Kaya Özsezgin (1938-2016)
Bizde giderek müzminleşen bir hastalığın adıdır bu. Ben de gazeteden okuduğum haberin yalancısıyım: 2012'nin son aylarında manşete çıkan bir habere göre (Habertürk, 14 Ekim 2012) meğerse çağdaş sanatın pazarlanmasında dünya ligi sıralamasına göre üç basamak birden atlayarak yedinci olmuşuz. Aynı habere bakılırsa, satışlar daha öncesine göre biraz gerilemiş görünüyor ama orası fazla önemli değil, onluktan yedinciliğe yükselmek az şey mi? Şu son aylarda bu yükselişten sık söz edildiğine göre, şeytanın bacağını kırmış sayılabiliriz. İç piyasada satışlar neredeyse durma noktasına gelmişken, dış piyasada böyle bir performans göstermeyi nasıl açıklayacağız, orası biraz karanlık.
En sıradan sanat sorunları üzerinde bile henüz söz birliğine varmamışken, sansür engeline takılanların yine gündemde olduğu bir dönemi yaşarken, dahası, 50. yılda dikilen heykellerin yerlerinden sökülerek bilinmeyen yerlere kaldırıldığına dair haberler henüz güncelliğini korurken, dış pazarın bizim sanatçılara paha biçmekte neredeyse yarış halinde olduğuna tanıklık etmek biraz çelişik bir olgu gibi görünüyor ama işin orasına Rufailer karışır artık...
Burada asıl sorulması gereken soruyu sormakla yetinelim şimdilik: Biz sanatı gerçekten seviyor muyuz? Yoksa sanatı seviyor görünürken, onun toplumsal kültür bağlamında neyi temsil ettiği sorununu çözememiş olmanın sıkıntılarını içten içe yaşamakta olduğumuz için sanat denen o tartışılmaz değeri, sırası geldikçe tartışarak kavramaktan uzak durmakta hâlâ direniyor muyuz?
Bizdeki ilk ciddi yayınlardan biri olarak, 1968'de Cevat Çapan'ın dilimize kazandırdığı Ernst Fischer'in kitabının (De Yay.) girişinde yazar, ilerde sanatın belki de ortadan kalkabileceğini öne süren Mondrian'ın kehanetine değinirken, bunu, hayatın dengeye kavuşacağı bir dönemle ilişkili görüyordu. Oysa sanat, insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gerekli olduğu sürece yerinde duracaktı. Nitekim öyle olmuştur. Toplumsalcı estetiği savunan Fischer, daha da ileri gidiyor, başlangıçta din ve bilimle aynı şey olduğu halde, sınıfsız bir topluma ulaşma aşamasında sanatın görevinin artık ne büyü ne de toplumu aydınlatma olacağına dair inancını dile getiriyor.
Sanatçı olabilmenin ölçütleri ise dünden bugüne değişmediği gibi bundan sonra da değişmeyecektir. Fischer'in kitabının Türkiye'de yayımlandığı tarihte, onun yazdıklarını sanatın amentüsü gibi okuyup ezberleyen 60 kuşağı, gerçek sanatçının kim olduğu konusunda da yine Fischer'in öğütlerini belleğine kazımış olmalıydı o tarihlerde. Çünkü yazara göre sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekiyordu. Duyuş yalnız başına bir şey ifade edemezdi. Sanatçının işini bilip sevmesi, bütün kurallarını, inceliklerini, yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın doğayı uysallaştırıp sanatın bağıtlarına uydurması gerekiyordu. Acaba biz bu işin neresindeyiz?
1960 kuşağı, Fischer'in öğütlerine yeterince kulak vermiş olmalıydı ki, satış furyasına kendini kaptıran ve sanatın değerini onun parasal değerleriyle ölçen günümüz sanatçılarının pek çoğunun aksine, yapıtını daha iyi bir çizgiye taşımanın çabası içinde idi. O yıllarda Damien Hirst'ün pırlanta taşlarına boğulmuş iskelet kafasına benzer bir metafor gündemde yer almamıştı daha. Dali'nin sivri bıyıkları göz alıcıydı ama o çehrenin gerisindeki sanatçı imajı daha önemliydi. Kolay ve pratik yoldan gürültü kopararak gündemde yer edinme sevdasına kapılan kimseler o yıllarda yoktu henüz ortalıkta.
Günümüz gazetelerinin ve magazinlerin çokbilmiş sanat muhabirleri, o türden ünlü sanatçıların peşi sıra gezerek akıllarınca büyük üstatları lanse etme telaşındalar bugün. Sanatı içeriden değil de cilalanmış görüntüsünden tanımaya ve anlamaya çalışanlar ise yanılma pahasına edindikleri izlenimi gerçek sanarak oyalanıp gidiyorlar.
Böyle bir ortamda şişirilmiş piyasa bedellerinden övünç payı çıkarmak da, bu işin tezgâhını yapanlara kalıyor.[1]
[1] Kaya Özsezgin, The Sanat Çağı (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2013) s. 63-66.