Deleuze ve Guattari politikanın kütleselleşmesi (molarizasyonu) karşısına mikropolitikayı çıkarır.[1] Onlara göre “kütlesel” olan, katı sınıflandırmalara ve kodlandırmalara dayanır; esnek ve olumsal olana yer bırakmaz. Oysa mikropolitikanın temeli olan “moleküler”, yerel ve tekil olan ilişkilere açılır. Moleküler bir üretim, kendi kendini örgütler ve kendinden şiirseldir. Buna karşın kütleselliğin ilkesi, üretilenin dışındaki bir varlık ve özellikten türer.
Deleuze ve Guattari için mikropolitikanın gereği, şimdiki kapitalist üretim ve birikim konjonktüründen kaynaklanır. Bu konjonktürde sermaye, sanat ve finans gibi birbirleriyle hiç ilgisi olmayan alanları bile bağdaştırabilen, her durumda hazır ve nazır bir koşul haline gelmiştir. Bu, Deleuze’ün “denetim toplumları” adını verdiği, 19. yüzyılla, erken 20. yüzyılın “disiplin toplumları”ndan başka bir çağdır. Bu konjonktürde, sermayenin toplumdaki her gediği doldurması sonucunda, emeğin kapsamı da misli misli genişlemiştir. İnsan bilincinin ve şimdiye kadar “özel” sayılan her şeyin amansızca birikim sürecine emilimi sonucunda, sermaye, aynı anda ve her yerde hazır ve nazır hale gelmiştir. Bu süreç artı-değer yaratabilen her şeyin sınır tanımadan şişmesiyle çakışır. Kapitalizmin her zaman bir ütopyası olmuştur: Devletten arınma. Şimdiki konjonktürde bu hayal daha bir geçerlidir. Deleuze ve Guattari için bu durumun nedeni, devletin aygıtlarının kaybolması değil (çünkü gayet açık ki ortadadırlar), devlet ve toplum arasındaki sınırların korunamamasıdır. Şimdi toplum ve devlet her şeyi kapsayan tek bir gerçeklik oluşturmaktadır ve bütün sermaye toplumsal sermayedir. Dolayısıyla, gelişmiş ekonomilerde, öncelikle hizmet ve enformasyon endüstrilerinin üstlendiği toplumsal işbirliği, kapitalizm için hayati hale gelmiştir.
Böyle bir durumda ise, standardizasyon ve homojenlik üzerinde duran kütlesel politika da geçerliliğini kaybediyor. Politikada “sol” ve “sağ” arasındaki geleneksel ayrım giderek bulanıklaşıyor ve bütün anlamsızlığına rağmen, “radikal merkez” gibi tanımlar itibar kazanıyor. Ayrıca, geleneksel sınıf ilişkileri çözülüyor; toplumsal işbölümü, hizmet ve enformasyon endüstrilerinin örgütlenmesiyle kökten bir dönüşüm geçiriyor. İşte mikropolitikayı olanaklı kılan koşullar bu gelişmelerden kaynaklanıyor. Ve sonuçta arzunun ve duygulanımın (affect) düzenlenmesi, çağdaş politikadaki ilişki mekanizmalarının belirlenmesinde çok daha önemli bir hale geliyor.
Mikropolitikada arzunun işlerliğinin salınımlı bir mantığı vardır: Önce sermaye tarafından baskılanarak sermayenin dışına sürülen arzu, daha sonra toplumsal alana geri döner. Böylece özgürleşmiş olan arzu, bir “arzu makinesi”[2] oluşturmak üzere toplumsal alanla bütünleşir. İşte mikropolitikanın kalbi, bu yeni arzu makinelerinin inşasıdır; ve bir o kadar da onlar arasındaki yeni bağlantıların yaratılmasıdır. Bu inşa hareketini yoluna koyan bir politika olmadan üretici bir arzu mümkün değildir. Mümkün olan sadece, özdeşlik ve eşitlik mantığı tarafından yönetilen, farksızlığın biteviye tekrarıdır. Mikropolitikada … kapitalizmin ziyankâr olan ve son kertede üretici olmayan tekrar eyleminin yerini polytopia alır. Bu sayede azınlıklar, çeşitli oluşumlar, kavramlar, gayrimaddi durumlar, “halklar” biraraya gelerek, süregelen dünya düzenini bozma yolunda bir arzuyu ifade edecek ve eyleme geçirecek bir düşünce ve pratiği gündeme getirebilirler.
Onun için mikropolitika “sürekli devrimci olmanın ethosunu” yaratır. Ve bu ethos, ne şimdi hükümsüz olan Sovyet bürokratik sosyalizmi, ne de liberal veya toplumsal bir demokrasiye dayalı politikalar tarafından baskı altına alınabilir. Bu ethos çerçevesindeki bağlılık ve ilişki kriterlerimiz her zaman kaotik bir devinim içinde olacaktır. Ve, zamanımızdaki iktidarların, ulus-devletlere, aşiretlere, klanlara, siyasal partilere, kiliselere, ve belki de şimdiye kadar cemaat adına yapılmış her şeye karşı duydukları o aşkla söyledikleri yalanı parçalayan, yeni bir siyaset bilgisi yaratılacaktır. Ve bu ethos bir yandan da, eski ‘aşk’lara dayanmayan, yeni kolektif dayanışmalar yaratacaktır.
[1] Bin Yayla kitabında Deleuze ve Guattari, kimyadan ve jeolojiden ödünç aldıkları bu terimi “politik oluşumlara uygularlar. Molar oluşumlar devlete veya yurttaşlığa ait oluşumlardır. Genellikle kütleseldirler, iyi tanımlanmışlardır ve bir yönetim aygıtına bağlıdırlar. Moleküler karşılıkları ise, nadiren fark edilen mikro oluşumlar ve politikalardır: Anlatılması mümkün olmayan duygusal paylaşımlar; geniş anlamda dünyanın durumuyla ilgili olmayan görüşmelerdeki iniş çıkışlar; veya, bir yayanın parktaki ıhlamur ağacının yapraklarının öğlen güneşinde nasıl ışıldadığını izlemesi… Molar ve moleküler formlar, sadece aralarındaki gidiş-gelişlerle değil, yığınla mikro-algının birikmesiyle başlayan ve biten olayların etkisi ve tözüyle de bağlantılandırılabilir.” [Tom Conley, The Deleuze Dictionary içinde, ed. Adrian Parr (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2005) s.176.] “Bütün toplumlar molar ve moleküler mekanizmalarla işler… Politikanın hem molar hem de moleküler düzenleri bulunur. Bir yönetim üstyapısı olan ilki, ikincisinin varlığını engellemez. Bilinçsiz mikro-algıların ve duygulanımların dünyasından, ince ayrımlardan oluşan ikincisi, politikayla ve yurttaşlıkla ilgili düzenlerden farklı çalışır. Mölekülerlik, algıya, duygulanıma, hatta hatalı konuşmaya ait mikropolitikaya bağlıdır.” [Tom Conley, a.g.e. s. 78.]
[2] Deleuze ve Guattari’nin felsefesinde “makine”, birbirleriyle uyumsuz olan fragmanlar arasındaki ilişki silsileleridir, akımlarıdır (flux). Makineler tüm hayatı kapsar. Örneğin, “sütün yanı sıra havanın ve sesin de akışını açıp kapayan ağız makinesi; idrarın ve spermlerin akışını açıp kapayan penis makinesi... Step koşullarında at ile ok ve yayın birliği, göçebe bir savaş makinesi oluşturur. Büyük imparatorlukların bürokratik koşulları altında insanlar emek makineleri oluşturur. Silahlarıyla birlikte piyade bir makinedir. Dansçı, aşkın ve ölümün tehlikeli koşulları altında, dans ettiği zeminle birleşerek bir makine ortaya çıkarır… Düş, dış dünyayla ilişki kurmak için bir makinedir.” Toplum bir makinedir, teknoloji bir makinedir… Nihayetinde bütün hayat ve sanat, insan ve toplum onların bünyesindeki akımları/akışları açıp kapayan; aralarındaki ilişkileri ve bağlantıları düzenleyen makineler olarak düşünülebilir. Arzularımızı üreten “arzu makinesi”ne gelince, bu öyle bir makinedir ki, diğerleriyle eklemlidir ama onlarla karşı kutuptadır ve toplumsal-teknik makine tarafından baskı altında tutulur. Arzu makinesi bilinçaltının, erotizmin, sapkınlığın, çılgınlığın, hazzın, direnişin, devrimin, özgürlüğün, çokluğun (multitude), sonsuz bağlantıların makinesidir. Enerjisi libidodur. Şizoiddir. Ödipal toplumun psişik baskılarına karşıdır; “anti-Ödip”tir. Dolayısıyla, arzuyu sabote eden psikanalize, onun tiranlığına ve bürokrasisine meydan okur. Toplumsal ve teknik makineye, “iktidarı egemen sınıfın ellerinde yoğunlaştırmayı amaçlayan bilginin uzmanlaşmasına ve meslekî tekelciliğe karşıdır”. Arzu makineleri herkesin biraraya getirebileceği değişik değişik parçalardan oluşur. Ve bu parçalar bir birlik ve bütünsellik oluşturmazlar. Çünkü bu makinede parçalanma birleşme demektir; kopma kapsayıcıdır; tüketme üretmedir, sınırlama sınırsızlık demektir. Üstelik, arzu makinesinin mümkün olup olamayacağını; yararlı mı yararsız mı olduğunu sorgulamak da boşunadır. Özerktir: aşkı aşk için, baskıyı da baskı için üretir… [Ali Artun, “Erotik Katedral: Kurt Schwitters’in Mimarlığa Oyunu”, Arzu Mimarlığı içinde, ed: Nur Artun Altınyıldız, Roysi Ojalvo (İstanbul: İletişim Sanathayat Dizisi, 2012) s. 39-59.