Arnold Böcklin, Odysseus ile Kalypso (1883).
Dünyada kırk yıldır yaşanan ve gittikçe şiddetlenen tarihsel kırılmaların, bir çağ dönüşümünün işaretleri olduğundan artık kimsenin kuşkusu yok: Rönesans'la başlayan "modernlik" çözülüyor. Ve böylesine her çözülme döneminde olduğu gibi, bu kez de ilk sinyaller sanattan geldi. Yaşadığımız dönüşümü gene sanatın kehaneti sayesinde fark ettik. Modernliğin çözülmesine sanatın gösterdiği bu tepki, haliyle sanat tarihine de yansıdı ve arkadan eleştiri yazını geldi. Rönesans’tan başlayarak ve Vasari, Burckhardt, Winckelmann, Hegel, Marx, Wölfflin, Riegl, Panofsky gibi nirengilerini izleyerek gayet güçlü bir biçimde ‘ilerleyen’; akademileri, ansiklopedileri, müzeleri ve galerileriyle son derecede örgütlü görünen sanat tarihi, 1970’lerden başlayarak krize girdi. Bu kriz aslında modernliğin bilgi rejimine ait topyekûn bir krizden kaynaklanıyordu ve belli başlı üç süreci kapsıyordu:
● Hakikati ifade ettiğini varsaydığımız anlatılar, giderek referanslarını, bilimselliğini, nesnelliğini yitirerek anlamsızlaşıyordu. ‘Doğru’yu, ‘iyi’yi ve ‘güzel’i tanımlamak amacıyla yüzyıllardır keşfedilen normlar hızla bulanıklaşıyordu. Modernliğin tanımladığı, normatif ve evrensel olan bilginin yerini, farklı dillere, kültürlere ve bağlamlara göre farklılık gösteren rölatif ifadeler dolduruyordu. O zaman tarih, yazarına olduğu kadar okuyanına göre de farklılaşan bir tür edebiyat, retorik, bir ‘text’ halini alabiliyordu. Yani tarihsel hakikat, bundan böyle, modern aklın değil de çağdaş dilin, dile ait göstergelerin bir tür sanatına dönüşüyordu.
● Zamansallık (temporality) kavrayışı da değişiyordu. Zaman artık ‘geçmiş’in, ‘şimdi’nin ve ‘geleceğin’ eklemlendiği, geçmişten geleceğe doğru ilerleyen bir dinamik arz etmiyordu. “Tarihin sonu”nu savunan kimi görüşler, insanlığın ilerlemesinin Batı liberalizminde nihayete erdiğini; kimileri de artık tarihin, önceki zamanlarda inanıldığı gibi, Tanrı, insan, toplum, işçi sınıfı gibi bir öznesi olmadığını iddia ediyordu. Ayrıca, tarihin yüzünü döndüğü bir telos, bir ütopya, bir insanlık ideali de kalmamıştı. Aslında bütün bu görüşler zamanı ‘şimdi’ye tercüme ediyordu. Dolayısıyla, geçmiş ve gelecek, ancak şimdiki zamanda anlam buluyordu; her ‘text’ ancak şimdiki bir ‘context’e göre kavranıyordu. Tarih, ‘tarihsiz’leşmişti.
● Modernliğin geliştirdiği toplum fikri yerine ‘kültür’ün ikame edilmesi; bilgi ve iktidarın etnik, dinsel ve diğer kimliklere göre örgütlenmesi; ayrıca bu süreçlerle birlikte kültürün özelleştirilmesi, sanat tarihini ve eleştiri yazınını da etkiliyordu. 18. yüzyılda, kamusallık bilincinin uyanması sonucu ortaya çıkan modern sanat tarihi ve eleştiri, sanatın gittikçe özel işletmelerin iletişim teknolojilerine eklemlenmesi sonucu aşınıp gidiyordu. Sonuçta tarih ve eleştiri, kamu adına söz söyledikleri ortamlarını yitirmeye başladı.
İşte bu kırılmalar tarihin anlamsızlaşmasına, sanatın da tarihsizleşmesine yol açtı. Sanat kadar, sanat tarihi ve eleştiri de giderek sanat yönetimine temellük ediliyordu. Sanat, akılcı disiplinler karşısında onu ‘yönetilemez’ olarak tanımlayan estetik modernizm sayesinde koruduğu özerkliğini terk ediyor ve çağlar boyunca olduğu gibi yeniden iktidarların, otokratların denetimine giriyordu. Sanat tarihi ise bu teslimiyeti yazınsallaştırıyordu.
●
Neyse ki, yukardaki profil, hikâyenin bir yüzünü, iktidar yüzünü, hegemonik ve resmî yüzünü, kurumsal yüzünü resmediyor. Çünkü 1968 ve sonrası, bir yandan sanatın, tarihin ve eleştirinin yönetilmesine direnen, öte yandan sanatın iktidar teknolojileriyle ilişkilerini keşfeden ve teşhir eden tarihlerin serpilmesine de yol açtı. Bu tarihler, romantik filozoflardan "post-strüktüralist" çağdaş Paris filozoflarına, Marx’tan Frankfurt Okulu’na, Raymond Williams ve E. P. Thompson döneminin “kültürel çalışmalar” açılımından post-kolonyalizme, feminist ve queer teorilere, eleştirel teoriyi canlandıran bütün düşüncelere açıktır. Derdi modernliğin muhafazası olamaz, çünkü en köklü modernlik eleştirileriyle beslenir. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl sanatının, modern, formalist tarih söylemlerinden sökülerek, siyasal, toplumsal hayatla birleştirilmesine çaba harcar. Modernliğin aşılması onun da hedefleri arasındadır ama ‘şimdinin mutlaklaştırılması’ için değil. Eleştirel tarih, geleceğe ilişkin umudunu, ütopyalarını korur. Ayrıca, o da kültüre öncelik verir ancak kültürü egemen bir iktidar ve anlamlandırma sistemi olarak inceler. Sanatın nasıl kimlik ve kültür savaşlarının göstergelerine dönüştüğü üzerinde durur. Sanatı, siyaseti ve tarihi kültürel farklılıklara dayalı dogmalara indirgemez. İncelemelerinde toplumsal yaşam da başattır. Sanatı ve sanat tarihini toplumsal, politik dönüşüm hareketlerinden yalıtmaz.
İşte Skop, sanat ve estetiği eleştirel kuramla ve siyasetle birleştiren, son derecede verimli böyle bir hareketin ürünüdür.
Türkiye’de özellikle 20. yüzyılın sanatıyla ilgili tarih birikiminin sınırlılığı bilinmektedir. Bir kere, sanat tarihinin malzemesi olan birçok sanat eseri daha henüz ortaya çıkmakta ve belgelenmektedir. Bu nedenle sanat tarihi genellikle metinden metine devrolan birtakım anlatılara bağımlı kalmıştır. Öte yandan, Batılılaşma zihniyetlerinin resmîleştirdiği, kolonyalizmden kalma bütüncül ‘modern’ tanımı hâlâ yürürlüktedir. Sanat tarihinin, 19. yüzyılda başlayan ve sanatın özerkleşme sürecini ifade eden "estetik modernizm” kavramı karanlıkta kalmıştır. Sonuçta, avangard hareketlerin doğmasına da yol açan sanatın modernist özerkleşme süreci, Türkiye’nin sanat tarihinde bir boşluktan ibarettir. Günümüzde çağdaş sanat tarihi kisvesinde yayınlanan piyasa kataloğu niteliğindeki kronolojilerle bu boşluk iyice derinleşmektedir. Ve ‘tarihsizleşme’ döneminin bu ‘güncel’ tarihleri, öncekilere kıyasla sanki daha standart, daha resmî ve daha otoriterdir.
Skop, bu konformizmi sarsmayı amaçlamaktadır.
Bunu başaracak bir eleştirel enerjinin var olduğuna inanıyoruz. Örneğin, kamusal bir ruhla kotarılan, ama kamusal ortamların kapatılması nedeniyle kamuya erişemeyen tez çalışmaları bu enerjinin en heyecan verici kaynaklarındandır. Ayrıca, kozası içine hapsedilen, entelektüel pazarda kabul görmeyen daha nice düşünce, eleştiri, hakikat… Skop, bu enerjinin, bu birikimin kamusal ekranı olmayı umut etmektedir. Skop, sanatın tarihten, eleştiriden, siyasetten arındırılması kampanyasına karşı canlı bir birikim oluşturabilme gayretine bir çağrıdır.
Peki neden "Skop"? Çünkü skop,[İng. scope, İt. scopo, Lat. scopus, Yun. skopos] özgür bir düşünce ve eylem alanıdır; düşüncenin ve eylemin kapsamını da ifade eder; ve bu kapsamda amaçlar kadar arzulara da yer vardır. Ayrıca skop , “mikro-skop”, “tele-skop” gibi sözcüklerden bildiğimiz en yaygın anlamıyla gözlemlemektir, izlemektir; ‘ufuk’ anlamına da gelir…
●
Skop Aralık 2010'da kuruldu; 2011 Ekim ayında da yayına başladı. Editörler: Ali Artun, Elçin Gen, Nur Altınyıldız Artun, Ayşe Boren, Cihan Küçük.