Bir galeri düşünün; galericisi yok; sergisi yok; izleyicisi, müşterisi, koleksiyoneri yok; zaten satışı yok. Ucuz konfeksiyon ve tuhafiye dükkânlarının doldurduğu, tıklım tıklım bir pasajın en dibindeki bir göz dükkân boşalmış, bir badana, galeri olmuş. İstanbul’a uğrayan Norveç’ten, Almanya’dan, İtalya’dan, oradan buradan genç, göçebe sanatçıların atölyesi, duruma göre oteli, kafesi, lokantası, forumu... İstanbul’da “bulundukları”, “kaldıkları”, çalıştıkları yer. İşlerini orada yapıyorlar ve gelen geçen olursa, onlara orada gösteriyorlar. Pasaj esnafıyla ahbap oluyorlar. Ne de olsa pasaj esnafı da bir tür sanatkâr. Dolayısıyla komşuları galerideki sanatçıların sanatına, koleksiyonerlerin veya birçok başka meraklısının sanata gösterdiği ilgiden daha çok ve daha samimi bir ilgi duyuyorlar. Zaten “Kentsel Bahçe Laboratuvarı” veya “Kotti-shop/Üretken İstanbul” çalışmasında olduğu gibi zaman zaman sanatla birlikte uğraşıyorlar, örneğin sürrealistvari kolajlar yapıyorlar. Veya “Herkes Kendi İşinin Profesyoneli” adını verdikleri ve pasaj kalabalığına oynadıkları temsilde olduğu gibi, birlikte “perform” ediyorlar. Paçavraları birleştirerek yaptıkları yaygının üstüne koydukları mukavva kürsüden siyaset yapıyorlar: ister işlerini anlatıyor, ister dertlerini dile getiriyor, ortalığı protesto ediyor, isterse de Gramsci’nin tabiriyle “gündelik felsefe” kesiyorlar. Sonradan bu paçavra yaygı, mukavva kürsü, kâğıttan kolaj gibisinden her ‘sanat nesnesi’ çöpe gidiyor. Nicolas Bourriaud’nun İlişkisel Estetik tezini canlandıran Gillick, Tiravanija gibi sanatçıların sanat tacirleriyle kurdukları sanatsal ilişkilerin, örneğin birlikte yedikleri yemeklerin artıkları gibi müzayedelere değil. PASAJist’te kurulan oyunlarda, görünüşte sanat piyasasını eleştiren, ama aslında bu piyasayı deneyimleri bile pazarlamaya varıncaya kadar örgütleyen ‘ilişkisel’ hilelerin izlerini aramak boşuna. Veya Alan Kaprow’un “happening”lerinin mizansenini…
Kurucuları şikâyet etse de, bence PASAJist’de, beylik bir galeriye kıyasla olmayan her şey aslında onun varlığı. Tabii başta sanatın ve sanatçının ayrıcalıkları, iktidarı, itibarı. Pasajdaki galeri, sanatçısıyla, izleyicisiyle, deneyimiyle, sanatın bütün yapıcı ve yıkıcı anlamlarından arınmış. Bütün modernist, avangard, postmodernist, kısacası estetiğe ve tarihe ilişkin bütün referanslardan, problematiklerden soyunmuş. Öyle sanatın anlamını veya anlamsızlığını sorgulayan anti-art bilinçten, Duchampvari jestlerden, Kosuth türü filozofiden, sitüasyonistlere özgü anarşiden, bir an için de olsa hekesin şair olacağı bir olaydan/eylemden eser yok. İlle de mirasla bağ kurmak gerekirse, pasajın sanatı umursamazlığı, belki Dada’nın sanatı “hiçleştirmesiyle” ilişkilendirilebilir. Ama burada öyle bir bilinçli bilinçsizlik, sanatı sanatsızlaştırmaya karşı bir kavga filan da yok. Ama geriye kalan bir şey var: Küresel bir flanörlük, sanki tarih öncesinden kalma bir kolektif emek dürtüsü, keyifli bir keyfîlik, kendiliğindenlik, tesadüfîlik, muhabbet, kayıtsızlık, hesapsızlık kitapsızlık, kibirsizlik, umut…