En berbat salgın insandır kuşkusuz.
Gabriel Garcia Marquez
Veba yaşamın ta kendisidir.
Albert Camus
Gitgide hayatı ölüm yönetiyor. Hayat üzerinde koronavirüs ifriti hüküm sürüyor. Hayatta kalmak için kendinizi başka insanlardan ve dünyadan tecrit ediyorsunuz. Sosyalliğinizi terk ederek sosyalleşiyorsunuz. Bir "sosyal/toplumsal hayvan"olarak tanımlanan insan fiilen son buluyor. Zaten 1980'lerde toplumun bittiğinde anlaşılmıştı. Foucault’nun da bir sözü var: “İnsan sonunda 200 yıllık bir icat” diyor.[1] Daha da geri gidelim, "insanın icadı" hümanizmle, Rönesans'la başlıyor. Ve bu 'icat' modernlikle birlikte en az yarım asırdır ömrünü doldurmuş. O zamanlardan beri post-human bir çağda yaşadığımızdan söz ediliyor. Gelin görün ki, ölüm kapıya dayanınca liberaller, hatta muhafazakârlar bile sosyalizmden medet umuyor. New York Times yazarı Ferhad Manjoo "herkesin salgın sırasında sosyalist olduğunu" yazıyor.[2] Doğal olarak Žižek daha da ileri gidiyor ve komünizme hevesleniyor; bir koronakomünizm! Žižek’in burada komünizm dediği, ev hapsinde tecrit olmuş insanların virüse karşı toplu mücadelesi. Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) çağrısını yinelediğini söylüyor. WHO'nun birdirgesi ile Komünist Manifesto'yu karıştırıyor.
Žižek yıllar önce, distopya çağında herkesin dünyanın sonundan bahsederken, hiç kimsenin kapitalizmin sonundan bahsetmediğinden yakınıyordu. Sanki kapitalizmle birlikte insanlık idealine, telos’una ulaşmış, tarih sona ermişti. Korona çağında, mahşeri hayal etmek için distopya icat etmeye gerek yok. Çağdaş mahşer Coppola'nın epik filmi Apocalypse Now'da (1979) dramalaştırdığı gibi bir mahşer değil. O filmde Amerikan ordusunun helikopterlerine doluşmuş caniler, Vietnam köylülerini, evlerini barklarını, tarlalarını topyekûn imha ediyor, onların dünyasını ateşe verirken haz içinde Wagner dinliyorlardı. Korona son derece ‘uygarca’ öldürüyor. El sıkışma bir tehdit. Her türlü dokunma baştan aşağı tehdit. Her nesne tehdit. Onca yıl özene bezene biriktirilmiş ziynetler, marka giysiler bile. Korona'nın Avrupa'yı fethetmeye, Milano moda fuarına Çin'de dikilip gelen lüks markalarla başlaması manidar. Sanatı da aşıp zamanımız uygarlığının zirvesine yerleşen moda dünyası virütik artık. Ekmek değil mi sanki?
Uygarlık kapalı. Uçaklar uçmuyor, sokaklar boş, salonlar, stadyumlar boş, mağazalar boş... Bir tek un, makarna, kolonya, tuvalet kâğıdı filan satan yerler tıka basa. Ya yağmalayacaksın, ya öleceksin! Öteden beri, hayatı baştan aşağıya iş hayatına, bütün mekânları da işyerine dönüştürmeyi düşleyen sermayenin bütün hayatı şirketleştirme hayali de ölüm sayesinde can buluyor. Yoksunluk içinde, evden çalışıyoruz. Geleceksiz, günü kurtarıyoruz. Önceden alışveriş merkezleri "yaşam merkezleri"ydi; şimdi bakıyoruz, Turkcell Operatör adını "evde hayat var" olarak değiştirmiş. İş, aşk, arkadaşlık, akrabalık, hepsi artık dijital. Sabah akşam Jeff Bezos'a, Bill Gates'e, Mark Zuckerberg'e çalışıyoruz.
Peki onca işsiz ne yapacak bu "sosyal izolasyon" rejiminde? Onlar zaten, yaşlılarla birlikte, toplumun gözden çıkarılmış fireleri. Fazlalar, fuzuliler; atıklar. Allahın cezaları. Boşu boşuna dünyanın sınırlı olan kaynaklarını harcıyorlar. Malthus'un doğanın insan kalabalığına yetersiz olmasına ilişkin, pusuda bekleyen nüfus politikaları yeniden canlanıyor. Bununla birlikte, aşağı tabakaların dışlanarak insan soyunun arındırılmasıyla ilgili, 1912'den başlayarak Londra ve New York'ta düzenlenen uluslararası konferanslarla örgütlenen öjeni tasarıları da yeşeriyor. Diğer doğa ürünleri gibi insanların da genetik dönüşümle geliştirilmesini içeren çağdaş genetik mühendislik ve sibernetik dalları zaten bu tasarılardan azade değil. Tabii bütün nüfusun Aryanlaştırılmasına kadar ileri giden ırkçılara gün doğuyor. Trump "Çin virüsü"nden bahsediyor.
Tabii aşağıdakiler can havliyle ayaklanabilir. Hatta bu sefer yakıp yıkmakla yetinmeyip, virüsle işbirliği yaparak, hiç şiddete gerek kalmadan ‘toplumu zehirleyebilir’. Brezilya'da olduğu gibi zincirlerini kırarak toplu hapishanelerden kaçarak ev hapsindekilere ‘bulaşabilir’. Onun için doktorlardan önce askerler ve polisler tahkim edilmelidir (!). Nitekim, "sağlık önlemleri" paketinden, "İngiliz ordusunun mücadele gücüne 10 bin kişilik destek" verilecekmiş.[3]
Yasaklar, yasaklar... Hayret, soldan ve sağdan birçokları ne kadar şevkle, hatta partizanca sarılıyor bu yasaklara. Sol gazetenin 21 Mart 2020 manşeti: # EvdeKal DESTEK OL. Büyük sanat tarihçisi ve antropolog Aby Warburg'un ortaya attığı pathos formula'yı hatırlatıyor: Zulmün ve zulmedenin yüceltilmesi. Yasak varsa ceza da vardır. Sokağa çıkmanın men edilmesinden başlayan yasaklar kimbilir nerelere kadar tırmanacak? Belki de bizzat korana taşıyanlar da seri katil sayılarak cezalandırılacak! Eskiden beri en elzem dezenfeksiyon, salgın yayıcıları cezalandırmak olmuş:
Cordero'nun bir incelemesinde[4] 17. yüzyılda veba salgınına uğrayan şehirlerde, sağlık polisinin arttığı görülür... Polis teşkilatının en altında 'monattiler', yani ceset kaldıranlar yer alıyordu... Ancak giderek yalnızca cesetleri değil şüphelileri de toplayan, her şeye gücü yeten kişiler oldular... Cordero'nun incelemesinde veba yayıcılar, adli sistem ve yasaları uygulayanların yeniden yapılanması için 'siyaseten gerekli' olarak tanımlanır. Daniel Defoe'nun Londra'daki veba salgınına ilişkin anlattıkları (1722), böylesine gizemli bir felaket karşısında yönetim güçlerinin yeniden toplanması, hatta bu sırada zenofobinin bile güçlenmesi konusunda güncel örnekler sunar. Londra'da vebanın yayılmasının suçu Hollanda'dan gelen mallara bağlanmıştır, bu acil durumdan yararlananlar arasında saf Lonralılara sahte panzehirler ya da sihirli eşyalar satan Avrupalı dolandırıcılar öne çıkmıştır.[5]
Bu sırada tabii ölüm de yönetiliyor. İnsanlara hükmetmenin ölümden ileri bir bahanesi olabilir mi? Bu işin uzmanları, zaten öteden beri canımızı, bedenimizi teslim ederek, acz içinde önlerinde el pençe divan olduğumuz sağlık ve ilaç endüstrisi otoriteleri. Şimdi artık klinik ölçeğinde değil, toplum ölçeğinde, küresel çapta hayatı ve ölümü yönetiyorlar. Egemenlerle kapalı kapılar ardında anlaşarak buyruklar veriyorlar. Trump bu türden görüşmeleri "devlet sırrı" olarak, "çok gizli" olarak sınıflandırmış.[6] Bu gibi toplantılarda ABD siyasetinin en güçlü lobicileri olarak kabul edilen tıp patronları korona fırsatıyla 8,3 milyar dolar devlet desteği sağlıyorlar. Sağlık ve ilaç endüstrisi alanında tarihin en büyük vurgununu oluşturacağı yazılan korona aşısı için şirketler birbiriyle savaşıyor. Önümüzdeki başkanlık seçimlerinde Demokratların başkan adayı olması beklenen Joe Biden'ın yürüttüğü seçim kampanyasının finansörleri de bu şirketler. Korona paketi yasalaşırken, Trump, şirketlerin talebine uyarak, ilgili ilaç ve aşıların fiyatlarının denetlenmesiyle ilgili öneriyi reddediyor.[7] Ölüm/hayat şirketlerin insafına kalmış. Peki, virüsle enfekte edilip öldürülen maymunlar üzerinde test edilen bu yeni icat aşılar,[8] ilaçlar insanlığı yaşatacak mı acaba? Biz bilemeyiz. Ama biliyoruz ki, Batı'nın en büyük sanat hamisi olan Sackler'ların ilaç şirketi Purdue Pharma'nın 1995’te Amerika’da piyasaya sürdüğü ağrı kesici Oxycontin, sonraki yıllarda en az 1000 kişinin ölümüne yol açmış, 2,5 milyon kişiyi de uyuşturucu bağımlısı yapmış (şimdilik korona salgınından ölenlerin sayısı 12 binin altında). Özelleştirmeyle birlikte sağlık, kârlılığı ölçüsünde örgütleniyor. İnsanların kendi canlarını korudukları kamusal bir hizmet değil. Sağlığın özelleştirilmesiyle birlikte, 1987’den bu yana, İngiltere’deki hastane yatağı sayısı 160 bin civarında düşerek 139 bine inmiş; ABD sağlık endüstrisinin İngiliz piyasasına girerek yarattığı rekabet sonucu bu rakamın daha da düşmesi bekleniyor.
İnsanlar ölümleri üzerine konuşmaktan hazzediyorlar. Virüs en etkin 'algoritma' oldu. Enformasyon ağını virütik ölüm yönetiyor. Başka hadise yok. Veya her hadise ona tercüme ediliyor. İletişim dünyası korona'ya kilitlendi. Ölüm, korona öncesi aklı, rasyonal düşünceyi saçmalaştırıyor. Alfred Jarry, Beckett gibi yazarların hayatı saçmalaştıran edebiyatları şimdi pek fantezi gibi görünmüyor. Nietzsche'nin “tüm olayların anlamsızlığı” ve “dünyanın da herhangi bir anlamı olmadığı” (sanat hariç diyor) fikri de ölüm sayesinde canlı artık. Dada'nın “hiçliği" de. Bir post-korona çağına girdiğimiz muhakkak. Bir yandan bütün bu anlamsızlık salgını, diğer yandan keşifler. Başta yaşam-ölüm diyalektiği. Antik Mısır felsefesinden, Hermes Trismegitus'tan beri filozoflar, sanatçılar, ölümü yaşam sayesinde, yaşamı da ölüm sayesinde anlamlandırıyorlar. Öte yandan ölümün insanların yaşamını kutsadığı kurban törenleri var. Bataille, “Kurban törenlerinin yaşam ile ölüm arasında bir ahenk sağladığını" söylüyor: "Ölüme yaşamın taşkınlığını aşılıyorlardı. Karşılığında yaşama, ölümün ciddiyetini ve baş döndürücü bilinmezliğini sunuyorlardı. Kurban olayında yaşam ölümle karışır, ölüm de karşılığında yaşamın bir işareti olur, sonsuzluğa açılan bir yol olur.”[9] Biz de şimdi virüs iblisiyle iç içe yaşıyoruz. Bir yandan da yaşamak için, bir anlamda yaşamı öldürüyoruz. Hayattan korunarak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Hayata kapanıyoruz. Kendi kendimizi hapsediyoruz. Herkesten kaçıyoruz. Herkes Azrail olabilir. Doğa bir yarasa cesedi üzerinden intikamını alıyor. Katledilen canlı türlerinin, cayır cayır yanan ormanların, yol açtıkları hastalıklarla koronadan misli misli fazla can alan doğası (genetiği) bozulmuş tohumların ve ürünlerin, zehirlediğimiz suların ve aslında her ânında doğayı öldürdüğümüz bütün hayatın kefaretini ödüyoruz. Sanki Camus'nün dediği gibi asıl salgın hayatın kendisi. Neler düşünmüyor ki insan ölüm yönettiğinde…
Peki, Tanrı?
[1] Michel Foucault, The Order of Things-An Archaeology of Human Sciences (New York: Vintage Books, 1994) s. 344-386.
[2] Mustafa Erdemol, "Kriz Sosyalizmi Hatırlattı", Cumhuriyet, 21 Mart 2020, s. 10.
[3] Cumhuriyet, 21 Mart 2020, s.16.
[4] F. Cordero, Le fabbrica della peste (Bari: Laterza, 1984).
[5] Vincenzo Ruggiero, Edebiyat ve Suç, çev. Berna Kılınçer (İstanbul: Everest, 2009) s. 227, 228.
[9] Georges Bataille, Erotism, Death and Sensuality (San Francisco: City Lights Books, 1986) s. 91.