Küratörlük: Koruma ve Kapatmanın Diyalektiği

Sonunda evlerin hepsi yanmaz duruma getirilince itfaiyecilere gerek kalmadı. O zaman onlara yeni bir görev verildi, bizim anlaşılabilir ve haklı aşağılık kompleksine kapılma korkumuzun odağı olan iç huzurumuzun sorumluları olmak; resmi sansürcüler, yargıçlar ve cellatlar olmak. İşte Montag, sen ve ben bunlardan biriyiz.

                                                                                              Ray Bradbury, Fahrenheit 451

 

 

[Küratörlük kitabının] ilk kısmında, ana amacım bir meslek olarak küratörlüğün kökenlerini araştırmak ve tarihsel bir bakışla başlangıcından itibaren küratörlüğe biçilen rolü tanımlamaktı. Bunun için küratörlüğün ilk kez oluşturulduğu Roma İmparatorluğu dönemine geri gitmemiz gerekiyordu. Ortaçağda küratörler kısa bir süreliğine kilise bağlantılı bir dönüşüm geçirmiş ve insan ruhunun bakıcıları olarak görevlendirilmişlerdi; aynı dönüşümün yeni versiyonunu çağdaş müze profesyonelleri maskesi altında tekrar gördük. Son uygulamalarda küratörleri çağdaş sanatın eş-yapımcıları olarak göreceğiz... Bu tarihsel bakışın sonuç itibarıyla netleştirdiği şu oldu: Bütün bu farklı faillerin ortak noktası, korumaya muhtaç olduğu düşünülenleri koruma göreviydi. O zaman şu sorular akla geliyor: Buna kim, nasıl ve ne zaman karar veriyor ve korumanın kapatmaya dönüştüğü eşik nerede?

İkinci kısımda... documenta'nın analizi yer alıyor: documenta'yı küratörlükte en yakın tarihli dönüşümün gerçekleştiği, yani küratörlerin sergi müelliflerine dönüştüğü ana platformlardan biri olarak inceledim. İncelemem bu olayı kutlayan egemen söylemi kırarak bu dönüşümden etkilenen siyaset ve estetiği sorunsallaştırmayı deniyor. Modernizmin belli bir yorumuna da yakından bakacağız: Almanya'da Savaş sonrası kültürel ezberin ve documenta'nın yazılmamış tarihinin parçaları olarak kadınların dışlanması ve kapitalizmin gösterişli hale getirilmesi.

Üçüncü kısım, Manifesta bienalini inceliyor ve bienalin yaratımının ve varsayılan işlevinin ardındaki mantığı tanımlamanın bir yolu olarak arşivinde gerçekleşmiş silme süreçlerini irdeliyor. Eski Doğu Avrupa'dan Ötekileri "buyur etmek" gibi açık bir siyasi gündemle yaratılan bu süreçler sanat dünyasının yalıtılmış pratikleri olarak değil, daha ziyade Avrupa projesinin devamını sağlayan mantığın tezahürleri olarak da yorumlanabilir. Manifesta tarafından üretilmiş fotoğrafların bıraktığı görsel izler sayesinde resmi temsil düzeyinin ardında neler olduğuna dair fikir edinebiliyoruz.

Küratörlüğün antropolojikleşmesi diye adlandırılabilecek şeyin bir parçası olarak Manifesta, sadece Ötekilerin görsel temsiliyle değil, diğer disiplinlerce reddedilmiş antropolojik metodolojilerin kullanımıyla ilgili sorular da doğurmuştur...

Küratörlüğün varlığı bize, Foucault'nun terimleriyle, çoğalma korkusunun ısrarla canlı kalışını gösteriyor. Söz konusu korku, deneyimin çoğalmasından, duyusalın ve duyusalın yol açtığı fikirlerin çokluğundan duyulan korkudur. Bu Mantığa göre, modern insanımız küratörler tarafından korunmadan gerçekliğin korkunçluğuna dayanamayacak bir canlıdır.

 

Vesna Madžoska, Küratörlük: Koruma ve Kapatmanın Diyalektiği, çev. Mine Haydaroğlu (İstanbul: KÜY, 2016) s. 15, 16.