Ötekinin Ebedi Gösterisi: Le Jardin d'Acclimatation

11/1/2013 / skopbülten / Ezgi Bakçay

 

Geçmişte kendi devrimci şansını beraberinde taşımamış tek bir an bile yoktur.

                                                                                                 Walter Benjamin

 

Paris’in, her yıl bir milyondan fazla ziyaretçi alan, Boulogne ormanları içindeki hayvanat ve botanik bahçesi,  Le Jardin d’Acclimatation (İklimlendirme Bahçesi) 2004’te Paris Belediyesi tarafından, yenilenmek ve yeniden canlandırılmak üzere Louis Vuitton’a tahsis edildi.  Park, oyun ve kültürü, doğa ve sporu bir araya getirecek bir proje olarak tanıtıldı. Projenin merkezinde ünlü mimar Frank Gehry’nin imzasını taşıyacak devasa bir Çağdaş Sanat Müzesi yer alıyor. Müzenin 2014 yılında açılması planlanıyor. İnşaat başladı bile.[1] Parisliler ise çocukluk anılarının mekânını korumak ve kamusal alanın özelleştirilmesine karşı çıkmak için imza kampanyası başlattılar. Paris Belediyesi’nin doğal çevreyi ticari amaçlarla yapılaşmaya açmasını reddettiklerini duyurdular.[2] Bu ilginç süreç, kültür endüstrilerinin ve özellikle çağdaş sanatın kentsel dönüşümde oynadığı rolü bir kez daha gözler önüne seriyor. Küresel markaların çağdaş sanatla giderek daha sıkı ilişkiler kurduğu aşikâr. Louis Vuitton ise bu konuda öncü sayılır. Kültür endüstrilerinin gözde “sektörü” çağdaş sanat, kurumsal işleyişiyle, kentsel kamusal alanı ve yaşam alışkanlıklarını etkiliyor elbette. Bunlar uzun zamandır çeşitli ortamlarda tartışmaya açtığımız gerçekler. Fakat, bu cennet bahçesi üzerine yerleştirilen Louis Vuitton Çağdaş Sanat Müzesi’nin derinliklerinde, çağdaş sanatın kurumsallaşmasını anlamaya giden çok daha derin ve karanlık bir geçit var. Louis Vuitton sadece güneşli Pazar günlerinin gözde mekânına yerleşmiyor; bir yandan da, Batı uygarlığının en büyük sırrının, modern görme rejiminin inşa edildiği bir bataklığın içinde köklerini buluyor. Gelin, tarih meleğinin gözünden Le Jardin d’Acclimatation’un derinlerine bakalım.

 

Le Jardin d’Acclimatation

Hikâyemiz 19. yüzyılın ikinci yarısında Paris’te başlıyor. Paris’i ilk modern kent yapan, III. Napolyon’un valisi Baron Haussman’ı mutlaka duymuşsunuzdur. Kenti dev bulvarlarla, yıldız biçiminde bölen, kenti malların, insanların ve iktidarın kesintisiz dolaşımına açan Haussman; düz çizginin ve tekdüze mimarinin baronu, tüm gözeneklerine kadar gözetlenebilir bir kent yaratmak istiyordu. Bu amaçla sokak lambalarından, kamusal pisuarlara kadar tüm kenti tasarladı. Liberalizmin özgürlük vaatlerinin sembolüydü onun kenti. Her ne kadar sanayi toplumunda, toplumsal ilişkilere sömürü hâkim olsa da, rengârenk vitrinler önünde herkes eşit görünecekti. Gelişmekte olan kültür endüstrisi her sınıftan insanın, müşteri ve izleyici kimliği altında eşitleneceği bir kentsel kamusal alan deneyimi yaratacaktı. İşte Fransa’nın en eski temalı parkı olan Le Jardin d’Acclimatation, Haussman’ın emriyle bu süreçte kuruldu. 6 Ekim 1860’da İmparator ve İmparatoriçe’nin de katılımıyla açıldı. Modern kentin eğlence endüstrisinin önemli sahnelerinden biri olan yirmi hektarlık bu park alanı, 1854’te kurulmuş olan Société Zoologique d’Acclimatation’a (Zoolojik İklimlendirme Derneği) tahsis edildi. 

 

 Le Jardin d’Acclimatation

    

Derneğin amacı, tarıma ve sanayiye yeni kaynaklar kazandırmak üzere, egzotik hayvanların ve bitkilerin Fransa’ya getirilmesi, iklime uyumlarının sağlanması ve evcilleştirilmeleriydi. 1866’da Le Jardin d’Acclimatation’da dünyanın pek çok yerinden getirilmiş 110.000 hayvan vardı. Çoluk çocuk Parisliler, özellikle hafta sonları bahçeye akın ediyorlardı. 1870’te Prusya’nın Paris kuşatması her şeyi değiştirdi. Kuşatma sırasında Boulogne ormanları halkın kullanımına kapatıldı ve koyun, sığır sürüleri için barınak haline getirildi. Fakat bu sürüler Paris halkını beslemeye yetmedi. Kuşatma günlerinde yoksul halk, kedi, köpek ve özellikle giderek değer kazanan sıçanlarla beslenmek zorunda kaldı. Paris tarihinde önemli yeri olan bu sıçanlar, tanesi dört franktan satılıyordu. Varlıklı kesim ise daha özel tatların peşindeydi. Le Jardin d’Acclimatation’daki egzotik hayvanlar, ünlü şef Alexandre Choron tarafından, özel tariflerle pişirilip Voisin Restaurant’da Paris’in seçkinlerine sunuldu. Alexandre Choron’un 1870’in yılbaşı gecesinde müşterilerine sunduğu menü efsane olmuştu: Eşek kafası dolması, fil çorbası, deve rosto, kanguru güveç, biber soslu ayı incik, geyik soslu kurt, sıçan soslu kedi, mantar soslu antilop, yıllanmış şaraplarla birlikte servis edildi.[3]


                                       

Paris kuşatması ve komün günleri sona erdiğinde, bahçenin yeniden kurulması için belediyenin çalışmaları başladı. Hayvan koleksiyonu bağışlarla yeniden toparlanmaya çalışıldı. İtalya Kralı bahçeye iki Afrika fili hediye etti. Fakat bahçenin eski görkemli günlerine dönmesi mümkün görünmüyordu. İşte tam bu sırada ünlü zoolog Isidore Geoffroy Saint-Hilaire, derneğin ve bahçenin ekonomik durumunu düzeltmek ve Parislilere çekici bir eğlence ortamı yaratabilmek için harekete geçti. Çözüm kısa sürede bulundu. 1877 yılında, ünlü insan ve hayvan taciri Karl Hagenbeck’ın “küratörlüğünde” ilk etnografik sergi gerçekleştirildi. Açılış, on dört Nubi’nin[4] hayvanlarıyla birlikte sergilendiği bir gösteriyle yapıldı. Kış geldiğinde bahçenin çimenleri üzerinde altı Eskimo yerini almıştı; dört yetişkin, iki çocuk, bir beyaz kutup ayısı, foklar ve Eskimo köpekleriyle birlikte sergilendiler. Ayrıca çeşitli aksesuarlar, av aletleri, giysi ve küçük objeler de getirilmişti.[5]    

                                  

                              

                                  Le Jardin d’Acclimatation'da düzenlenen bir insan sergisi afişi 

 

Kısa sürede etnografik sergiler Paris halkının ve bilim çevresinin yoğun ilgisini çekti. Dünyanın farklı bölgelerinden getirilmiş insanlar, Le Jardin d’Acclimatation’da birkaç hafta boyunca meraklı bakışlar altında yaşıyorlardı. Tüm gündelik hayat aktiviteleri (yemek, müzik, dans, barınma, temizlik, giyim, din, cinsellik) ziyaretçiler tarafından gözleniyor, etnologlar tarafından inceleniyordu. Antropologlar, ırklararası sınıflandırmalarda kullanmak ve medeniyet seviyelerini belirlemek için ölçümler yapıyor ve vahşilerin Avrupalılarla karşılaştıktan sonra gösterdikleri gelişmeyi araştırıyorlardı.

Paris’in eğlence hayatında en çok ses getiren, Amerikan yerlileri sergisi oldu. En fazla 500 kişi kaldıkları tahmin edilen Omaha yerlileri 1883’te sergilendiler ve çok sayıda ziyaretçi tarafından ilgiyle izlendiler. Onlar Paris’e getirilen ilk Kızılderililerdi. Geronimo, Apaçiler ve Amerikan yerlilerinin savaşları Avrupa’da efsane haline gelmişti. Bundan beş yıl sonra 1889’da Buffalo Bill, Paris’te Wild West Show’u kurdu ve Geronimo’nun teslim oluşunu sahneledi. Le Journal des Voyages gibi yayınlarda, edebiyatta ve eğlence dünyasında Apaçiler son derece popülerdi. Bir sanatçı, maskeli bir baloya Apaçi kabile şefi olarak katılıp sansasyon yaratmıştı.

 

                

 

1891’de Fransa, Dahomey’le sömürge savaşı içindeyken, Dahomey halkına komşu bir kabilenin insanları Le Jardin d’Acclimatation’a getirildi. Onlara geleneksel Dahomey kostümleri giydirildi. Vahşi danslar yapmaları ve kendi aralarında dövüşmeleri için zorlandılar. Bu nefes kesici gösteriyi izleyenler, Fransa’nın okyanus ötesinde barbarlara karşı verdiği mücadeleyi bir kez daha haklı buldular.

1881’de Fuégienlerin Paris Le Jardin d’Acclimatation’a getirilmeleri, hem halkın, hem de etnik sergileri farklı insan türlerini incelemek için fırsat olarak gören antropologların büyük ilgisini çekti. Yakalandıktan sonra, Avrupa’ya bir Alman yük gemisiyle getirilen on bir kişilik Alakaluf grubu Fransa ve Almanya turnesini tamamladığında, geriye sadece iki kişi kalmıştı. Bunlar Ushuaia misyonerlerine iade edildiler.[6] Sergilere getirilen insanlar yolculuk, yorgunluk ve hastalıklardan dolayı hayatlarını kaybediyor, cesetleri ise tartışmalara neden oluyordu. İlk Karayipli Le Jardin d’Acclimatation’da öldüğünde, Musée de l’Homme yetkilileri ölünün kafasını almak istedi fakat Valilik buna izin vermedi. Bazı iddialara göre Karayiplilere müzede otopsi yapılmıştı.[7]

 

                   

 

Le Jardin d’Acclimatation’ndaki insan sergileri, 1931 yılına kadar tam elli dört yıl sürdü. Son sergilenen halk ise Kanaklardı. Kanaklar, Yeni Kaledonya’dan çeşitli vaatlerle kandırılarak getirilmişlerdi. 1929’da Senegallilerin kaldığı, radyatörle ısıtılan kafeslere yerleştirildiler. Kadınlar ve pigmelerin sergilenmesi için ayrıca platolar kurulmuş, dekor olarak bir de küçük havuz inşa edilmişti. 1 Nisan 1931’de l’Excelsior gazetesi “büyülü adalarının pitoresk dekoru içinde son yamyamların sergilendiği gösteri”yi Parislilere duyurdu. Bahçeye giriş iki franktı. Altı yaşından küçük çocuklara yüzde elli indirim yapılıyordu. Bahçeye girdikten sonra izleyiciler timsahlar ya da yamyamları izlemek arasında seçim yapmakta özgürdü. Kanakları görmeye gelenler için “yamyamlar” başlığını taşıyan bir broşür hazırlanmıştı. Kanakların gösterisinin koreografisini Châtelet Tiyatrosu’ndan ünlü bir yönetmen hazırlamıştı.[8] Yamyam sergisi Eski Fransız Sömürgeleri Federasyonu tarafından düzenleniyordu. Federasyon Başkanı’na göre Kanakların getirilmesi bir servete mal olmuştu. Serginin gelirinin artırılması için Kanakların bir kısmının Almanya’daki Hagenbeck Evi’ne taşınmasına karar verildi. Hiçbir resmi izin alınmadan yetmiş Kanak, iki grup halinde trenle Almanya’ya taşındı. Birçoğu yolda hayatını kaybetti.[9]

Bu durum, ilk isyanın başlaması için ateşleyici oldu. Kanaklar vahşi hayvanlar gibi sergilendiklerini fark edince şoka uğramışlardı. Fransızca biliyor, okuyup yazabiliyorlardı; aralarından bazıları Hıristiyanlığı kabul etmişti. Kısa zamanda tepkilerini Kilise’ye ve basına duyurdular. Olay bir skandala dönüştü. Sömürge Bakanlığı “halkın sağlıksız merakına cevap veren, yerlilerin sergilendiği, ticari amaçlı bu gösterileri” yasaklama kararı aldı.[10] Emperyal megalomanyanın yazdığı trajik öyküyü Fransız milli takımı futbolcusu Christian Karembeu 2011’de Kanak (La Martinière Yayınları, 2011) adlı kitapta anlattı. Paris’te vahşi hayvanlar gibi sergilenenler onun ailesiydi.

Kanaklar, Nubiler, Senegalliler, Seylanlılar, “Tepside Siyah Kadınlar” (1929) Hotentolar, Dahomeler, Karayipliler, Mısırlılar, Ortadoğu halkları, Kazaklar, Kızılderililer, Gineliler, Tunuslular, Cezayirliler, otuz dört farklı halktan insanlar parmaklıklar ardında sergilendi, ölçüldü, incelendi, izlendi ve pek çoğu yollarda öldü. Tam elli yıl, milyonlarca Avrupalı aile bu gösterileri neşe içinde izledi. Kristof Kolomb’un ilk Amerika seferinden dönerken getirdiği altı yerliyle başlayan ve 19. yüzyılda, özellikle İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya’da yaygınlaşan “vahşiyi teşhir etmek” olgusu kısa süre sonra, insanlar ve ırklar arasında fizyolojik ölçütlerle sınıflandırmalar icat edilmesine yol açtı. Bilimsel ırkçılığın, popüler, sömürgeci ırkçılığa dönüşümünün görünür hale geldiği bu gösteriler, modern kentte kültürel tüketim alışkanlıklarının ve “gösterinin” biçimlenmesinde etkili oldu.[11]

 

                           

 

Modern gündelik hayatının evcilleştirdiği bu vahşet tiyatrosu sınıfsal çelişkileri gizlerken, ulusal kimliklerin ve ırklar arasındaki hiyerarşinin inşasında kullanıldı. İnsan sergilerinden önce Batının, başka kültürler karşısında referansları yoktu. Modern sinematografik ifade biçimlerinden önce illüstrasyonlarla bezeli afişler ve kartpostallar fantezileri ateşledi; fotoğraflar, kentlilerin olağan hayatlarına tehlikeli bir maceranın imgesini taşıdı ve sahne gösterileri arzuları körükledi. Kafesler, duvarlar ve dekorlar, sömürgecinin “ileri medeniyet” olması nedeniyle, sömürge üzerinde doğan hakkını temsil ediyordu: Görmek, göstermek, sınıflandırmak, tanımlamak, ayırmak ve sahip olmak. “Biz” ve “Onlar” arasındaki sınır, kolektif tahayyülde inşa edildikten sonra Le Jardin d’Acclimatation görevini yerine getirmişti artık. Bu sınır, “görülenler ve görenler” arasından geçmekte, özel mülkiyet ve sosyal ayrışma fizik mekânda “sahneler” ya da “vitrinler” olarak cisimleşmekteydi.  

 

Bugün Le Jardin d’Acclimatation’da neler oluyor? 

Yıl 2012, Le Jardin d’Acclimatation’un yeni sahibi Louis Vuitton Vakfı gururla sunar:

Le Jardin d’Acclimatation, her yıl Nisan ve Mayıs aylarında bir ülke ya da bölgeyi davet ederek dünya kültürlerine açılıyor. Onların gelenekleri, bugünleri ve geleceklerine dair müzik ve dans performansları, resim, heykel, tiyatro, fotoğraf sergileri, el sanatları, edebiyat ve gastronomi gösterileri düzenleniyor.”

28 Mart 2011’de Le Monde gazetesi “Deniz Ötesi Kültürler Yılı” etkinlikleri çerçevesinde Le Jardin d’Acclimatation’da açılan etnografik sergiyi bir skandal olarak değerlendirene kadar, hiç kimse mekânın belleğini sorgulamadı.[12] Dünyanın en büyük lüks mal üreticisi Louis Vuitton Vakfı, Le Jardin d’Acclimatation’da Çağdaş Sanat Müzesi’ni açmaya karar verdiğinden beri, mekânın geçmişine dair hiçbir açıklama yapmaya gerek duymadı. Bunun yerine vakıf, 1878'den beri çalışan küçük trenin, 1926’dan beri akan “büyülü nehrin”, küçük Normandiya köyünün, tarihi kukla tiyatrosunun korunacağını müjdeledi. Vakfa göre burası, “Amélie Poulain ve Adèle Blanc-Sec’in, Robert Doisneau ve Willy Ronis’in dünyalarının bir karışımı... Victor Hugo ve Jules Verne, Louis Pasteur ve Georges Méliès’in eserlerine referans veren, 19. yüzyılın ilerleme ideallerini temsil eden, çocuksuluğa adanmış, hiç değişmeyen bu dünya, ölümsüz ve modern Paris’in sembolü olarak kalmaya devam edecek.”[13] Bu yaklaşım ne kadar pervasız görünürse görünsün, son derece anlamlıdır ve özellikle “ilerleme” ve “ölümsüzlük” kavramlarına yaptığı vurgudan dolayı Walter Benjamin’in tarih tezleriyle değerlendirilmeyi hak eder. Benjamin’e göre, belli bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin mirasçılarıdır: “Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir. Savaş ganimeti de, âdet olduğu üzere, bu zafer alayıyla birlikte taşınmaktadır. Bu ganimet, kültür varlıkları diye adlandırılmaktadır.” Benjamin’e göre kültür varlıkları, insanın tüyleri ürpermeksizin düşünemeyeceği bir kaynaktan gelmektedir. Burada asıl önemli olan kültür ve tarih arasındaki ilişkidir. Kültürün nesilden nesile aktarım biçimi, galiplerin sessiz anlaşmasının bir parçasıdır. Daha açık bir ifadeyle, galip olmak zamana hükmetmek, tarihi yazacak araçlara sahip olmaktır. Louis Vuitton, Le Jardin d’Acclimatation’un sömürgeci belleğini yok saydığı için, açıkça, söz konusu sessiz anlaşmanın bir parçasıdır. Ve bir müze her şeyden önce galiplerin tarihini yazmak için bir araçtır. Müzeyi “çağdaş” kılacak olan, sömürgeci devletin kamusal güç gösterisinin yerini, küresel şirketin ticari güç gösterisinin almış olmasıdır.

 

Louis Vuitton Çağdaş Sanat Müzesi

Louis Vuitton Moet Hennessy (LVMH) grubu sıradan bir sanat hamisi değil. “Sahneler” ve “vitrinleri” eşitleyen, lüks tüketim nesneleri ve çağdaş sanat eserleri arasındaki farkı tamamen ortadan kaldıran kültürel dönüşümün lideri. Stephen Sprouse (2001) Takashi Murakami (2003) Richard Prince (2008) Yayoi Kusama (2012) gibi çağdaş sanatın marka isimleri, Louis Vuitton için çanta, giysi ve aksesuar tasarladılar. Takashi Murakami 2007’de Los Angeles Çağdaş Sanat Müzesi’nde (MoCA) süren sergisinin içinde bir Vuitton mağazası açtı. Louis Vuitton’un Champs-Elysées Bulvarı’nda bulunan en büyük mağazasında ise bir sanat galerisi var. Espace Culturel Louis Vuitton’daki ilk sergilerden birinde, bedenleriyle LV harflerini oluşturan siyah ve beyaz çıplak kadınların büyük boy fotoğrafları yer alıyordu. Bir başka sergi, mağazanın raflarında el çantası şeklinde poz veren kadınların görüntülerinden oluşan bir videoydu.[14] Espace Culturel Louis Vuitton en son çağdaş Türkiye sanatına kapılarını açtı. Ekim ayında açılan ve Türkiye çağdaş sanatının on bir önemli ismine yer veren sergi 6 Ocak 2013’te kapandı. Sanata olan bu yakın ilgisine rağmen Vuitton, logosunu ve ismini eleştirel işlerde kullanan çağdaş sanatçılara açtığı davalar ve uyguladığı baskı ile tanınıyor.

 

 Frank Gehry'nin Le Jardin d’Acclimatation için tasarladığı müze


Louis Vuitton Çağdaş Sanat Müzesi için seçilen Frank Gehry de sıradan bir mimar değil. Markalaşma yarışına giren kentlerin, marka olmak için inşa edilen müzelerin yıldız mimarı. Küresel sanat turizmini tetikleyen “Bilbao Etkisi”nin yaratıcısı. David Harvey’e göre “arzuları ve zevkleri manipüle eden” postmodern mimarlığın peygamberi.  

 

Le Jardin d’Acclimatation yaşıyor 

2000 yılında Kübalı sanatçı Coco Fusco dünyanın çeşitli kentlerini gezerek bir performans gerçekleştirdi.  Coco Fusco ve partneri sahte yerli kıyafetleri giyerek, tuhaf danslar yaparak ve anlaşılmaz bir dil kullanarak, bir kafes içinde çağdaş sanat izleyicisinin karşısına çıktılar. Sanat izleyicileri kafesin önünde kuyruklar oluşturdu ve bir dolar karşılığı sanatçılarla fotoğraflar çektirdiler. Onları muzla beslediler ve bozuk para verdiler. Çocuklar performansa yoğun ilgi gösterdi.[15] Genel olarak kimse fazla şaşırmadı ve büyük bir tepki göstermedi. Gösterinin bir ironi olarak algılanması doğaldı. Fakat şaşırtıcı olan, performansın gerçekleştirildiği pek çok yerde yerlilerin hakiki olduğuna inananların olmasıydı. Coco Fusco’nun performansı “insan sergilerini” yaratan güdünün izini günümüzde ve sanat alanı içinde sürüyordu.

Coco Fusco’nun sorusunu genişleterek Louis Vuitton’a yöneltebiliriz. Kurulacak çağdaş sanat sahnesinde ne göstermeyi tercih edeceksiniz? Sanatçılardan neleri göstermelerini bekleyeceksiniz? Çağdaş sanatın yıldızlarının kendi bedenlerini ya da kültürel farklılıklarını egzotikleştirerek ya da lanetlenmiş ötekileri, bize benzemeyenleri, ucubeleri, marjinalleri (son dönem moda olduğu üzere sosyal bilimlerin araçlarını da kullanarak) üretecekleri doğru değil mi? En özgün sanatçılar, orta sınıf, beyaz ve Batılı göz için en anormal olanı, en çirkin, en garip, en uzak, en farklı olanı gösterenler değil mi? İnsan davranışları, acıları, hazları, fantezileri, en uç noktasına kadar teşhir edildiğinde sanat en derinlere inmiş olmuyor mu? Bugün en çekici vahşiler, sanatçılar kabilesinin kendisi değil mi? Yapıtlarından çok kim oldukları, ne yedikleri, ne giydikleri, nasıl yaşadıklarıyla ilgilendiğimiz bu ayrıcalıklı kişiler, bugün gösterinin gözde özne-nesneleri değiller mi? Çağdaş sanatı bu derece seksi kılanın, Le Jardin d’Acclimatation sergilerini yaratan “sağlıksız merak” ve “ötekini kendi zevkine göre üretme arzusu” olmadığını söylemek mümkün mü?

Le Jardin d’Acclimatation’un inşa ettiği görme rejimi dünyayı algılama ve ötekine bakış biçimimizde hâlâ varlığını sürdürüyor. Farklılığın ebedi gösterisi, televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde, kültür endüstrilerinde, reklam ve turizm sektörlerinde ve elbette çağdaş sanatta hâlâ tüketicinin bakışına sunuluyor. Safari parklarda, pahalı gece kulüplerinde, televizyon şovlarında, müzelerde insan sergileri sürüyor. Fakat daha da önemlisi gündelik hayatta, modern kentlerdeki mekânsal ayrışmada Le Jardin d’Acclimatation hâlâ yaşıyor. Duvarlar, kafesler, vitrinler sürekli yeniden kuruluyor. Küresel kapitalizm farklılıkları törpüledikçe, yaratıcı sektörler ötekini imal ediyor. Vahşi kabileleri değil belki ama etnik ve dini ötekileri, uzak coğrafyaları, yoksulları ve travestileri şehvetle dikizliyoruz. Ötekini, güvenlik kameralarıyla üretiyoruz. Çağdaş sanat kurumu tam da bu görsel kültürel ilişkiyi yeniden üretiyor. Oysa sanat bu ilişki biçimini kıracak araçlara, yaşadığımız estetik-duyusal deneyimlere alternatifler yaratma gücüne sahip. Tam da bu yüzden, hâlâ sanat üzerine düşünmeye değer.

 



 

[1] http://www.jardindacclimatation.fr/
[2]http://www.avaaz.org/fr/petition/La_fermeture_programmee_du_jardin_dAcclimatation_ou_le_detournement_du_patrimoine_parisien/

[3] Grand Dîner Parisien, Gravure sur papier de Charles Blocquel et J. Gauchard, Musée d’art et d’histoire - Saint-Denis, cliché I. Andréani.

[4] Sudan kökenli Nubiler, İngilizlerin kıtaya gelişlerinden sonra bugün başta Uganda ve Kenya olmak üzere Doğu Afrika’nın çeşitli bölgelerine dağılmış  bir halk.

[5] http://vadmcum.wordpress.com/2010/04/09/le-jardin-zoologique-dacclimatation/

[6] A. Chapman, C. Barthe, P. Revol, Cap Horn 1882-1883. Rencontre avec les Indiens Yahgan, Marie Mauzé , L’Homme , 1997, sayı : 37, s. 186

[7] BancelN., Blanchard P., Boëtsch G., Deroo E., Lemaire S. Zoos humains, au temps des exhibitions humaines, Paris, La découverte, 2004, s.128

[8] Dauphine J., Canaques de la Nouvelle-Calédonie à Paris en 1931 – De la Case au Zoo, Paris, L’Harmattan, 1998, s.190.

[9] A.g.e.

[10] http://vadmcum.wordpress.com/2010/04/09/le-jardin-zoologique-dacclimatation/

[11] COLLOMB G., Kaliña : des amérindiens à Paris, Créaphis, Paris, 1992, s.31

[12] http://www.lemonde.fr/idees/article/2011/03/28/l-exposition-des-outre-mer-au-jardin-d-acclimatation-est-un-scandale_1497533_3232.html

[13] http://www.lvmh.com/the-group/lvmh-companies-and-brands/other-activities/jardin-d-acclimatation

[14] Don Thompson, Sanat-Mezat, çev.Renan Akman, İletişim yay, s.23.

[15] http://vimeo.com/7319457

 

 

Takashi Murakami