Sanat tarihçisi Sezer Tansuğ (1930-1998) tarafından 1993 yılında yazılan bu metnin, bugünlerde İstanbul Resim Heykel Müzesi'nin açılması dolayısıyla canlanan müze tartışmalarına bir referans oluşturabileceğini düşünürek yayınlıyoruz. Kaynak: Sezer Tansuğ, “Müze Kurmak”, Çağdaş Türk Sanatına Temel Yaklaşımlar içinde (Ankara: Bilgi Yayınevi Ekim 1997) s. 106-110.
Son yıllarda bir kompleks böbürlenmesi gibi megapol nitelemesi yakıştırılan İstanbul'un, düzeni hayli bozuk bir kent azmanlaşmasını sürdürdüğü ve 2000 yılında olimpiyat oyunlarına sahne olmasını öngören girişimlerin de uluslararasına soyunan bir başka kompleksin paylaşımına dayandığı, bu arada üç tarihsel imparatorluğa başkentlik etmiş soylu anılarının kültürel yozlaşmayı birlikte getiren hırslara peşkeş çekildiği göz önüne alındığı zaman, gene son yıllarda bir modern sanatlar müzesine sahip kılınması yolundaki görüşler, tartışmalar ve girişimlerin de aynı kapsam içinde ele alınmasının pek bir sakınca oluşturamayacağı kanısını taşımaktayız.
Bir modern sanatlar müzesinin aynı zamanda modern bir yapı kılıfı ya da zarfı ile birlikte oluşma zorunluluğuna değinmeden önce, söz konusu sorun çevresinde İstanbul’un 70 yıldır araştırdığı çözümlere bir karşılık getirememiş olan deneyimlerini özellikle vurgulamak gereği vardır. Bir çağdaş sanat müzesinin Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nde düzenlenmesine karar verilen 1937’den bu yana geçen 56 yılda, bu kuruma modern sanat gelişmelerini kapsayan ikinci bir yenisinin katılma zorunluluğunu içeren arayışlar, Haliç kıyısının uzantılarında yer alan karşılıklı iki tarihsel yapıya daha ulaşmaktan öteye gitmiş değildir. İstanbul’da bir modern sanatlar müzesi, her şeyden önce modern mimarlık alanında kendisini uluslararası bir düzeyde kanıtlayan üstün bir performans paralelinde gerçekleşebilirdi. Ama hiç öyle olmadı. Geleneksel konut mimarlığıyla son derece yavan ve eksik ilintiler kurabildiğini gösteren bazı çabalar dışında, yaygın standartların gelişigüzel uygulandığı, tasarımcı imgelemi kıt yapı projeleri gerçekleşti ve bu tip projeler de azmanlaşarak güç gösterilerini simgeleyen gökdelen kuleler hâlinde kentin acı çeken bağrına saplanan bir mimari zulme dönüştü.
Türkiye' nin büyük kentlerinde örnekleri ortaya koyan neo-klasik ulusal mimari, 19. yüzyıl mimarlarının pitoreski istismar etmekle yetinen rüküş eklektisizmine bir tepki olarak düşünülebilir. Ancak sanayi toplumu olamamaktan gelen teknoloji eksikliği; geleneksel malzemenin kullanıldığı 20 yüzyıl başı neo-klasik uygulamalarını kaba ve güdük bırakmıştır. Bu deneyim daha sonraları Cumhuriyet döneminde Batılı mimarlarla işbirliği yapılan bir ehveni şerre kolayca feda edilebildi. Oysa yabancı mimarların ehveni şerliği, neo-klasik mimarinin hayr arayışlarıyla bağlantılı olmamalı, ancak 19. yüzyılda Boğaz kıyılarının pitoreskini istismar eden zanaatçı rüküşlükle yetinmeyip, devleti ağır lüks borçları altına da sokmuş olarn mimari şerr ile bağlantılı olmalıydı.
Mimarı alanda bir bakıma gene de neo-klasik hayr arayışlarını sürdüren, ancak gene sanayi alanında süregiden teknoloji ve buna ilişkin kavrayışların yokluğu yüzünden, mimarlık mirasının öz ve irade açısından değerlendirilemediği güdük çabalar gerçekleşmemiş sayılamaz. Avrupa’da ise 19. yüzyıl içinde çelik ve cam gibi malzemenin teknolojik bir kavrayışla uygulandığı deneyimler, gerek Avrupa, gerekse Amerika’da 20. yüzyılın rejyonal ve evrensel eğitim çatışmalarını da içeren büyük mimari sentezlerin kökeni olmuştur. Avrupa’da metal endüstrisi alanındaki gelişmelerden mimari alana yansıtılan uygulamaların taşınabilir bir örneği de Türkiye’ye ithal edilmiştir. Belçika menşeli olarak Feshane fabrikasının ana yapısını oluşturan bu mimari ithalin 1990’larda bir modern sanatlar müzesine dönüşebileceğini kim tahmin edebilirdi? Ancak ehveni şerr geleneğinin ülkemizde sürüp gittiğini belirlercesine uluslararasına soyunan kompleks paylaşımı, bu kez Feshane yapısının onarımına gene bir Batılı’yı uygun gördü.[1] Sonuç, anlayışsız bir şekilde yapının bozulmuş, tüm anıtsal özelliklerinin yitirilmiş olmasıdır. Eyüp’teki Feshane’nin tam karşısı olan Haliç’in Sütlüce kıyısında gene müze yapılmak üzere ve gene aynı şekilde iş adamınca kiralanan ve bazı neo-klasik özellikler taşımakta olan tarihsel Salhane (mezbaha) binasının da benzer bir akıbete uğramaması temenni olunmaktadır, çünkü bu işin içine de ecnebi parmağı sokulmuş olduğu görünüyor.[2]
İstanbul’da bir modern sanatlar müzesine sahip olabilme dilek ve girişimlerinin hangi zorunlu gerekçeye dayandığını pek iyice kavrayamadığımızı açıkça ifade etmeliyiz. Uluslararası bir kent iddiasına sahip olmanın, bu alanda uluslararası değerde büyük koleksiyonlara sahip bulunmakla eşdeğer olduğu bilinen bir şeydir. Entelektüel düzeyi ve buna bağlı ilişkileri son derece meşkûk bir iş adamları kesiminin tarihsel geçmişi kiralayarak (Avrupa'da da sonradan görme burjuvazinin eski feodal armaları ve şatolarını satın alarak imajlarını güçlendirmeye kalkışmaları gibi) modern sanatlar müzesi fikrini temsil edebilmeleri pek kolay bir şey değildir. Ancak uluslararası koleksiyon birikimlerine sahip bir ortam, bu birikimlere uygun kılıfı oluşturacak mimari bir kavrayış üstünlüğünü de içerir. Tarihsel binalar, bu alanda geçmişe sahip çıkmaya soyunan bir aristokrasi özentisinden başka hiçbir anlamı kuşatmaz. Hele aristokrasi gelenekleri çok kendine özgü olan bir ülkede, şato, arma filan bulamayıp da Feshane, Lengerhane, Salhane gibi tarihsel yapılara özenmeleri doğrusu gülünçten de ötedir. Uluslararasını etkileyecek koleksiyonlara sahip olmamaları, ona kılıf oluşturacak bir modern mimarlık sorununa çözüm arayamamalarının da nedenidir. Öte yandan her an yanabilir tedirginliği yaşanan ve modern sıhhileşme koşulları birer sorun oluşturan Veliaht Dairesi de, dünyada başka hiçbir ülkenin bu çeşitten riskleri göze alamayacağı tersine bir örnek oluşturmaktadır.
1964-65 yılında AID participant’ı olarak bulunduğum ABD’ndeki Iowa eyaletinin Iowa City kasabasında bir iş adamı, elinde bulunan büyük bir uluslararası koleksiyonu ortama kazandırmak için, Iowa City kasabasını, aynı eyaletin Desmoino kentiyle bir modern mimari yapı rekabetine sokmuştu. Hangi kent bu yapı işini çözerse koleksiyon oranın olacaktı. Konu ortaya atılmış, ama ben oralarda iken henüz sonuç alınamamıştı. 25 yıl sonra 1990’da bir arkadaşım Iowa City Müzesinin tanıtıldığı koskoca bir kitap getirdi. Müzenin mimarisi de doğrusu harikaydı.
Modern sanatlar müzesi sorununun özünü içeren çarpıcı bir yaklaşım budur. Bunun dışında modern sanat müzesi sorunu aydın kesimlerinden birilerinin kendilerini kanıtlamak ve post kapmak için giriştikleri bir rekabet alanı hiç değildir. Ve modern sanat müzesi akademik kabızlıkla işbirliği yapılan bir alan hiç değildir. Bunun da ötesinde çeşitli kültürel zaaflar içinde bulunan bir ülke kentinin, bir modern sanatlar müzesinin işlevsiz göstermeliğini aşarak böyle bir kurumu gerçek işlevlerinin canlılığına kavuşturabileceği de son derece kuşkuludur.
Büyük dünya kentlerindeki modern sanat müzelerinden her birinin bir modern mimarlık olgusuyla bütünleşmiş olması hiçbir suretle rastlantı değildir. Bu bir zarf ve mazruf ilişkisidir ki, ötesi laf u güzaftır. Tarihsel yapıları modern bir mimarlık olgusuna dönüştürüp modern bir mimarlık katkısıyla canlandırmaksa, bu yapının bir modern müze işlevine, ya da cam piramidi ile Louvre Müzesinde olduğu gibi, geleneksel koleksiyona yeni ve taze bir yaklaşım önerisi getirme işlevine açıklık kazandırabilir. Feshane ve Salhane’ye katkıların ne ölçüde amacına ulaşacağı görülecektir. Sütlüce’deki Salhane yapısına Louvre piramidinin Çinli mimarıyla[3] işbirliği yapılarak çarpıcı bir katkı sağlanmak istendiğine dair söylentiler vardır. Tarihsel yapıya modern bir katkı açısından aklımıza gelen bir örnek, müze işlevi olmasa da bir sanat ve kültür merkezi olarak işlevlere hazırlanan İstiklâl Caddesindeki Akbank Kültür Merkezi’nin geçen yüzyıl sonu ya da bu yüzyıl başından kalma apartman yapısına geçirilen zorlama kılıftır. Cadde koşullarının doğru dürüst görülmesine fırsat vermediği kitsch bir özentidir.
Genelde müze kavramının, özelde ise modern sanat müzesinin aynı zamanda ayrılmaz bir sorun olarak, mimari yapı çözümlerini karşımıza getirmekte oluşu, Mimarlar Odası’nın yayımladığı Mimarlık Dergisinin 1992 yılına ait 1. sayısında[4] kapsamlı da olsa ele alınmış görünüyor. Koleksiyon birikimleriyle bütünleşen bir organik hedef hâlinde müze mimarlığı sorunları daha güvenli ve ısrarlı bir duyarlılıkla ele alınmazsa, bir modern sanatlar müzesinin İstanbul’da daima eksik bir kavram olarak kalması doğaldır.
Bu arada İstanbul’da 70 yıllık Cumhuriyet döneminde gerçekleşen ender müze mimarisi faaliyetlerinden birinin Harbiye’deki Askeri Müze binası olduğu, buna Eski Şark Eserleri Müzesinin tadilatı ve Arkeoloji Müzesi’ne eklenen yapının da katılabileceği anımsanabilir.
Türkiye’de müzecilik alanı hangi dalında olursa olsun, insan faktörünün doğru algılanmamakta ısrar edilişi yüzünden, her zaman âtıl kalmaya hükümlüdür. Müze kurmanın baraj ya da banka kurmaya hiç benzemediği, çok daha çetin ve karmaşık güçlükler içeren bir sorun olduğu hakkındaki savımız, bugün de geçerliliğini korumaktadır.
[1] İtalyan mimar Gae Aulenti (1927-2012) kastediliyor.
[2] Sabancı ailesinin damadı, Demsa Group yönetim kurulu başkanı Cengiz Çetindoğan'ın 2012 yılında açıklanan müze kurma girişiminden bahsediliyor. Bu açıklamada müzenin mimar Zaha Hadid tarafından projelendirildiği belirtiliyordu.