SanatHayat Dizisi'nin Onuncu Yılında Ali Artun'la Söyleşi

 

 

 

Galeri Nev’in ardından böyle bir diziyi başlatmanız aslında önceki çalışmalarınızın doğal bir uzantısı bence. Ama nedenlerini sizden dinleyelim: Bu diziye nasıl karar verdiniz, ne amaçla yola çıktınız?

Galeri Nev, 12 Eylül’den sonra Ankara’da, Çağdaş Sahne Kültür Merkezi bünyesinde başlattığım bir sanat/edebiyat/müzik programına sıkıyönetim tarafından son verilmesi üzerine kuruldu. Frankfurt Okulu’ndan Marcuse ile çok öncesinden tanışıyordum. Ama Benjamin ve Adorno’yu 1980 ertesinde okudum ve onların sanatın siyasal tözüne ilişkin tezlerine kapıldım. Diyeceğim, Galeri Nev’in kuruluşunu birtakım siyasal motifler belirlemiştir. Ve sizin de sorunuzda ima ettiğiniz gibi, aynı motifler SanatHayat Dizisi’nin yayınında da etkin olmuştur. Birkaç yıl önce bir macera gibi başlayan ama birden büyük ilgi uyandıran e-skop dergisinde de baştaki ruh sürmektedir. Her üç projede de öncelikli olan, sanat tarihi ve eleştirel düşünceyle ilişkidir. Zaten ben sanatla ilgili herhangi bir girişimde bu ikisi olmadan kamusallıktan söz edilebileceğini sanmıyorum.

SanatHayat Dizisi’ne gelirsek… Galeri’deki zamanımın büyük bölümü zaten okumak ve araştırmakla geçiyordu. Ayrıca dışarıya sık sık müze turlarına çıkıyordum. SanatHayat yayına başlamadan önce de birtakım derlemeler yapmayı düşünmüştüm. Hatta bu konuda o zamanlarda çıkan Defter dergisinden arkadaşlarımla görüşmüştüm. Ama Defter kapandı ve aynı sıralarda İletişim’in editörlerinden arkadaşım Murat Gültekingil sanatla ilgili bir dizi tasarladıklarını, bununla da benim uğraşmamı önerdi. Ve birkaç yıl hazırlıktan sonra 2003’te dizi yayına başladı.

 

Bu kitapların tamamı kapsamlı bir eleştirelliği getiriyor. Bunu, bu kitapların toplu halde sunduğu sahneyi, tartıştıkları meseleleri kısaca aktarmak mümkün mü? Bazı ana meseleleri okurlarımıza anlatır mısınız?

On yıl sonra, çıkan otuz kitaba ve hazırlanmakta olan diğer onuna bakınca, SanatHayat’ın neden bir dizi olduğu ve nasıl bir dizi olduğu daha berrak görülüyor. Geçen yüzyıl sonlarında baş gösteren tarih ve genel olarak bilgi konularındaki krizin aşılmasından sonra sanat tarihinde büyük bir canlanma oldu. Son derecede kapsamlı ve ontolojik, eleştirel bir sorgulama başladı. Kabaca, bu canlanmanın iki bölgesi vardı. İlki çağdaşlaşma öncesine bakıyordu: sanatta modernlik, estetik modernizm, avangard. Yani, 19. yüzyıl başında romantiklerle birlikte, “sanatın icat olmasından” veya özerkliğin inşasından sonraki dönem. İkincisi, çağdaşlığın ve çağdaş sanatın ne olduğunu inceliyordu. Aslında bu iki bölge iç içe. Çünkü biri olmadan ötekini düşünmek olanaklı değil. İşte SanatHayat tarihyazımında ve eleştirel düşüncede yaşanan bu canlanmayı yansıtmaya veya tercüme etmeye çalışan bir girişim.

 

    

 

Bu tartışmalardan yola çıkarak Türkiye’deki sanat faaliyetlerinin dinamiklerini, bu faaliyetlerin bağlandığı, eklemlendiği ya da tam tersine kırıldığı noktaları tanımlayabilir miyiz ana başlıklarla?

Hiç abartmadan diyebiliriz ki, özellikle 20. yüzyıl sanatının tarihi yeniden yazılıyor. Bir yandan, yeni yeni birçok belge, eser, olay keşfedilirken, diğer yandan da yeni bir tarih düşüncesi kuruluyor. Sanat tarihi 20. yüzyılın stiller kronolojisine dayanan formalist kalıplarından sökülüyor ve siyasal, toplumsal kaynaklarına iade ediliyor. Bunda 1968 sonrasında felsefede ve bilgi teorisinde yaşanan devrimin büyük etkisi var kuşkusuz. Örneğin, Avrupamerkezci, bütüncül epistemolijiyi kıran post-kolonyal düşünce başka başka modernliklerin ve modernizmlerin kuramsallaştırılmasında çok önemliydi. Bu Türkiye’de de monolitik Batı modernizmi kalıbından başka bir modernizmin düşünülmesinin, İkinci Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan bir sanatsal özerkleşme hareketinin fark edilmesinin yolunu açtı. Birçok kereler, birçok yerde üstünde durduğum bu “öteki modernizm” fikri, Galeri Nev’in sergi politikasının, ve bu politikanın yaslandığı tarih tezinin temelini oluşturur. (Galeri Nev derken, İstanbul Nev’i kastetmiyorum tabii). Ayrıca, hem 1993 yılında Kopenhag’da açtığım “Ben Bir Başkasıdır” sergisi, hem Merkez Bankası için kurmaya başladığım “1950-2000” koleksiyonunun 1994’te Ankara’da düzenlenen sergisi, hem de 1996’da İstanbul’da Yapı Kredi Galerisi’nde açtığım Mübin Orhon’un Sainsbury koleksiyonundaki eserlerinden oluşan sergi hep sanatımızdaki bu “modernist kırılma”yı göstermeye yöneliktir.

 

SanatHayat dizisi bu on yıl zarfında sanat çevresindeki kişilerden ve kurumlardan nasıl bir ilgi gördü?

Hiç beklemediğimiz bir ilgi gördü. Birçok kitap, 500 veya 1000 kopyalık küçük partiler halinde de olsa, ek basılar yaptı. Hatta, Baudelaire, Simmel, Bürger, Adorno sekizer baskı yaptı. Dizi sadece sanat okurları arasında değil, felsefe, sosyoloji, kültür kuramı, müzecilik, hatta dans ve tiyatro gibi değişik değişik konuların okurları arasında da epey ilgi gördü. Ve bir ölçüde, akademyadaki bu konularda sürüp giden literatür açığını kapattı. Ama sanat işletmelerine gelince, durum farklı. Sanat işletmeleri deyince, özellikle 1990’lardan sonra şirketlerin, özellikle de bankaların denetimine giren sanat ve kültür kurumlarından, çığ gibi artan ticari galerilerden, müzayede ve medya ortamından, şirketlerle ve devletle işbirliği yapan sivil toplum kuruluşlarından söz ediyorum. Ve tabii buralarda boy gösteren “sanat yöneticileri” ve sanatçılardan. Yani bir bakıma zamanımızda sanatın, özellikle de çağdaş sanatın resmi söylemini kuran şebekelerden veya makineden (Deleuze). Sizin gibi istisnalar dışında bunlar büyük ölçüde diziyi kaydetmediler, daha doğrusu görmezden geldiler. Bizde sanatın piyasalaşmasını yönetenler, ve bu süreç içinde birbirleriyle rekabet eden ana-akım sanatçılar, tuhaf bir şekilde sanatla ilgili eleştirel düşüncelere de egemen olmak ve bunları kendilerine mal etmek istiyorlar. O nedenle kendi denetimleri dışında bir sanat tarihi ve eleştirel düşünce birikimine tahammül edemiyorlar. Yani bir türlü, Andy Warhol’un ta 1960’larda söylediği ve zamanımızda birçok çağdaş sanatçının doğruladığı gibi, “para yapmak sanattır… en müthiş sanat ticarettir” diyemiyorlar. Veya müzelerin küresel şirketler modelinde örgütlenmesini başlatan Guggenheim’ın başındaki Thomas Krens gibi, “ evet, keşke müzeleri McDonalds’laştırabilsem” diyemiyorlar. Hem iktidarlarını sürdürüyorlar, hem de “iktidar bloğu” içindeki işlevlerini, görevlerini savunmak yerine saklıyorlar. Ayrıca hepimiz biliyoruz ki, sanat piyasasını örgütleyen yöneticiler ve sanatçılar arasında öyle ya da böyle hükümeti destekleyen sadece Kutluğ Ataman değildir.

 

Mimariyi ve sanatı ayrı ayrı mı ele almalı ya da sanat kuramlarını mimariyle iç içe düşünmek mümkün mü? Nihayetinde postmodern kavramı ilk önce mimaride kullanılmıştı.

Antikiteden beri mimarlığın en kapsayıcı sanat olduğu düşünülmüş. Bütün diğer sanatları içeren bir gesamtkunstwerk. Ne var ki, işlevsel olma zorunluluğundan dolayı mimarlık sanat kadar özerk olamamış; hep akılcı özünü korumuş. Dolayısıyla da sanat kadar aykırı, eleştirel bir söylem geliştirememiş. Postmodernliğin radikalliğine gelince, o zaten modernliğe karşı gelişen egemen söylemin bir yüzü. Mimari modernizmden, Bauhaus'tan sapmanın stili. Çağdaşlaşmanın ifadesi, bir avangardın değil. O nedenle sanatta olduğu gibi, mimarlığa özgü avangard hareketlerden söz etmek zor. Zaten mimarlıkla ilgili avangard tasarılar ve itirazlar genellikle sanatçılardan geliyor: Lissitzky, Tzara, Schwitters, Constant, Matta… Bunlarla ilgili yayınlar da son derecede dağınık ve sınırlı. SanatHayat dizisinin mimarlıkla ilgili kitapları bu nadir kaynakları tarayarak, 20. yüzyıldaki mimarlıkla ilgili avangard edebiyatı su yüzüne çıkarmaya çalışıyor.

 

SanatHayat dizisi içinde sizin kişisel favoriniz olan kitaplar var mı? Varsa, neden?

Tabii başta, daha çok düşünsel değil de duygusal olarak bağlı olduğum yazarlar geliyor: Baudelaire, Simmel, Benjamin, Baudrillard. Onların kitaplarından sonra hemen aklıma gelen Sanat Manifestoları derlemesi, avangardı kendi dilinden tanıyabilmemiz bakımından önemli bir kılavuz. Arzu Mimarlığı mimarlıkta avangard etkiler üzerine istisnai bir kaynak ve tamamıyla kendi yazarlarımızın bu kitap için kaleme aldıkları metinlerden oluşuyor. Bunlar dışında bir de, farklı bir müzecilik tarihi olan ve bir modernlik eleştirisi ekseninde yazılan Müze ve Modernlik kitabını kaydetmek isterim.

 

    

 

 

Ülkemizin şu anki hali ne modern, ne postmodern, ne dinlerin ilkeleriyle açıklanabilir sanki. Oysa ülkemizde yüzyıllardır var olan bir pazar yeri estetiği, yapısı vardır mesela; kendiliğinden biraradalığı getirir. Hem ekonomik hem rengârenktir. Pazarlar postmodern hatta modern dönemlerden çok önceden beri vardır. Bugünkü AVM’ler, rezidanslar, modern ve postmodern anlayışın aşırıya kaçmış, zıvanadan çıkmış halleri. Bu gibi sorunları tartışmaya açtığınız, irdelediğiniz e-skop’u biraz anlatır mısınız?

e-skop’la ilgili çalışmalar 2010 sonunda başladı. İlkin öğrencilerle birlikte giriştiğimiz bir maceraydı. Birçok öğrencim, artık bütün sanat dergilerinin şirket ve galeri gibi kurumlar tarafından yayınlandığından yakınıyordu. Bir anlamda sanat tarihi ve eleştiri özelleşiyordu. Oysa tarih ve eleştiri varlıkları bakımından kamusal olmak zorundaydı. Ben de bu koşullarda, bizzat bizlerin yayın işine el atmamız gerektiğini savunuyordum. Sonunda denemeye karar verdik. Ama olanaklarımız ancak bir “elektronik dergi”ye yetiyordu. Ve e-skop Ekim 2011’de yayınlanmaya başladı. “Skop” Latince’de öncelikle özgür bir düşünce ve eylem alanını ifade ediyor; “ufuk” anlamına da geliyor. Mikroskop, teleskop gibi sözcüklerden bildiğimiz “izlemek”le ilgisi bunlardan sonra. İşte biz de böyle, kolektif olarak derlenen ve yazılan özgür bir forum hayal ettik. Ve sanıyorum iki yıl zarfında bunu önemli ölçüde başardık. Biliyorsunuz e-skop’un üç bölümü var: dergi, bülten ve duyuru. Beşinci sayısı yayınlanan skop-dergi, sanat tarihiyle ilgili çağdaş meseleler çevresindeki tartışmaları derledi. En yoğun olarak izlenen skop-bültenin formatı ise esnek. Yerli ve yabancı yazarların makalelerine de yer veriyor, sergi ve yayın kritikleri de yayınlıyor, haber de veriyor. Ama bence en önemlisi, gayet kapalı ve sınırlı bir akademik çevre içinde yitip giden tezleri duyuruyor. Piyasanın denetimindeki sanat edebiyatı karşısındaki en özerk, en zengin, eleştirel ve yaratıcı birikim bence bu tezler. Üçüncü bölüm olan skop-duyuru ise kimi toplantıları, sergileri ve yayınları haber veriyor. Ayrıca internetteki alternatif, muhalif sitelerin linklerini veriyor.

e-skop ‘manifesto’sunda, bu derginin “sanatın tarihten, eleştiriden, siyasetten arındırılması kampanyasına karşı canlı bir birikim oluşturabilme çabasına bir çağrı”, “ilişkilerini rekabet yerine dayanışma üzerine kuran düşünsel bir girişim” olduğunu söylemiştik. Ve işte bu girişim tuttu. Rakamların anlamı konusunda oldukça kuşkulu olsam da, söylemeden edemiyorum: “tıklanma” sayısı neredeyse 40.000’e varan dergi sayıları ve bülten yazıları var. İnanıyor musunuz?

 

SanatHayat dizisinde sırada hangi kitaplar var?

İki önemli toplumsal tarih klasiği var: Michael North’un Hollanda Altın Çağı’nda Sanat ve Ticaret ile, Michael Baxandall’ın 15. Yüzılda Sanat ve Deneyim: Stilin Toplumsal Tarihine Giriş. Ama en önce, Çağdaş Sanat Nedir? ve arkasından Sanat ve Direniş çıkacak. Sanatın zamanımızdaki post-Fordist, gayri maddi emek süreçleriyle eklemlenerek, derin bir sömürü alanı oluşturmasıyla ilgili “prekarite” çalışmalarına bakan Sanat Emeği derlemesi de hazır. Foucault’nun Manet ve Velasquez üzerine yazılarını derleyen Sanat ve Modernizm kitabı da sırada. Bahara, Sürrealist Manifesto’nun yayınlanmasının 90. yıldönümüne Mimarlık ve Sürrealizm kitabını hazırlıyoruz…

 

   

 

Bu söyleşi Sanat Dünyamız dergisinin Ocak-Şubat 2014 sayısında yayınlanmıştır, s. 110-113.