Alfred Jarry, daha çok Kral Übü’nün (1896) yazarı olarak bilinir. Kral Übü, Birinci Dünya Savaşı arifesinde özellikle Fransa'da hüküm süren siyasal çürümüşlüğü, ahlaki çöküşü, inanç dünyasındaki bağnazlığı ve dili sonuna kadar alaya aldığı bir tiyatro oyunudur. Kral Übü, geleneksel tiyatroyu parçalar ve sembolist, anarşist, absürd tiyatronun temellerini atar. Antonin Artaud, bu yüzden kurduğu "vahşet tiyatrosu"na "Alfred Jarry" adını verir. Jarry, avangard dergilerde yazılar yazar, tiyatro oyunlarını tefrika eder ve bu oyunları kurucuları arasında olduğu tiyatrolarda yönetir. Çoğu homo-erotizm, mizojini, ensest yüklü romanlar kaleme alır. Edebiyatında "patafiziği" icat eder. Jarry'ye göre patafizik "hayalî çözümler bilimidir." Hayallerin, düşlerin, sembollerin bilimi ele geçirmesidir. Fiziğe ve metafiziğe meydan okur. Alfred Jarry sürrealizmin ve Dada’nın atası sayılır. 20. yüzyıl saçmalık edebiyatının ve felsefesinin önderidir. Jarry çalışmaz; Clément ismini verdiği, "kas ve alkol gücüyle çalışan" bisikletiyle gezer, tabanca taşır ve ara sıra rastgele ateş eder. Son derecede yoksul yaşar. Devamlı alkol oranı %68 olan absent içer, absent alamadığında da eter içer. Breton'a göre o "alkolde sürrealist"tir; "vazgeçilmez olarak kabul edilen sanat ile hayat arasındaki ayrımı" o yıkmıştır. Otuz dört yaşında, ölmek üzereyken, dostlarından son isteği bir kürdandır.
Guillaume Apollinaire’in “Müteveffa Alfred Jarry” başlıklı bu yazısı, İki Kıyının Avaresi adlı kitabında yer almaktadır, çev. Nihan Özyıldırım (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, Ekim 2019) s. 77-83.
Alfred Jarry’yi ilk görüşüm La Plume[1] akşamlarından birindedir; hep söylendiği gibi, ikinciler hiçbir zaman ilklerin yerini tutmaz. Soleil d’or kafesinin ismi değişmişti, artık buranın adı Départ [Yola Çıkış] kafesiydi. Bu melankolik isim toplantıların ve belki de La Plume’ün sonunu hızlandırdı kesinlikle. Birbirimizden epey uzağa gitmemizi çabuklaştıran bir yolculuk daveti!.. Ama yine de, Saint-Michel Meydanı’nda, yeraltında güzel akşamlar ve az sayıda insanın birbirine bağlandığı dostluklar oldu.
Söz konusu gece, Alfred Jarry bana bir ırmağın kişileşmiş hali gibi göründü, ıslak giysiler içinde, sakalsız, genç bir ırmak. Aşağı doğru sarkan küçük bıyığı, etekleri sallanan redingotu, gevşek gömleği, bisikletçi ayakkabıları, bütün bunlarda yumuşak, süngersi bir şey vardı; yarı-tanrı hâlâ nemliydi, sularının aktığı nehir yatağına kısa bir süre önce batıp çıkmış gibiydi.
Stout[2] içerken aramızda bir sempati doğdu. Orde ve arda ile biten metalik kafiyeli mısralar sıraladı. Sonra, Cazals’ın yeni bir şarkısını duyunca, René Puaux, Charles Doury, Robert Scheffer ve saçları dağılmakta olan iki kadının da araya karıştığı çılgın bir cake-walk’a[3] giriştik.
Neredeyse bütün geceyi Alfred Jarry ile birlikte Saint-Germain Bulvarı’nı arşınlamakla geçirdim, armalardan, dinsel sapkınlıklardan, nazım sanatından konuştuk. Bana, yılın büyük bir bölümünde aralarında yaşadığı denizcilerden, Übü’yü[4] oynattığı kuklalardan söz etti. Alfred Jarry’nin sesi net, ciddi, hızlı, bazen de tumturaklıydı. Gülmek için aniden konuşmayı kesiyor ve birdenbire yeniden ciddileşiyordu. Alnı devamlı kımıldıyordu, ama genellikle görüldüğü gibi dikine değil enine. Sabah saat dörde doğru adamın biri yanımıza yaklaşıp Plaisance yolunu sordu. Jarry çevik bir hareketle bir tabanca çıkardı, yoldan geçen adama altı adım geri çekilmesini emretti ve istediği bilgiyi verdi. Daha sonra ayrıldık, Jarry, kendisini görmeye gelmem için beni davet ettiği Cassette Sokağı’ndaki grande chasublerie’sine[5] geri döndü.
“Mösyö Alfred Jarry?”
“Üç buçuğuncu katta.”
Kapıcının bu cevabı afallamışttı beni. Gerçekten de üç buçuğuncu katta oturan Alfred Jarry’nin evine çıktım. Tavan yükseklikleri ev sahibine çok fazla görünmüş olacak ki katları ikiye böldürmüştü. Hâlâ yerinde duran bu ev böylelikle on beş katlı olmuştu, fakat sonuçta mahallenin diğer evlerinden daha yüksek olmadığından, ancak bir gökdelen ufaltması durumundaydı.
Zaten Alfred Jarry’nin barınağında ufaltmadan bol bir şey yoktu. Kiracın rahatça ayakta durabildiği, buna karşılık, daha uzun boylu olan benim eğilmek zorunda kaldığım bu üç buçuğuncu, ancak bir kat ufaltmasıydı. Yatak, bir yatak ufaltmasıydı yani kötü bir döşekten ibaretti; Jarry; alçak yatakların moda olduğunu söyledi bana. Yazı masası bir masa ufaltmasıydı, çünkü Jarry yüzükoyun uzanarak döşemenin üzerinde yazıyordu. Mobilya, yalnızca yataktan oluşan bir mobilya ufaltmasıydı. Duvarda bir tablo ufaltması asılıydı. Jarry’nin, büyük bölümünü yakmış olduğu bir portresiydi bu, onu daha önce gördüğüm bir taşbaskıdaki Balzac’a benzer gösterecek şekilde kafası kurtulmuştu yalnızca. Kütüphane ancak bir kütüphane ufaltmasıydı, hatta o kadar bile değil. Rabelais’nin popüler bir baskısından ve Bibliothèque Rose’un birkaç cildinden ibaretti. Şöminenin üzerinde kocaman, taştan bir fallus dikiliyordu, Jarry’ye Félicien Rops’un[6] bağışı olan bu Japon işi, doğadakinden çok daha büyük olan yekpare egzotik taş, üç buçuğuncu kata çıkarken nefes nefese kalmış ve bu mobilyasız grande chasublerie’de ne yapacağını şaşırmış bir edebiyatçı hanımı korkuttuğu günden bu yana, mor bir kadife kılıfla örtülüydü hep.
“Bir kalıp mı bu?” diye sormuştu hanım.
“Hayır,” diye cevaplamıştı Jarry, “ufaltılmış bir kopya.”
Jarry, Claude Terrasse ile birlikte çalıştığı Grand-Lemps’tan dönüşünde, Amsterdam Sokağı’nda düzenli olarak gittiğim bir İngiliz barından beni almaya geldi. Akşam yemeğini orada yedik ve Jarry, altınları olduğu için beni Bostock’a[7] götürmek istedi. Son galerilerde aslanlardan söz açarak ve aslanların terbiye edilmesiyle ilgili bazı korkunç sırları açık ederek yanında bulunanları dehşete düşürdü. Yırtıcı hayvanların kokusu başını döndürüyordu. Tour-des-Dames Sokağı’ndaki bir bahçede panter avladığı iddiasındaydı. Gerçekteyse, dikkatsizlik sonucu açık bırakılan kafeslerinden kaçmış küçük panterlerdi bunlar. Jarry’nin misafirleriyse son derece telaşlı ve sıkıntılı görünüyorlardı, pencerelerden tüfeklerle zavallı küçük panterleri vurmaya hazırladılar.
“Siz bir şey yapmayın,” dedi Jarry, “Ben her şeyi halledeceğim.”
Yemek salonunda onun boyunda bir zırh vardı. Jarry şövalye kılığına girdi, baştan ayağa demir zırhlarla donanmış halde ve demir eldiveninde bir bardak tutarak bahçeye indi. Vahşi hayvanlar sıçradılar ve Jarry onlara boş bardağı sundu. Hemen itaat eden hayvanlar onu izleyerek kafeslerine girdiler, Jarry de kapılarını kapattı.
“İşte,” dedi Jarry, “vahşilere boyun eğdirmek için en iyi yöntemdir bu. İnsanların çoğunluğu gibi en yırtıcı hayvanlar da boş bardaklardan dehşet duyarlar ve dehşet de onları korkağa dönüştürür; o zaman ne isterseniz yapabilirsiniz.”
Ve bütün bu hikâyeleri anlatırken revolverini salladığı için seyredenler geri çekiliyor, kadınlar duydukları dehşeti açığa vuruyor, bazılarıysa gitmek istiyordu. Daha sonra Jarry, bu hödükleri korkutmaktan duyduğu zevki benden saklamadı ve aynen bu şekilde, elinde revolverle, onu Saint-Germain-des-Prés’ye götürecek olan omnibüsün üst kısmına çıktı. Bana hoşça kal demek için yukarıdan hâlâ tabancasını sallıyordu.
Bu altıpatlar, arkadaşlarımızdan birinin atölyesinde yaklaşık altı ay geçirdi. Bunun nasıl olduğunu anlatayım:
Rennes Sokağı’nda akşam yemeğine davetliydik. Masada birisi onun el falına bakmak istedi, Jarry bütün çizgilerinin çift olduğunu gösterdi. Gücünü göstermek için ters dönmüş tabakları yumruğuyla kırdı ve sonunda yaralandı. Aperitifle şaraplar onu sinirlendirmiş, likörlerse bardağı taşıran damla olmuştu. Onu daha iyi tanımak isteyen İspanyol bir heykeltıraş Jarry’ye birtakım nazik ve sevimli laflar etti. Fakat Jarry bu herife salondan dışarı çıkmasını, bir daha da geri dönmemesini emretti ve bu oğlanın kendisine en namussuz tekliflerde bulunduğu konusunda da beni temin etti. Birkaç dakika sonra, kaçan İspanyol geri döndü ve aynı anda Jarry, adama bir el ateş etti. Kurşun, perdelerden birinin ardında kayboldu. Yakınlarda bulunan iki hamile kadın bayıldı. Erkekler de pek sakin sayılmazlardı, biz iki kişi Jarry’yi alıp götürdük. Sokakta Übü Baba sesiyle bana şöyle dedi: “Edebiyat kadar güzel, değil mi? Fakat hesabı ödemeyi unuttum.”
Onu götürürken silahını elinden almıştık; altı ay sonra Montmartre’a gelip, arkadaşımızın iade etmeyi unuttuğu revolverini istedi bizden.
Jarry’nin haşarılıkları, onun şöhretine en büyük zararı veren şey oldu ve kendi çağının en müstesna, en sağlam yeteneklerinden biri olduğu halde bu yetenek, yaşamasına yetecek kadar gelir getirmedi ona. Paris’te çiğ koyun pirzolası ve kornişonla beslenerek kötü koşullarda yaşıyordu. Çoğu zaman midesini iyileştirmek için yatmadan önce, yarı yarıya sirke ve absentle doldurduğu ve bunları birleştirmek için de bir damla mürekkep eklediği tuhaf karışımdan koca bir bardak içtiğini söylemişti. Zavallı Übü Baba kadınların vefakârlığından mahrumdu.
Coudray’de balık avlayarak yaşıyordu ve çoğu zaman Paris dışında, nehir kıyısında yaşıyor olmaktan memnundu kesinlikle. Şehir onu çok daha erken öldürebilirdi.
Alfred Jarry az rastlanır bir edebiyat adamıydı. En ufak hareketleri, haylazlıkları, bütün bunlar edebiyatın parçasıydı. Çünkü her şeyini sadece ve sadece edebiyat üstüne kurmuştu. Fakat ne hayranlık uyandırıcı bir tarzda! Birisi bir gün benim karşımda Jarry’nin son burlesk yazar olduğunu söylemişti. Yanlış! Bu değerlendirmeye göre 15. yüzyıl yazarlarının çoğu ve 16. yüzyıl yazarlarının büyük bir kısmı yalnızca burlesk yazarlardır. Bu kelime hümanist kültürün en nadir ürünlerini anlatmaya yetmiyor. Lirizmin hiciv haline geldiği, hicvin, nesnesini yıkıma uğratacak kadar gerçekliğin ötesine geçtiği ve şiirin bile zorlukla yakalayacağı kadar yükseğe çıktığı, bu arada bayalığın zevke katıldığı ve algılanamaz bir fenomenle gerekli hale geldiği bu özel neşeye uyabilecek bir terime sahip değiliz. İçinde duyguların yer almadığı zekânın bu sefahatlerine insanın kendini bırakmasına yalnızca Rönesans izin verdi ve Jarry, bir mucize eseri bu yüce sefihlerin sonuncusu oldu.
Alfred Jarry’nin hayranları vardı, okuyucuları arasında filologlar, özellikle de matematikçiler bulunuyordu, öyle ki Jarry teknik okulda bile popülerdi. Fakat halk arasında, edebiyatçılar arasında onun kıymetini bilmeyen çoktu. Bu tahkirlerden fazlasıyla mustaripti. Bir keresinde, Francais Jammes’ın, yeni yayımlanan Surmâle’i hakkında kendisine nasihat verdiği bir mektuptan uzun uzun söz etmişti bana. Orthezli şair, Jarry’nin kitaplarının kentli koktuğunu ve Paris dışında bir hayatla manevi sağlığını tekrar kazanabileceğini vs. söylüyordu. Bu ya da buna şeydi söylediği. “Yılın büyük kısmını kırlarda, bir ırmağın kıyısında geçirdiğimi, o ırmakta her gün balık avladığımı bilseydi ne diyecekti?” diyordu Jarry.
Uzun bir süre Jarry ile hiç karşılaşmadım, daha sonra, hayatının biraz daha istikrarlı hale gelir gibi olduğu bir dönemde tekrar gördüm onu. Kitaplar yayımlıyor, La Dragonne’u ilan ediyor, Laval’de bir kulenin de parçası olduğu küçük bir mirastan söz ediyordu. İçinde oturulabilmesi için restore ettirilmesi gereken bu kulenin, durmaksızın temeli üzerinde dönmek gibi tuhaf bir meziyeti vardı. Fakat hareket çok yavaştı, çünkü tam bir turun tamamlanması yüz yıl alıyordu. Sanıyorum bu efsanevi hikâye, kule [tour] kelimesinin iki anlamıyla eril ve dişil belirtme tanımlıklarının işin içine karıştığı bir söz oyunundan kaynaklanıyordu.[8] Her neyse, Jarry hastalandı ve sefalet içine düştü. Arkadaşları onu kurtardılar. Paris’e bir miktar para ve eczacılık notlarıyla geri döndü. Şarap satıcısı hesaplarıydı bunlar!
Daha sonra ondan hiç haber almadım. Fakat biliyordum ki Jarry çok kısa bir süre içinde parasının büyük kısmını içkiye yatırıyor ve hiç yemek yemiyordu. Onu Charité Hastanesi’ne kaldırdıklarından haberim olmadı. Anlaşılan, sonuna kadar uyanık ve haşarıydı. Georges Polti onu ziyarete gittiğinde yatağına yaklaşmış ve hem çok heyecanlı olduğundan hem de gözleri iyi görmediğinden Jarry’yi fark etmemiş; Jarry ise, ölmek üzere olduğu halde, arkadaşını şaşırtıp ürpertmenin zevki için yüksek sesle bağırmış: “Hey! Polti, nasıl gidiyor?”
Jarry 1 Kasım 1906’da öldü; ayın 3’ünde cenazesinin arkasında elli kişi kadardık. Yüzler çok kederli değildi, yalnızca Fagus, Thadée Natanson ve Octave Mirbeau’da birazcık cenaze havası seziliyordu. Bununla birlikte herkes, büyük bir yazar ve olağanüstü bir oğlan çocuğu olan Jarry’nin yok olup gidişini derinden hissediyordu. Fakat gözyaşları dökmeden de yası tutulan ölüler vardır. Ne Folengo ne Rabelais ne Swift toprağa verilirken ağlayan olduğu görülmüştür. Jarry’nin cenazesinde de buna gerek yoktu. Böyle ölümlerin asla acıyla alakası olmamıştır. Onların ıstırapları hiçbir zaman kederle karışmamıştır. Böyle cenazelerde herkes, kendisi ve başkalarını yiyip bitiren sefaletle kafasını meşgul etme ihtiyacını hiç hissetmemiş birini tanımış olmaktan dolayı bir gurur sergilemelidir.
Hayır, Übü Baba’nın cenaze arabasının arkasında kimse ağlamıyordu. Ölüler gününden bir gün sonraki pazardı o gün, Bagneux Mezarlığındaki kalabalık akşama doğru civardaki meyhanelere dağılmıştı. Meyhaneler dolup taşıyordu. Şarkılar söyleniyor, içiliyor, mezeler yeniyordu: toprağa verdiğimiz kişinin hayalî tasvirlerindeki gibi şamatacı bir tablo.
[1] 1889-1914 yılları arasında yayımlanan edebiyat ve sanat dergisi. Dergi çevresinden edebiyatçılarla sanatçıların bir araya geldiği düzenli toplantılar da yapılırdı. (ç.n.)
[2] Esmer İngiliz birası. (ç.n.)
[3] Amerika’da siyahi köleler arasında ortaya çıkıp daha sonra Avrupa’ya da yayılan bir dans. (ç.n.)
[4] Kral Übü Alfred Jarry’nin ilk defa 1896’da sahnelenen oyunudur. (e.n.)
[5] Kiliselerde ayin kıyafetlerinin konduğu oda. (e.n.)
[6] Belçikalı ressam, karikatürist ve illüstratör (1833-1898). (e.n.)
[7] Gezici bir hayvanat bahçesi. (e.n.)
[8] La tour kule, le tour dönüş anlamındadır. (ç.n.)