Manifestolar ve Çağdaş Eleştirel Düşünce

26/4/2022 / skopbülten / Ali Artun

... direnen tek şey sanat olmasa da, sanat direnir. İşte sanat eseri ile direnme arasındaki yakın bağ buradan geliyor. Her direnme eylemi bir sanat eseri değilse de, bir bakıma öyledir. Her sanat eseri bir direnme eylemi değildir, ama bir bakıma öyledir de.

Gilles Deleuze

 

 

Foucault, Baudrillard, Lyotard, Derrida, Lacan, Deleuze, Guattari gibi düşünürlerin açtığı çığır, Batı metafiziğinin bütün temel kavramlarının sorgulanmasının yolunu açar: insan, evren, gerçeklik, akıl, bilgi (güzel, iyi, doğru), zaman (tarih)... Bu sorgulama, onlara dışardan yakıştırılan post-yapısalcılık kategorisinin ima ettiği gibi, dilbilimde ve antropolojide 1950’lerde güçlenen yapısalcılığa karşı bir tepkinin ‘mantıki’ sonucu sayılamaz. O her şeyden önce, hepsinin arkasında olduğu Paris’in son barikatlarında (1968) kısa bir zaferin ardından yaşanan bozguna karşı bir tepkidir.[1] Bu tepki, onları iktidarların çağdaş ‘teknolojileri’ni keşfetmeye kışkırtmıştır. Böylece anlamlandırma sistemleri (kültür) ve dil başat konular halini almıştır. Anlaşılmıştır ki, yeni tanrı, artık akıl değildir, dildir. Bu düşünsel başkaldırının örgütlenmesinde avangardın birikiminin, deneyiminin oynadığı rol genellikle görmezden gelinir. Oysa, “bugün herkes bilmektedir ki, sürrealizm, dille ilgili kapsamlı çalışmalardan doğmuştur.”(Breton, 1953) 1968 sonrası Fransız felsefesinde psikanalize, deliliğin ve cinselliğin tarihine, “arzu”nun keşfine ve “arzunun mikro-politikası”na, “saf eylemin” (event) devrimci gücüne duyulan ilgide de sürrealizmin etkisi açıktır. Zaten bu düşünürler sürrealizmle ve sitüasyonizmle içli dışlıdırlar. Örneğin Lacan, daha 1930’larda sürrealistlerin dergisi Minotaure’da nevroz ve psikanaliz üzerine yazılar yazar. Yıllar sonra Baudrillard, “her zaman sadık olduğu radikalliğin” sitüasyonist olduğu zamanlardan kaldığını belirtir. Barthes, Bataille, Derrida, Foucault, Kristeva ve daha birçokları 1960-1982 yılları arasında yayınlanan ve sürrealizmin radikalleştirilmesiyle uğraşan Tel Quel dergisinin yazarları arasındadır.

Post-yapısalcılık ile avangard arasında yukardakiler gibi daha sayısız ilişki ortaya çıkarılabilir. Ancak, aralarındaki temel bağ, bu gibi ilişkilerin ötesinde, her ikisinin de rasyonalizmin, modernliğin eleştirisiyle, “despotik Aydınlanma”nın aracı akılla uğraşmalarıdır. “İki yüz yıl sonra Aydınlanma geri dönmektedir. Ancak hiç de Batı’nın mevcut olanaklarını ve özgürlüklerini kavramanın bir yolu olarak değil. Sınırlarının ve kötüye kullandığı iktidarının sorgulanmasının bir yolu olarak. Aklın despotik Aydınlanma olarak sorgulanması için...” (Foucault) Modernlik mitini ‘sökmeleri’, çağdaş Fransız filozoflarını, genellikle anıldıkları gibi “postmodernliğin filozofları” yapmaz. Yani onların egemen bir kültür olarak postmodernliği onayladıklarını göstermez. Tam aksine, onlar 68’in hakikatini ararken, bütün gerçekliği ve anlamı yutan imgelerin iktidarının, postmodern gösteri kültürünün arkeolojisini yapmaktadırlar. Sitüasyonist hayalleri yaşatacak direniş biçimleri aramaktadırlar. Ama nasıl avangard sanat, postmodernizmin bir simülasyon ve kolaj rezervuarına dönüştürüldüyse, 1968 ertesi eleştirel düşünce de ana-akım ideoloji tarafından temellük edilmiştir; aslını parçalamak için kendine mal edilmiştir. Postmodern söylem, Debord’un sözleriyle, “bütün gösterilerini, bağlamından, geçmişinden, amaçlarından ve sonuçlarından yalıtır”.

Manifestolara başvurmadan modernizm ve avangard ne düşünülebilir, ne de tartışılabilir. Üstelik sanat manifestoları yalnızca 20. yüzyılda sanatın tarihinin en sahici belgeleri olmakla kalmazlar. Onlar aynı zamanda çağdaş sanatın bilinçaltının da şifreleridir. Manifestoları anlamsız birtakım sloganlar yığını gibi yorumlayan postmodernizmin hakikatini de onlar olmadan sökemeyiz. Ayrıca, sanat manifestolarının gücü, başta felsefe ve politika olmak üzere, sanatın ötelerinde de etkili olur. Çağdaş eleştirel düşüncenin ve kültür odaklı politikaların belli başlı esin kaynaklarından biri de bu manifestoların modernliğe karşı yürüttüğü inatçı muhalefettir. Bütün bunların da ilerisinde, avangardın savurduğu tehditlerin günümüz kapitalizminin dönüşümünde etkili olduğunu düşünenler de vardır. Örneğin Luc Boltanski ve Eve Chiapello, The New Spirit of Capitalism kitaplarında, 20. yüzyıl başındaki Fordist-Taylorist kitle üretiminden, yüzyıl sonundaki esnek üretim sistemlerine ve teknolojilere geçişte “sanatsal eleştiri”nin etkili olduğunu savunurlar. Gerçekten de avangard sanatın, modern teknolojilerin ve kent hayatının rasyonel cenderesine karşı yürüttüğü direnişin işaret ettiği tehditlerin, kapitalizmin yeni hegemonya arayışlarında oynadığı rol yadsınamaz. Kısacası, manifestolar her ne kadar düşsel olsalar da, suya yazılan yazılar değillerdir.

 

Ali Artun’un derlediği Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş kitabındaki “Sunuş” yazısından alınmıştır (İletişim Yayınları SanatHayat dizisi, 2. Basım, 1. Baskı, 2022).



[1] Robert Young, White Mythologies kitabının girişinde başka bir öneride bulunur: “Anıldığı terimle post-yapısalcılık, eğer bir tarihsel hadisenin ürünüyse, bu hadise ‘68 Mayıs’ı değil Cezayir Bağımsızlık Savaşı’dır.”