Ümid Gurbonav’un Türkçe’ye çevirdiği Tolstoy’un sesine eşlik eden görüntülerden, Bir Nevi Dipnot, 3 Mart 2018
Ümid Gurbanov, muhtemelen yaygın video paylaşım ortamlarına da düşmemiş bazı az bulunur kayıtlara sabırla ve özenle altyazılar yerleştiriyor. Sanırım birkaç dilde tercüme yapabiliyor. Önemli düşünürlerin, yazarların, şairlerin, sanatkârların olabildiğince eskilere uzanan kayıtlarını anlamlı bir seçkiyle sosyal medya üzerinden sunuyor. Sadece güzel sözleri hak eden bir kültür insanının yaptığını eleştirmek gibi bir niyetten mümkün olduğunca uzak kalmak kaydıyla, bu işlere dönük yükselen ilginin belirli bir hassasiyet üzerine yerleştiğini fark etmek de olanaklıdır.
“Sahicilik arayışı” gibi de tanımlanabilecek bu yaygın meyil içerisinde, herhangi bir varlığın kanıtı veya mevcudiyeti, ses-merkezli denilebilecek bir metafizik içerisinde karşılık bulur. Bu durum sadece hakikat-sonrası denilen bir zamana özgü, yalansız şeylere yönelik arayışla ilgili değildir muhtemelen. Tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olması muhtemel bu varsayıma göre, bedensel olarak yanımızda olmayan, dokunamadığımız bir başkasının varlığını en inandırıcı şekilde ses taşıyabilir. Resim de bu varlığı bir parça taşır; ama yazılı ifade, o hakikati ulaştırmak şöyle dursun, adeta yalanlar.
Örneğin Gurbanov’un, Tolstoy’un geçen yüzyıl başlarında kaydedilmiş sesini Türkçe altyazıyla sunduğu video-çeviride bu eğilimi yakalamak mümkün. Bu kayıt altına eklenmiş çok sayıda yorum bu etkiyi doğruluyor. Yorumların sahipleri, belki de ilk kez Türkçe’deki karşılığıyla sesini duyduğu büyük yazarın varlığını kucaklamış, onu sarmalamış gibi bir duyguyla bu mütevazı işin sahibine müteşekkir kalmışlar. Bir kısmı ağlamaklı olmuş. Yaklaşık 100 yıl yaşamış, neredeyse hayatı boyunca kesintisiz ve huzurlu bir yazı hayatı olmuş, yazdığı hemen her satır farklı tercümanlar tarafından Türkçe’ye çevrilmiş bir yazarın söylenceden uzak, sahici bir yaşam sürdüğüne inanmak için birkaç dakikalık bir video çeviri yeterli olmuş gibi görünüyor. Kaydı dinleyenler, bir yandan da, Tolstoy’un alter-egosu gibi var olan Dostoyevski’yi de unutmamış, “Keşke onu da duyabilsek” gibi ifadeler kullanmışlar. Gurbanov da, “ölene kadar aramaya devam edeceğim,” diye cevap vermiş.[1] O böyle bir ses kaydına rastlayana kadar Dostoyevski’nin varlığı konusundaki kuşkular da devam edecek gibi görünüyor.
Ümid Gurbonav’un Türkçe’ye çevirdiği Tolstoy’un sesine eşlik eden görüntülerden, Bir Nevi Dipnot, 27 Ekim 2018
Ses-merkezli metafizik meyil, Jacques Derrida’nın yapıtının temel meselelerinden birisidir. Gerçi o bunu Avrupa için ayırt edici bir şema gibi dile getirir ama, tüm insanlık için arketipik bir durum olarak işaret etmek de mümkündür. Bu yaygın metafizik, varlığın, kendisini ancak seslenerek sahici bir şekilde duyulur kılacağı konusunda açık ya da saklı bir varsayımla ortaya çıkar. Derrida, Helenlerden başlayarak, yakın zamanlı düşünürlere kadar bu eğilimin ne ölçüde belirleyici olduğunu hayatı boyunca anlatır. Bu amaçla bazı düşünürlerin çoğu zaman tek bir metnini alıp baştan sona okur. Örneğin Gramatoloji adlı yapıtı, Rousseau’nun Dillerin Kökeni Üstüne Deneme adlı metninden uzun alıntılarla ilerler. Derrida bu sırada, eline fosforlu kalem almış gibi, alıntılar arasındaki uyumsuzlukları ve sese ayrıcalık tanıyan satırları işaretler. Bir başka deyişle, bu şekilde serimlenen metin, türlü tutarsızlıklar, çıkışsızlıklar içerisine düşer ve saklı metafiziğini itiraf etmek durumunda kalır. Tek tek alıntılar öyle söylemese de, bu alıntılar bütünü ses-merkezli bir hakikat savunusunun olanaksız olduğunu ortaya koyar.
Derrida, bu sırada biraz da art niyetli bir okuma icra eder. Rousseau gibi, Aristoteles, Platon, Vico, Nietzsche, Bergson, Husserl, Heidegger, Levinas gibi düşünürleri de yapıbozumun gereği olarak metne “asalak” bir konuma yerleşerek, içeriden okumaya başlar. Sosyal medyada yaygın sneaky photo’lar gibi, okuma tecrübesine ait içerden bir resim paylaşır. Böylece düşünce dünyasının gösterişli isimleri, içeri davet ettikleri derin bir okur tarafından ifşa edilirler – tıpkı gösterişli bir mekânın düzensiz mutfağının gözler önüne serilmesi gibi. Yapıbozum adı verilen bu okuma, görme ve duyma pratiği, ses-merkezlilik gibi, başka metafizik türlerini, aporia adını verdiği çıkışsızlıkları, mantık hatalarını, tutarsızlıkları ele verir.
Derrida’nın okuduğu yerden metin sızdırmaya başlar, çünkü metni kendi sözlüğü, varsayımları ve yarattığı dizge içinden okumaya girişir. Böylece fikir dünyasının önemli eserleri onun bu girişimi sonucunda kendini yalanlamış olur. Yapıbozum bu anlamda, aşılmaz görünen sur içine, duvarın diğer tarafından güvenli görünen bir yapının ardına sızmış Truva Atı gibidir. Bir nevi kendisini konukseverce içerisine alan bir yapıyı içeriden yıkma girişimidir. Pierre Bourdieu’nün insani bilimleri “dövüş sporlarına” benzetmesi de burada anlamlı olabilir. Örneğin Aikido gibi bazı dövüş türlerinde, rakibi zorbaca bir şiddetle değil de, kendi gücünü kendisine çevirerek alt etmek önem kazanır. Yapıbozum bu anlamda, İlyada Destanı’ndaki Hektor ya da Akhilleus gibi düşmanını doğrudan karşısına almaz; Odysseus gibi içeriden ve kurnazca bir çatışma içerisine girer.
Derrida’nın, savaş sanatları analojileri yardımıyla anlaşılır kılmaya çalıştığımız çabası sonucunda her bir alt-metin parçası ya da alıntı, kendi içinde ses-merkezli bir metafiziği savunuyor görünse de, çok sayıda alıntı arasındaki ilişkiler böyle bir tezin olanaksızlığını ortaya koyar. Bütüne baktığımızda ses-merkezli metafiziğin olanaksızlığı ortaya çıkar. Yani ses, hakikati ancak yazı ve resim kadar taşır ya da karartır. Sesli, harfli, çizgili, renkli malzemelerden mürekkep her ifade parçası, varlığa aynı mesafede durur. Hepsi de, özünde birbirine göre ayrıcalığı olmayan ifade araçlarıdır.
Oysa yapıbozum sürecinde başvurulan herhangi bir metne ait müstakil alıntılarda yazılı ifade, sesli olanın yazıya geçirilmiş bir kopyası gibi tarif edilir. Hatta yazının, sözün taşıdığı bellek işlevini de çalarak, sözel ifadeyi güçsüz düşürdüğü öne sürülür. Yazı, hakikati temsil etmek şöyle dursun, onu çarpıtan bir ifade biçimi sayılır. Yazının altındaki sesli mevcudiyet kaybolduğunda hakikat de geri çekilir. Metinler-arası bir evrende, yazılar yalnızca birbirlerine gönderme yaparak arkalarındaki sesli dünyanın varlığını her geçen gün daha da karartır. Yazı, uzun zamandır sesleri kayıt etmekten vazgeçip, kendisinden intihaller yaparak malumun yeniden ilamına dönüşür. Çünkü ona yeni bir hakikat kazandıracak sesle bağını koparmıştır.
Bu akıl yürütmeyi takip ettiğimizde, Tolstoy, birkaç dakikalık ses kaydıyla, romanlarında çok daha etkili ve önünü arkasını tasarlayarak kaleme aldığı satırlara karşılık, birkaç hikmetli sözle tüm yazı emeğinin üzerini örtebilir. Tolstoy, zihinlere bu siyah-beyaz görüntülere yapıştırılmış cümlelerle nakşolur. Sesin geri dönüşü yazı mirasını görünmez kılar; uzaktayken mektuplar yazan biri geri döndüğünde, mektupların eski anlamını yitirmesi gibi.
Yakın zamanlı TRT arşivleri de benzer bir hissîliğe neden olur. Önceden pek sesleri işitilmemiş Oğuz Atay, Cemal Süreya, Turgut Uyar veya başkalarının sesli görüntüleri, yazdıklarından haksızca rol çalmaya başlayabilir. Bu hissî durumlar, mevcudiyeti bedene yakın ifade biçimlerinde arayan bir başka arketipe dokunur. Yazı ve resim bir dolayım, sözel olanın eklentisi sayılır. Ama sesin, kişinin bedenini en dolaysız şekilde taşıdığı düşünülür. Seslerini duymak, bu adamlara, kadınlara dokunmaya, onların kokusunu almaya en yakın şey gibidir. Bu sayede, sevdikleri şairlerin, yazarların, düşünürlerin yazılarında pek görünür olmayan bedenlerine değmek isterler sanki. Yazı ise bedensiz ruhun, maddesiz şuurun, saf zihnin eseri gibi işlem görür.