı biçim gibi geliyor, ama klasik biçimiyle diyalog aslında kuklayı andıran bir muarızın ikna edilmesi amacının güdüldüğü bir türdü, Platon’un çoğu metninde de Galileo gibi bir yeni-Platoncuda da. Yazar söyleşisi/röportajı da eşitler arasında cereyan etmez (eşitler arasındaki diyalog öyle sanıyorum ki oldukça yeni bir alttür): Soran ya öğrenmek isteyen pozisyonundadır ya da konuşturmak, ifşa ettirmek isteyen; cevaplayansa bilen veya söyleyecekleri önemli olan pozisyonunda. Ne var ki söz (yani sözlü söylem) düşünme faaliyetini icra etmeye uygun bir mecra değildir. Söyleşinin yazının yerini tutamayacağını söylemek gerekiyordur: Konuşurken olsa olsa düşünüyormuş gibi yaparsınız, yazıdır düşüncenin mekânı: “Söz ve yazının rekabet ettiği her durumda yazmak bir şekilde şöyle de demektir: Ben daha iyi, daha sıkı düşünüyorum; sizden ziyade ‘hakikat’ için düşünüyorum.” Dolayısıyla düşünce-soran röportaj türü baştan başarısızlığa mahkûmdur, kendisine yeni bir konu bulmalıdır tür olarak. Röportajcı, yazara ben’ini sormalıdır, yazıya aksetmeyen ben’ini, çünkü konuşan özne ben’inden söz etmeyi çok sever, çünkü konuşmanın konusu ben’dir. Melez bir tür olarak röportajın, yani canlı yapılan ve yazıya geçirilen söyleşinin, konular sofrasından kapabileceği tek pay budur – Barthes’a göre.
“Söyleşi İndirimli Makaledir” metninde paradoksal bir nokta da var: Barthes kamera karşısında hazırlıksız denebilecek bir şekilde düşünmeye çalışmış ve hiç fena olmayan bir performans sergilemiştir. İşte bunun üstünde uzun uzun düşünmek lazım.
Söyleşi İndirimli Makaledir[3]
Roland Barthes
– Peki bu bitmekte olan “söyleşi” nedir?
– Bu soru vesilesiyle söyleşiyi eleştirmek istiyorum – ama bu söyleşiyi değil. Yazılı söyleşilerden, cevabı yazılı olarak istenen soruşturmalardan da söz etmiyorum. Canlı söyleşiden, sözlü olarak yapılan, kaydedilen, sonra “yazıya çekilen” (writé) veya, Fransızca bir kelime tercih ederseniz, yazıya geçirilen (transcrit) ama yazılı olmayan söyleşiden söz ediyorum. Bu tür söyleşi günümüzde çok rağbet görüyor; nedeni de şüphesiz (doğrudan doğruya finansal olmasa da) ekonomik: Söyleşi indirimli makaledir: “Bize bir metin yazacak zamanınız yok mu? Öyleyse bir söyleşi verin.” Düşünce ile biçim arasındaki eski çatışkı, daha doğrusu bunların ekonomisi, (iki eski kafadarın) aldatıcı suç ortaklıkları bu noktada su yüzüne çıkar: Düşünce dolaysız sayılır, hazırlık istemediği farz edilir, bir maliyeti yoktur, düşünce doğrudan doğruya sunulabilir – bu söyleşidir; biçimse zahmetlidir, zaman ister, emek ister, maliyeti yüksektir – bu da makaledir; düşüncenin düzeltilmediği, üslubun düzeltildiği söylenmek istenir bize – tamamen burjuva bir görüştür bu, kelimenin düzanlamıyla, çünkü burjuva devletinin (geçmişi Devrim’e kadar uzanır) yasası fikrin değil biçimin mülkiyetini korur. İlginç bir üçkâğıt: Bir yandan söyleşide kişisel olarak başvurulan, çerçeve içine alınan şey o olduğu halde düşüncenin değeri düşürülür, düşünce anonimleştirilir. Bu pratiğin mekanizması bütünüyle teatraldir: Söyleşi şunun tumturaklı bir göstergesidir: Yazar düşünür; söz/konuşma saf haldeki düşünce olarak varsayılır, onu (yazmadan) kaydetmek sorumlu, tutarlı bir edim olarak onaylamak demektir: Sözünüzü kaydedeceğim, öyleyse siz düşünün: Yazar da söyleşide düşünüyormuş gibi yapar (burada muhtelif performansları değil bir kurumu sorguluyorum; birtakım söyleşilerin pekâlâ düşünce içerdiğini ve, belli durumlarda, yararlı olduğunu inkâr etmiyorum; öte yandan söyleşiyi sistematik olarak reddetmek başka bir role bürünmek olur – gözlerden ırak, vahşi, asosyal düşünür rolü). Yazı açısından (ki üsluptan ayrı bir şeydir yazı) söyleşi daha da beyhude, hatta saçma görünür. Söyleşi pratiği, metnini, kitabını yazmış yazarın hâlâ söyleyecek bir şeyi olduğunu varsayar: Ne söyleyecek? “Unuttuklarını” mı? “Atıkları” mı? Tabii eğer (ki çoğu zaman durum budur) yazardan söylediğini yeniden söylemesi, ya da daha beteri “yoğun” biçimde yazdığını “açık seçik” biçimde söylemesi istenmezse (ama yazıyı meydana getiren anlamın, anlamların bulanıklığı, eksilti, çiftanlamlılık, mecaz, söz oyunu, anagram birer üslup olgusu değildir, özneyi dille mücadeleye sokan bir sözceleme pratiğidir). Yazı tam da sözün dışına taşan şeydir; bir başka bilinçdışıyla (iki bilinçdışı yoktur) değilse de konuşanın (ya da dinleyenin) bilinçdışıyla başka bir ilişkisinin kendini yazdırdığı (s’inscrire) bir zeyldir. Dolayısıyla söz yazıya hiçbir şey ekleyemez. Hakkında yazdığım şey artık benim için sözden menedilmiştir: Daha fazla veya daha iyi ne diyeceğim ki? Kabul etmek lazım ki söz hep yazının arkasındadır (dolayısıyla, bir sözün kendini açmasından ibaret olan “özel hayatın” da arkasındadır: “ben” her zaman için, statü icabı, yazdığımdan daha aptal, daha safımdır, vs: yazdığım gibi değilimdir). Mecbur kalınırsa savunulabilecek tek söyleşi türü, yazarın yazamayacağı şeyi sözcelemesinin isteneceği türdür. Öyleyse iyi röportajcı, yazara kitaplarının konusunu bir daha sunmaktan vazgeçip, söz ile yazı arasındaki ayrımlar hakkında düşünmüş taşınmış, bilgi sahibi olan ve karşısındakini tam da yazının yazmasını yasakladığı şey konusunda sorguya çeken kişidir. Yazının asla yazmadığı şey Ben’dir; sözün de hep söylediği Ben’dir: Röportajcının kışkırtması gereken şey öyleyse yazarın imgesel’idir, fantazmalarının koleksiyonudur – tabii bu fantazmaların söylenebilecek kadar eklemlenmiş olduğu ama yazılacak kadar tasfiye edilmiş/çözülmüş olmadığı o kırılgan halde (özgül olarak röportaj sözü denebilecek o halde) bunları (sözgelimi benim için: müzik, yemek, yolculuk, cinsellik, çalışma alışkanlıkları) yazar artık ne kadar düşünebilir, sözceleyebilirse.
Söyleşiyi yapan: Jean Thibaudeau
Çeviren: Savaş Kılıç
Savaş Kılıç’ın bu yazısı ve çevirisi ilk olarak Notos (Aralık 2017-Ocak 2018) dergisinde yayınlanmıştır.
[1] Roland Barthes, “Sözden Yazıya”, Sesin Rengi, çev. A. Nüvit Bingöl (İstanbul: Metis, 2017) s. 11-15.
[2] Susan Sontag, “Yaz, Oku, Yeniden Yaz”, çev. Kardelen Ayhan, Notos, no. 61, Aralık-Ocak 2016-17, s. 110.
[3] Metin olarak Tel Quel’in Sonbahar 1971 sayısında yayınlanmış, videosu Centre Georges-Pompidou’da 26 Mart 1981’de gösterilmiş söyleşiden seçilmiş bir bölüm; bkz. Roland Barthes, “Réponses”, Oeuvres complètes, c. III (Paris: Seuil, 2002) s. 1041-1043.