Marx, Marksizm, Kültür Kuramı

Marx’ın kendisi, bir kültür kuramının anahatlarını çizdiyse de böyle bir kuramı hiçbir zaman tam anlamıyla geliştirmemiştir. Örneğin, yer yer edebiyatla ilgili yaptığı yorumlar, bizim bugün Marksist edebiyat eleştirisi olarak bildiğimiz şeyden ziyade, döneminin aydın ve zeki bir adamının yorumlarıdır. Toplumsal konulardaki sıradışı vukufuyla kimi zaman yorumdan öteye geçtiği de olur, ama hiçbir zaman bir kuramın uygulamasını yaptığı izlenimi edinilmez. Bu meseleleri tartışma üslubu genelde dogmatiklikten uzak olmakla kalmaz, aynı zamanda ister edebiyat kuramında ister pratiğinde olsun, siyaset, ekonomi ve tarih konusundaki yargılarının aşırı bir hevesle, mekanik biçimde başka olgu türlerine aktarılması olarak gördüğü tutumdan uzak durur. Engels, âdeti olduğu üzere daha az temkinli ise de, o da üslubu itibarıyla benzerdir. Marx’ın, bu tür yargılarını başka alanlara genişletmek ya da çizdiği anahatların içini doldurmak konusunda güvensiz davrandığını söylemek istemiyorum kuşkusuz. Yalnızca, dehası sayesinde zorlukların ve karmaşıklığın farkına varabildiğini, ve kişisel disiplininin olgulara bağlı kalma disiplini olduğunu söylüyorum.

 

Karl Marx

 

Marx’ın çizdiği, ve son derece verimli ve önemli olduğu görülen anahatlar, en açık şekilde, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin (1859) Önsöz’ünde görülür:

İnsanlar, sürdürdükleri toplumsal üretimde, iradelerinden bağımsız ve vazgeçilmez olan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretim güçlerindeki belirli bir gelişme aşamasına denk düşer. Bu üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısını oluşturur: yani, hukuki ve siyasi üstyapıların dayanağı olan ve belirli toplumsal bilinç biçimlerinin denk düştüğü gerçek temeli. Maddi hayattaki üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve manevi yaşam süreçlerinin genel mahiyetini belirler. İnsanların varoluşunu belirleyen, bilinçleri değildir; bilakis, toplumsal varoluşları bilinçlerini belirler. [...] Ekonomik temelin değişmesiyle, bütün o muazzam üstyapı nispeten hızla dönüşür. Bu tür dönüşümleri ele alırken, üretimin ekonomik koşullarındaki maddi dönüşüm ile –ki tabiat bilimindeki kadar kesin biçimde belirlenebilir– insanların bu çatışmanın bilincine varıp ona karşı savaştıkları hukuki, siyasi, dinî, estetik ya da felsefi, kısacası ideolojik formlar arasında her zaman ayrım yapılmalıdır.[1]

Sözü edilen ayrım kuşkusuz çok önemli. Yapı-üstyapı formülünü kabul etsek bile, ikincideki değişimlerin zorunlu olarak farklı ve daha az kesinlik taşıyan bir araştırma tarzına tabi olduğunu bizzat Marx söylüyor. Metninde kullandığı sözcükler bu noktayı daha da vurguluyor: “genel mahiyetini belirler”; “nispeten hızla dönüşür”. Üstyapı bir insan bilinci meselesidir ve yalnızca çeşitliliği nedeniyle değil, her zaman tarihsel olduğu için de ister istemez çok karmaşıktır: Bilinç, herhangi bir zamanda, geçmişten devralınan unsurlar kadar bugüne yönelik tepkileri de içerir. Nitekim Marx yer yer ideolojiyi yanlış bilinç olarak ele alır: değişimin baltaladığı bir devamlılıklar sistemi. On Sekiz Brumaire’de şöyle yazar:

Farklı mülkiyet biçimleri üzerinde, varoluşun toplumsal koşulları üzerinde, özgül olarak biçimlenmiş türlü türlü duygudan, yanılsamadan, düşünce alışkanlığından ve yaşam tasavvurundan oluşan koca bir üstyapı yükselir. Sınıfın tamamı, bunları kendi maddi temelinden ve ona uygun düşen toplumsal koşullardan üretir ve biçimlendirir. Gelenek ve eğitim yoluyla bunların aktığı tekil birey, davranışlarının altındaki gerçek neden ve öncüllerin bunlar olduğu zannına kapılabilir.[2]

O halde, eğer üstyapının bir bölümü rasyonalizasyondan ibaretse, bütünün karmaşıklığı daha da artar.

 

Friedrich Engels

 

Karmaşıklığın bu şekilde teslim edilmesi, Marksist bir kültür kuramı oluşturma yönündeki her türlü geçerli girişime konan ilk şerhtir. Daha tartışmalı olan ikinci şerh, yapı-üstyapı formülünün doğru anlaşılmasıdır. Marx’ta bu formül kesindir, ama bir analojiden öteye gitmiyor olabilir. Kuşkusuz Engels’in şu yorumuna baktığımızda, bir yeniden gözden geçirme şart olur:

Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici unsur, son tahlilde gerçek hayattaki üretim ve yeniden üretimdir. Bundan daha fazlasını ne Marx ileri sürdü ne de ben. Dolayısıyla, birileri çıkıp bu iddiayı saptırır, ekonomik unsurun yegâne belirleyici unsur olduğunu iddia ederse, onu anlamsız, soyut ve abes bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir, ama üstyapının çeşitli unsurları –sınıf mücadelesinin siyasal formları ve sonuçları; başarılı bir savaştan sonra galip sınıfın yerleştirdiği anayasa vs., yani hukuk formları; hatta bütün bu fiilî mücadelelerin savaşan tarafların zihnindeki yansımaları: siyaset, hukuk ve felsefe kuramları, dinî düşünceler ve bunların geliştirilip dogma sistemlerine dönüştürülmesi– tarihsel mücadelelerin seyri üzerinde etkide bulunur ve pek çok durumda onların formunu belirlemede ağırlığını koyar. Bütün bu unsurlar arasında bir etkileşim vardır, ve bu etkileşim içinde, sonsuz tesadüfler yığını (yani, aralarındaki bağlantılar ya çok uzak ya da kanıtlanması imkânsız olduğu için yok saydığımız ve görmezden geldiğimiz şeyler ve olaylar) ortasında ekonomik unsur sonunda kendisini zorunlu olarak ortaya koyar. Böyle olmasa, kuramı tarihin herhangi bir dönemine uygulamak, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu.[3]

Burada da yine karmaşıklığın altı çiziliyor, ama bunun sonucunda Marx’ın kullandığı formülün kullanışlılığı azalıyor. Yapı ve üstyapı, bir analojinin terimleri olarak, aynı zamanda mutlak ve sabit bir ilişkiyi ifade eder. Ama Marx ve Engels’in kabul ettikleri gerçeklik ne bu kadar mutlak ne de bu kadar açıktır. Engels aslında üç gerçeklik düzeyini devreye sokar: ekonomik durum, siyasi durum, kuramın durumu. Bununla birlikte, yapı ve üstyapı terimlerinde olduğu gibi, düzey terimleriyle kurulan herhangi bir formül, Marksizmin özü gereği kavraması gereken hareket etkenlerini hakkıyla hesaba katamaz. Gerçekliğin çok karmaşık bir hareket alanı olarak görüldüğü, bu alan içerisinde ekonomik güçlerin sonunda kendilerini örgütleyici unsur olarak ortaya koyduğu farklı bir modele ulaşırız.

Engels “etkileşim” sözcüğünü kullanıyor, ama bu, ekonomik öncelik iddialarının herhangi bir şekilde geri çekildiği anlamına gelmiyor. Plehanov Tekçi Tarih Kuramının Gelişimi’nde (1895) bu noktayı açıklıkla ortaya koyar:

Etkileşim mevcuttur [...] bununla birlikte kendi başına hiçbir şeyi açıklamaz. Etkileşimi anlamak için, etkileşim halindeki güçlerin öznitelikleri tespit edilmelidir ve bu özniteliklerin nihai açıklaması etkileşim olgusunda bulunamaz – bu olgu sayesinde ne kadar değişime uğrarlarsa uğrasınlar. [...] Etkileşim halindeki güçlerin nitelikleri, birbiri üzerinde etkide bulunan toplumsal organizmaların öznitelikleri, uzun vadede zaten bildiğimiz bir nedenle açıklanır: bu organizmaların, üretici güçlerinin durumu tarafından belirlenen ekonomik yapıları.[4]

 

Georgi Plehanov

 

Plehanov, “insan düşüncesinin gelişiminde [...] özel yasalar” olduğunu kabul eder; Marksistler, örneğin “mantık yasalarını, malların dolaşım yasasıyla” bir tutmayacaklardır. Bir Marksistin reddedeceği tek şey, “düşünce yasaları”nın düşünsel gelişmedeki ana kuvvet olduğu iddiasıdır; ana kuvvet, ekonomik değişimdir. Şöyle devam eder Plehanov:

Duyarlı ama kıt akıllı insanlar Marx’ın kuramına hiddetlenirler, çünkü onun ilk sözünü son sözüymüş gibi ele alırlar. Marx der ki: özneyi açıklamak için, insanların nesnel zorunluluğun etkisi altında birbirleriyle ne gibi ilişkilere girdiklerine bakalım. Bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra, bunların etkisi altında insanın özbilincinin nasıl geliştiğini tespit etmek mümkün olacaktır. [...] Psikoloji kendisini ekonomiye uyarlar. Ama bu uyarlanma karmaşık bir süreçtir [...] bir yandan “ipliğin”[5] hareketinin “demir yasaları” [işler...], öte yandan da, “ipliğin” üzerinde ve tam da onun hareketi sayesinde, “hayatın esvabı” olan ideoloji [gelişir].[6]

Açıktır ki Plehanov burada (pek başarılı olmasa da) yapı-üstyapıdan daha tatmin edici bir model bulmaya çalışıyor. Marx’ın, fikirlerin incelenmesi konusundaki çekincesinin farkında, ve şunu kabul ediyor:

Bu alanda bizim için pek çok şey hâlâ karanlıktadır. Ama karşılaştıkları güçlüklerin önemini hiçbir zaman anlamayan ve her sorunu şu meşhur “etkileşim”leriyle çözebileceklerini zanneden idealistler için, hele hele eklektikler için karanlıkta olan şeyler daha da fazladır. Onların gerçekte hiçbir şeyi çözdükleri yok, yalnızca karşılaştıkları güçlüklerin arkasına saklanıyorlar.[7]

O halde, bir etkileşim vardır, ama bu, ekonomik unsurun örgütleyici gücü kabul edilmeden olumlu bir şekilde anlaşılamaz. Bir Marksist kültür kuramı, çeşitliliği ve karmaşıklığı teslim edecek, değişim içindeki sürekliliği dikkate alacak, tesadüflerin payına ve bazı sınırlı özerkliklerin varlığına yer verecektir; ama bu çekincelerle birlikte, ekonomik yapının gerçeklerini ve bunun sonucu olan toplumsal ilişkileri, bir kültürün örüldüğü ve bir kültürü anlamak için takip edilmesi gereken ana iplik olarak alacaktır. Temellendirilmiş bir kuramdan ziyade bir vurgu düzeyinde kalan bu unsur, yüzyılımızın Marksistlerinin geleneklerinden aldıkları unsurdur.

                                                                                  

                                                                                   *

 

Kimileri sınıflı bir toplumda yönetici sınıf etrafında “bir zihinsel etkinlik kutuplaşması” yaşandığını ve yönetici sınıf “burjuva” ise tüm zihinsel etkinliklerin de “burjuva” olduğunu savunuyor; bunu reddeden kimileri ise, toplumun bilincinin her zaman bundan daha fazla çeşitlilik gösterdiğini, ekonomik bakımdan egemen olan sınıfla sınırlı olmadığını öne sürüyorlar.[8] Bu görüşlerden hangisi Marx’a daha yakın olursa olsun, kanıtlar açıkça ikinciden yana çıkıyor. Bütün bu noktalarda, Marksistlerin “kültür”ü bir terim olarak kullanma biçimlerinde genel bir yetersizlik var gibi görünüyor.

Kültür kelimesi Marksistlerin yazılarında genelde bir toplumun düşünsel ve imgesel ürünlerini ifade eder; bu, “üstyapı” kavramının zayıf kullanımına tekabül eder. Ancak, toplumsal gerçekliğin bütün unsurlarının birbirine bağımlı olduğunu vurgulamalarına, ve analitik olarak hareket ile değişim üzerinde durmalarına bakıldığında, Marksistlerin mantıken “kültür”ü bütünlüklü bir yaşam tarzı ve genel bir toplumsal süreç anlamında kullanmaları gerektiği sonucu çıkar. Bu sadece sözel düzeyde kalan bir mesele değil, çünkü ikinci kullanımdaki vurgu, eleştirdiğim mekanik yöntemleri olanaksız kılar ve daha sağlam bir kavramaya temel oluşturur. Bununla birlikte sorun, Marx’ın özgün formülleştirmesindeki terimlerde yatmaktadır: Eğer “yapı” ve “üstyapı”yı, fikir verici bir analojinin terimleri olarak değil de gerçekliğin tanımı gibi kabul ederseniz, buradan hareketle yanlış yerlere varmanız doğaldır. Bunlar bir analojinin terimleri olarak görüldüğünde bile, işaret etmeye çalıştığım gibi, düzeltilmeye ihtiyaçları vardır.

 

Vladimir Lenin

 

Geçmişe ilişkin bu türden bir Marksist yorumun pratik sonuçlarından biri, sosyalist geleceğin kültürünü tanımlama yönündeki ısrarlı girişimlerde görülür. Eğer bir burjuva toplumunun basit ve doğrudan bir şekilde bir burjuva kültürü yarattığını düşünmeyi âdet edinmişseniz, sosyalist bir toplumun da yine basit ve doğrudan bir şekilde sosyalist bir kültür yaratacağını düşünmeniz muhtemeldir, ve o zaman böyle bir kültürün neye benzeyeceğini söylemenin de size düştüğünü  düşünebilirsiniz. Aslına bakılırsa, geleceğin “sosyalist kültürü” üzerine yapılan spekülasyonların çoğu ütopyacı bir alışkanlıktan öteye gitmez; bunları çok da ciddiye alamazsınız. Ama bu sorun, örneğin yeni topluma uygun edebiyatın önceden, otoriter bir talimat biçiminde tanımlandığı Rusya’da pratiğe dönüştü. Edebiyat ile toplum arasındaki ilişkiyi basit ve doğrudan bir ilişki olarak düşünme alışkanlığı söz konusuysa, böyle bir yöntem makul bulunabilir, bir “sosyalist realizm” seferberliği yürütmek makul görülebilir, ve bu seferberliğe cevaben üretilecek bir edebiyat elbette her zaman çıkacaktır.

Ama “varoluşun bilinci belirlediği” konusunda Marx’la aynı fikirdeysek, şu ya da bu türden bir bilinci önceden buyurmak bizim için kolay olmayacaktır – meğerki onu buyuranlar kendilerini bir şekilde “varoluş”la özdeşleştirmiş olsunlar (nitekim bu işin teoride yapılma şekli genelde böyledir). Şahsen, sosyalist bir toplumda, temel kültürel beceriler geniş kesimlere yayılmış, iletişim kanalları genişletilip önleri açılmışsa, hazırlık mahiyetinde mümkün olan her şey yapılmış demektir diye düşünüyorum, ondan sonra ortaya çıkacak şey gerçekliğin tamamına verilmiş gerçek bir tepki olacak ve büyük değer taşıyacaktır. Diğer türlüsü, Lenin’in şu sözlerinde görülebilir:

Her sanatçı [...] kendi ideallerine göre, her şeyden bağımsız olarak, özgürce yaratma hakkına sahiptir. Ancak, biz komünistler, elbette ellerimiz bağlı dikilip herhangi bir yönde kaos oluşmasına izin veremeyiz. Bu süreci bir plana göre yönlendirmeli ve sonuçlarını biçimlendirmeliyiz.[9]

Bu konuda “elbette” denecek hiçbir taraf yok; bilincin gelişmesi, “kaos” yaratacağı öngörülmek suretiyle değersizleştiriliyor (geçmişle ilgili mekanik tariflerde olduğu gibi). Mesele son kertede, güdülen politikanın ferasetli olup olmadığına, serbest mi totaliter mi olduğuna dayanmıyor; mesele, kültür kuramındaki bir yetersizliğe dayanıyor.

 

Raymond Williams’ın Kültür ve Toplum kitabının “Marksizm ve Kültür” başlıklı bölümünden seçilmiş pasajlar.



[1] Karl Marx, “Önsöz”, Critique of Political Economy, çev. Stone, s. 11.

[2] The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, çev. De Leon, 1898, s. 24.

[3] Engels, J. Bloch’a mektup, 21 Eylül 1890, Selected Correspondence içinde, s. 475.

[4] In Defence of Materialism adıyla İngilizceye çevrilen baskı, çev. A. Rothstein, (Londra, 1947) V, s. 207.

[5] Burada geçen string kelimesi, hem toplum hayatının bütününü simgeleyen bir “akor”a karşılık çalgının tek bir teli, hem de giysinin tamamına karşılık “iplik” anlamına geliyor. Plehanov’un tırnak içinde kullandığı bu benzetme, Nikolay Mihaylovski’ye ait: “Engels, Kautsky ve diğerlerinin eserlerinde tarihsel içeriği haiz iyi bazı bölümler için ekonomik materyalizm nitelemesi kullanılması gereksizdir, zira bu yazarlar pratikte toplum hayatının tamamını dikkate alırlar – her ne kadar ekonomi teli akorda baskın olabilse de”. Plehanov, burada sözü edilen kitabının “Modern Materyalizm” başlıklı bölümünde esasen Mihaylovski’ye cevap veriyor ve kelimeyi “iplik” anlamında kullanıyor. Williams’ın aktardığı pasajın tamamı şöyle: “[...] Sayın Mihaylovski’ye şunu hatırlatmamız lazım: İdeolojinin gelişimiyle ilgili meselelerde, ‘ipliği’ en iyi bilenler bile, özel bir yetenekten, yani sanat duygusundan mahrum iseler zaman zaman acze düşebilirler. Psikoloji kendini ekonomiye uyarlar. Ama bu uyarlanma karmaşık bir süreçtir, ve onun izlediği seyrin tamamını kavrayabilmek ve onu fiilen olduğu şekliyle hem kendine hem başkalarına canlı biçimde tasvir edebilmek için, sık sık sanatçının yeteneğine ihtiyaç duyulur. Sözgelimi Balzac, yaşadığı toplumdaki çeşitli sınıfların psikolojisini açıklamakta büyük başarı göstermiştir. İbsen’den ve daha pek çoklarından da öğreneceğimiz çok şey var. Umalım ki ilerde, bir yandan ‘ipliğin’ hareketinin ‘demir yasalar’ını kavrayabilen, öte yandan da ‘ipliğin’in üzerinde ve tam da onun hareketi sayesinde ‘hayatın esvabı’ olan ideolojinin nasıl geliştiğini kavrayıp gösterebilen böyle sanatçıların sayısı daha da artsın”: The Development of the Monist View of History, V. Bölüm “Modern Materialism”, 4. kısım, İng. çev. Andrew Rothstein. Kaynak: https://www.marxists.org – e.n

6] A.g.e., s. 223 ve 237.

[7] A.g.e., s. 237.

[8] Bkz. Cornforth; Modern Quarterly, Yeni seri, Cilt 6, No. 4; Güz 1951; s. 357.

[9] Aktaran Blunt; Art under Capitalism and Socialism, Mind in Chains içinde, s. 122 (“Yorum Clara Zetkin”)

"Kültür ve Toplum", Raymond Williams