Her şey titreşir, bildiğimiz veya idrak edemediğimiz her şey… Atomlar, yapraklar, straforlar, galaksiler, diş fırçaları, gözyaşları, tümörler, suşiler, mezar taşları, nötrinolar ve kahkahalar… Evren durmak bilmeyen titreşimlerden ibaret; her şey moleküler seviyede hareket halinde.
Bu en büyük patlamanın üzerinden milyonlarca yıl geçtikten sonra alelade bir gezegenin öylesine şekillenmiş kara parçalarından birinde attığımız her adımla, çıkardığımız her sesle, evrene yaydığımız her sonik titreşimle varoluşumuzun görkemsiz çaresizliğini tanımlıyor ve şekillendiriyoruz. Büyük Patlama’da başlayan bu devinim, çok daha küçük patlamalarla gündelik hayatın sayısız mikro-evrenini başlatıyor.
Maddi evrenin bu titreşimlere dayalı doğası, farklı boyutlarda anaforların da ortaya çıkmasını sağlıyor. Galaksilerden gündelik yaşamın edimlerine bu anaforik yapı tüm biçimleri belirliyor ve merkezdeki titreşimleri periferik etkiyle olabildiğince uzaklara yayıyor.
Anaforun Gözü ve Kulağı: Taksim Meydanı
Yaydığı enerji, kitleleri etkileme gücü, tıpkı Büyük Patlama gibi dönüştürücü ritmi de Taksim Meydanı’nı benzersiz bir anaforun merkezi yapıyor. Buradaki sesler, ilginçtir, insanın dikkatini dağıtmıyor; zihni hakikatin derin ıstırabından bir süreliğine uzaklaştırıp iç huzuru artırabiliyor. Bu anaforun merkezinden gelip geçenlerin kalp atışları, adımları, yani biyoritimleri de tarihin her diliminde mevcut düzeni tanımlıyor. Üstelik hem davranışların kitlesel ritimleri hem de bu kitlelerin maruz kaldığı ses atmosferi sürekli karşılıklı etkileşim halinde. İnsanlar burada akıyor, duraklıyor, kaygılanıyor, bulanıklaşıyor, baştan çıkıyor, kaotik bir resmin figüranlarından biri oluyor. Benzeşmeyen kalabalıkların girift ritimleri anaforun merkezinde ortaya çıkıyor ve kentin/ülkenin/bölgenin geri kalanına yine bu anaforik etkinin itkisiyle yollanıyor. Burada ne oluyor neler duyumsanıyorsa ülkenin geri kalanı da aynı etkiler altında kalıyor. Bu arada Taksim Meydanı da periferisi de sürekli değişiyor.
Bugünlerde Taksim Meydanı’nda durup İstanbul’u ve aslında Türkiye’yi dinlediğinizde, gözleriniz kapalı olsun olmasın, artık vapur, martı, simitçi gibi işitsel kent ikonlarına rastlayamazsınız. Çığlıklar, selalar, hareket halindeki tomalar, kıpır kıpır vinçler ve beton mikserleri size İstanbul’un dönüşen kimliğine dair ipuçları sunuyor. Meydanın bir ucundaki AKM’nin yıkım sesleriyle, diğer ucunda yükselen yeni caminin inşaat sesleri, yaşanan dönüşümü işitsel olarak özetliyor.
Taksim Meydanı ve Beyoğlu’nun hem karakterini hem de morfolojisini dönüştürmek ve dönemin rant trendine uygun yeni kazanç kapıları sağlamak içinse anahtar sözcük AVM. Sin-em Han’ın Demirören AVM’ye dönüşmesi, Emek Sineması’nın tartışmalı yıkımı ve yerine inşa edilen Grand Pera’nın boş dükkânları, Narmanlı Han’ın beton ve sıva odaklı restorasyonu... Pratikte ağaç, doğa, tarih yok edilip yerine AVM eksenli yapılar kondurulurken toplum, kent ve doğa iyice yoksullaşıyor, hem işitsel hem de uzamsal olarak, tıpkı ülkenin geri kalanı gibi.
İstanbul’u, “uluslararası yatırımın bel bağladığı ekonomik istikrarın, toplumsal kutuplaşmalarla sürekli tehdit ettiği bir şehir” olarak tanımlayan Dougles Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı kitabının bir bölümünü, İstanbul’da FOA’nın tasarladığı bir AVM’ye ayırıyor. “İstanbul’da alışveriş merkezi eksenli dönüşümlerin hedefleri arasında 'kent yurttaşı-tüketicisi'nin oluşturulması da bulunur” diyor.[1]
Haklı, zira Taksim Meydanı’nın devamı niteliğindeki İstiklal Caddesi’nde gündelik hayat, kozmopolit ve etkileşimli yapısını kaybederek daha da yalnızlaşan insanların hayaletimsi alışveriş deneyimlerinden ibaret kuru bir ritme dönüşüyor. Buranın yakın dönem işitsel mirasını ve sık sık dönüşen ritim katmanlarını düşündüğümüzde de, ülkenin siyasal ve toplumsal dönüşümüne paralel bir zaman tüneli önümüze seriliyor. Çünkü siyasi olan, Taksim Meydanı’nda morfolojik hale geliyor, kitlelerin ritmini dönüştürüyor ve ülkenin tamamına bu anaforik merkezden yayılıyor.
Zerreciklerden Galaksilere: Ritimanaliz
[Ritimanalist] Yaşamı değiştirme iddiasında bulunmadan ama hissedilir olanı tamamen bilince ve düşünmeye iade ederek, çökmekte olan bu dünyanın ve bu toplumun devrimci dönüşümünün küçük bir kısmını herhangi bir beyan edilmiş politik pozisyonu olmaksızın gerçekleştirebilir.[2]
Henri Lefebvre
Bilinen evrendeki her şeyin atomaltı özleri durmadan titreşerek var oluyor ve uzam da dönüşerek yeni ritimler doğuruyor madem, öyleyse “ritim” de bu kentsel evrenin en hayati kavramlarından biri haline geliyor.
Ritimanaliz, gündelik olanın ritimlerinde hem doğal hem de kültürel süreçlerin anlaşılması; beden üzerinden şehrin dinlenmesi anlamına geliyor. Çünkü ritmin kaynağı temel olarak beden. Gündelik hayatın devrimci niteliği üzerine düşünceler geliştiren Lefebvre’in Ritimanalist’i de önce kendi bedenini dinliyor; gündelik hayatın ritimlerini değerlendirmek için ritimleri öncelikle kendi bedeninden öğreniyor. Bedeni, ritimanalistin metronomu.
Kent merkezinin, çarşıların, meydanların, gecekondu mahallelerinin, hayaletimsi rezidans gettolarının, mezra ya da kasabaların, tarla veya plajların ritimleri elbette birbirinden farklı. Sadece gündelik hayatı mekânlar üzerinden deneyimleyenlerin bedensel ritimleri değil, kolektif duygu ve davranışların ritimleri de kendine has desenler ortaya koyuyor.
Duyularını bu minvalde değerlendirebilen Ritimanalist de, Taksim Meydanı’nın ortasında durduğunda etrafında birçok ritim katmanı olduğunu kolayca fark eder. Girift bir karaktere sahip bu meydanda tek bir ritim bulmak imkânsız, yine ülkenin geri kalanı gibi. Karşılaşılan ritim katmanları üst üste binmiş farklı içsel zamanlara sahip kitle türlerinden çıkar: Turistler, çalışanlar, seyyar satıcılar, aylaklar, öğrenciler, marjinaller, yaşlılar, esnaflar, kolluk kuvvetleri.
Anıtın çevresinde öbekleşmiş turist kafileleri ile güvercinlerin peşinde çocuk koşturan ebeveynler birbirine karışır. Ortadoğulu müzisyenler meydana itinayla ‘kondurulmuş’ lale saksılarının etrafında türlü tınılar çığırır. Kimileri bu seslerden kaçmak için yolunu ve ritmini değiştirir kimileri de merakla ve hızla müzisyenlere yaklaşır. Müziğin ahengi iki farklı ritim belirlemiş olur böylece. Diğer yanda da eğlence parklarının gelgelcileri turistleri kendilerine çekmeye çalışırken zırhlı bir araç eski yerinden kalkıp yeni yerine öylesine geçmek için meydandaki ritimleri bir süreliğine alaşağı eder. Tramvayın ilk durağında bekleyenler sanki ritimlerden azade bir kara delikteymiş gibidir. Belki de duyusal olarak nispeten güvenli varsayılabilecek bu alanı korunaklı yapan, tam karşısındaki kakafonik ritimlerin kaynağı taksi katarlarından azade oluşudur; zira taksi değil tramvay bekleniyordur. Yolcu bulamayan, bulduğunu beğenmeyen ve rakiplerinden sıyrılmaya çalışan şoförlerin klakson ve bağırış sesleri de, sarı araçların dur-kalk ritimlerine karışır.
Gündelik zamanın, genelde yavaş tempolardan (Temps faibles: Zayıf zamanlar) oluştuğunu anlatan Lefebvre, aynı şekilde hızlı tempoları (Temps forts: Güçlü zamanlar) da kapsadığının altını çiziyor. Taksim Meydanı’nın bu girift ritimleri de tarihin farklı zamanlarında zonklama halini almış, kitlenin tamamı bir süreliğine ortak bir ritim tutturmuş.
Kentin, dolayısıyla da ülkenin yüzyıllara dayanan demografik yapısındaki önemli kırılmalardan olan 6-7 Eylül pogromunun aksak ritmi, dezenformatif etkilerin yarattığı milliyetçilik merkezli bir tepkisellikle ortaya çıkıyor. Taksim Meydanı’nın çevresindeki şiddet, taciz ve yağma, kolektif bir ritim haline gelerek, tahammül sınırlarının çok dışında bir işitsel deneyime de neden olarak, yine bu anaforun periferik etkisiyle yayılıyor. O güne dek meydana, Beyoğlu’na ve aslında ülkenin tamamına kendilerine has ritimleriyle iz bırakmış olan toplumun bir kesimi, tamamen etnik ve ekonomik sebeplerle toplum dışına itiliyor, gündelik hayattaki ritimleri sindiriliyor, kent ve ülke farkında olmadan birçok açıdan aslında daha da yoksullaşıyor.
1977 yılının 1 Mayıs’ı da hem travmatik bir işitsel deneyime hem de meydanın farklı ritimlerle süslü yapısına sıkılmış bir kurşuna tanıklık ediyor. Evrensel kaos yine iş başında, anafordan yayılan güçlü etkiler yine meydandakilerin ritmini ülkenin geneline yayıyor. Küresel ekonominin yeni yeni yayılmaya başladığı bu tarihte işçi örgütlenmesi ve emek merkezli hak talepleri neredeyse tamamen rafa kalkıyor. Meydanın ve dolayısıyla ülkenin gündelik hayatının ritmi, artık daha ürkek, daha içten yanmalı ve daha da kontrol altında ilerliyor.
6-7 Eylül pogromu ile 1 Mayıs faciası, gündelik hayatta yan yana ilerleyen ve kendi içlerindeki ahengi paylaşan toplumun farklı kesimlerini çatışmalı hale getirerek kısır ve mesafeli bir gündelik ritmi dayatıyor. Henüz üstesinden gelinememiş, kentin özündeki ritmi yeniden bulmasını engelleyen bu tip travmalar, gündelik hayatın daha da sunileştiği günümüzde aşılması iyice zorlaşmış anılar olarak toplumsal hafızadaki yerlerini koruyor.
“Ritimlerin tüm düzensizlikleri çatışmalı etkiler yaratır; bozar ve aksatır; genelde derin, bölgesel ve artık işlevsel olmayan bir aksamanın belirtisidir. Daha sonra bir icat, bir yaratıyla doldurulmak üzere zamanda bir boşluk, bir delik de yaratabilir. Bu ancak bireysel ya da toplumsal olarak bir krizden geçerek olur. Aksamalar ve krizlerin kaynakları ve etkileri daima ritimlerde ve ritimler üzerinde olur: kurumların, büyümenin, nüfusun, mübadelenin, çalışmanın ritimleri, dolayısıyla günümüz toplumlarının karmaşıklığını yaratan veya ifade eden ritimler.”[3]
Bugünün ritimlerini, meydanın tanıklık ettiği bu iki travmatik olaydan sonra onlarcasının yanı sıra özellikle yeni iki olay daha belirliyor: Gezi Direnişi ve 15 Temmuz darbe denemesi.
Periferik Etkiler Sahnede, Gürültü Her Yerde: Gezi’nin ve 15 Temmuz’un Sonik Atmosferi
20. yüzyılın en cüretkâr müzisyenlerinden Edgard Varèse muhtemelen haklı; sesler, yaşayan varlıklar. Şehirde onlar da birer özne ve kendi eylem güçleri var.
Yönleri, hızları, itilme ve çekilme eylemleri var. Her şeyden önemlisi sesler, kentin ritimlerini de öncelikli olarak belirleyebiliyorlar.
Bu meydanda olanlar da hem çok ses getirmiş hem de sıradışı işitsel deneyimleriyle her zaman kitlelerin üzerinde tahakküm kurmayı başarmış. Ve aslında her defasında toplumu da tedirgin bir suskunluğa itmiş. Bir etnik tacizin çığlıkları da, emekçilerin canhıraş kaçışları da, doğanın ilhamıyla titreşen bir piyanonun telleri de, sonik bombaların tehditleri de bu anafordan yayılarak kitleleri hep şok edebilmiş.
Yoğunlaşan denetleme ve gözetleme mekanizmaları, gitgide güvencesizleşen çalışma koşulları, hesap vermekten uzak yönetim kadroları, toplumun belirli kesimlerini sistemli şekilde ötekileştirme cüreti ve plansız bir kentsel dönüşüm ile insanları sonunda isyan ettirmişti; kentin merkezindeki Gezi Parkı bir anda ülkenin merkezindeki ahlaki bir meseleye dönüşmüştü. Ağaçları sökmeye gelmiş bir kepçenin neden olduğu tekil çığlık, kendine çektiği binlerce insanın hızlı ritimleriyle Taksim Meydanı’na yepyeni bir karakter vermişti. Meydanın son yeşilinin bir AVM’ye dönüşmesini engelleyenlerin günlerce nöbet tuttuğu parktan yükselen şarkılar ve alkışlar, barikatların kuruluşunda elden ele taşınan kaldırım taşlarının ritimleri, şehrin hatta ülkenin neredeyse tamamını titreştiren tencere-tava ilahileri, parkın sahneleri, kürsüleri, forumları…
“Kitlenin yıkıcılığından, çoğunlukla en bariz niteliği olarak söz edilir. Gürültü, kitlenin ümit ettiği desteğin vaadi ve gelecekte yapılacak işlerin mutlu bir kehanetidir. Temsilî suretlerin yok edilmesi, artık reddedilen bir hiyerarşinin yok edilmesidir.”[4]
Gezi’nin işitsel deneyimi ve dönüştürücü titreşimleri de, daha önce sonik atmosferi kullanarak tahakküm kurmayı defalarca denemiş iktidar unsuruna karşı anaforun gözünden tüm ülkeye yayılan umut dolu ritimlere dönüşmüştü. Neredeyse bir ay boyunca işgal edilmiş Taksim Meydanı’ndaki gündelik hayat sıradışı ritimleriyle ülkenin genelinde ses getirmişti.
“Hareket halindeki popülasyonların kinetik modülasyonuna ek olarak, ritim bireyleşmiş varlığın duyuşsal potansiyelini dönüştürür, parça nesneler arasında yeni bağlantılar kurar, kolektif uyarım ve ruh halini yoğunlaştırır, kalabalığı yabancılara karşı çekişmeli veya itici bir güce dönüştürür.”[5]
Taksim Meydanı’nın, iktidarın tahakkümüne meydan okuyan işitsel deneyimi, Gezi Parkı’ndaki direnişçilerin kolektif ritimlerinin oluşmasına yardımcı olmuş, bu yeni ritimler de direnişin gücünü daha da pekiştirmişti. Polis müdahaleleriyle sık sık bölünmek istenen bu kolektif ritimlere karşı yoğun şekilde işitsel silahlar kullanılmıştı. Biber gazı fişeklerinin ateşlendiği silahlar, direnişin son günlerinde artık çevre semtlerde de duyulmaya başlanmış, katılmasa da evlerinde direnişe sempati besleyen kitlelerin bile sinir sistemleri rahatsız edilmişti. Birçok farklı değişken sayesinde direniş dağıtılmış olsa da bu işitsel saldırı da ilk günlerde çok yüksek olan moralleri sistematik biçimde düşürmeyi başarmıştı. Ancak birkaç yıl sonra bu kez sesin şiddet fonksiyonu dozunu iyice artıracaktı.
“Seslerin frekansları belli bir eşiğin üzerine çıktığında –ki bu 80 desibellik bir şiddete denk gelir– kulak zarar görebilir, hatta tamamen harap olabilir; gürültü bunun dışında zihinsel yeteneklerin körelmesine, solunumun ve kalbin hızlanmasına, hipertansiyona, sindirim sisteminin yavaşlamasına sebep olur. Bir sonraki etaplarda nevroza, konuşma bozukluklarına, daha da ötesinde ölüme yol açabilir.”[6]
Halen taraflarıyla ve gerçekleşme süreciyle ilgili birçok belirsizlik ve soru işareti barındıran 15 Temmuz darbe teşebbüsü, sınırlı sayıda askerî birliğin amatörce kurguladığı karasal tahakküm denemelerinin yanı sıra özellikle İstanbul ve Ankara’da başka bir işitsel saldırı daha gerçekleştirmiş, kitleleri hem korku hem de çaresizlik hisleriyle yoğun şekilde yüzleştirmiş, adeta paralize etmişti.
“Sonik bomba, alçaktan uçan ve ses hızından daha hızlı hareket eden jetlerin yüksek hacimli, derin frekans etkisidir. Kurbanları, etkisini büyük bir patlamayla oluşturulan hava basıncı duvarına benzetiyor. Kırık camlar, kulak ağrısı, burun kanaması, anksiyete atakları, uykusuzluk, hipertansiyon ve ‘iç sarsıntı’ etkisi bıraktığını anlatıyor.”[7]
O gece tam olarak ne yaşandığını, darbe teşebbüsünün aktörlerinin kim, amaçlarının ne olduğunu henüz bilemeyen milyonlarca insanın üzerinde uçan jetler, alçak uçuşları esnasında sonik bombalar kullanarak halkı, gerçekte var olmayan kapsamda bir güce ikna etmeye çalışmış, iktidarlarını işitsel olarak abartmayı hedeflemişti. Duyusal algılar kullanılarak uzaklardaki bir güce itaati mümkün kılmaya çalışan bu sonik bombalar, gündelik hayatın ritmini de kesintiye uğratmış, hatta dondurmuştu.
Darbe gecesi ortaya çıkan direnişi, farklı ağlar üzerinden inceleyen araştırmasında Akın Ünver, bu sonik bombalara karşı başka bir sonik gücün, nasıl da bir direniş enstrümanı haline geldiğini gösteriyor. Tıpkı Gezi direnişinde olduğu gibi 15 Temmuz gecesinde de direnişçiler dijital sosyal ağlar üzerinden örgütlenmişti. Gezi’de sokakları titreten tencere-tava seslerinin direnişe davet eden yayılımı, darbe kalkışmasında yerini cami ağlarına bırakmıştı. İşitsel bir tahakküm aracı olan sonik bombalara karşı camiler, seferberlik için hoparlörlerini açmış, dijital dünyadaki çağrılardan bihaber olanlar için de aktif ve ivedi bir örgütlenme ağına dönüşmüştü. Bu araştırmada detayları görülen direnişin bu sıradışı ritimleri, gücünü ve başlangıcını çoğunlukla sabaha dek süren selalardan almış, bu selalar da hem darbe teşebbüsünde bulunanlara ayrıca da halihazırda muhalif olan toplumun laik kesimine karşı işitsel bir gövde gösterisine dönüşmüştü.
Kitleleri ibadete davet etme fonksiyonuna sahip camilerin işitsel yaygınlığı aslında kitlelerin ritimlerini de belirleyen bir güce sahip. Çünkü ses, uzaklardaki bir otoritenin korkutucu varlığını hissettirmenin en iyi yoludur ve kendisine ibadet/itaat edilmesini isteyen bir yaratıcı için işitsel tahakkümden daha güçlü bir araç olamaz. 2012’deki İstanbul Tasarım Bienali’nde sergilenen, sanatçı ve veri araştırmacısı Burak Arıkan’ın “İslam, Cumhuriyet ve Neoliberalizm” isimli veri-görselleştirmesinde İstanbul’un cami ağlarının yoğunluğu, 300 metrelik yarıçapa sahip işitsel etki alanları tasvir ediliyordu.
Ses dalgaları, sadece bireylerin kişisel duygularını etkilemekle kalmaz, aynı zamanda kolektif duygularını ve hissetme biçimlerini de dönüştürme gücüne sahiptir. “Belirli frekanslar, bedenin beklenti içinde bekletildiği, gelecekteki olayların beklendiği bir korku duygusu yaratabilir: Her gözenek, geleceği dinler.”[8]
Bu yerel cami ağları da, 15 Temmuz gecesi işitsel deneyiminin bir direniş aracına dönüşmesine vesile olmuştu. En dramatik anların yaşandığı Boğaziçi Köprüsü’ndekilerin hızlı ritimleri, askerî güçleri kontrol altına aldıktan sonra elbette Taksim Meydanı’na akmış, darbe teşebbüsünü bertaraf ettiğini düşünenlerin sahip oldukları gücü, yani milletin gücünü tüm ülkeye yine anaforun gözünden yaymıştı.
“Korku gibi duygusal tonaliteler, özellikle de güvenlik mimarisine dönüştürüldükleri ve tasarlandıkları zaman, genelleştirilmiş bir ekolojinin temelini oluşturarak, mikro-tepkimelerden ekonomiye kadar her şeyi etkileyebilirler.”[9] İktidar yanlısı olanların 15 Temmuz gecesi işitsel olarak kurdukları tahakküm, sonrasında sık sık kendini göstermiş, muhalif kesimlere karşı zaman zaman bir gözdağı haline de bürünmüştü. Örneğin 24 Haziran seçimi akşamındaki tartışmalı oy sayma sürecinde, muhalif partilerin sessizliğe gömüldüğü ve iktidar partisinin erken saatlerde zafer kutlamaları yaptığı anlarda da benzer bir işitsel tahakküm sahneye çıkmıştı. Öncelikle Taksim Meydanı ve ülkenin geri kalanında eşzamanlı ve yoğun şekilde havaya sıkılan kurşunlar, bir seçim kutlamasından ziyade muhalif kesimde korku yaratma çabasının en çarpıcı işitsel örneğiydi. Seçim sonuçları henüz açıklanmamışken duyulan bu gürültüler, kaybetmenin hüznü ile hayatta kalma içgüdüsü ve korkuyu kitlelere zorla empoze etmişti. Çünkü gürültü, tarih boyunca bir güç gösterisi olmuştur.
Gürültünün Tahakküm Gücü
“Zararlı şeyler” anlamına gelen noxia’dan türeyen Noise, yani Gürültü özü itibariyle rahatsız edicidir. Gürültü yapmak aslında başkalarını susturmaktır. Yeni gürültüler eskileri bastırır, kendini dayatır; artık güçlü olan hep daha gürültülüdür.
20. yüzyılın başında, Sanayi Devrimi’nin en verimli safhasında makinelerin gürültüleri de, ikonik bir biçimde zanaati ve tarımsal üretimi susturmuş, kitleleri alışkın olduklarından farklı yeni bir döneme sokarak apaçık ki duyusal olarak rahatsız etmişti. Milyonlarca insan, akın ettikleri şehirlerde fabrikaların ve endüstriyel üretimin gürültüsüne maruz kalmış, hayatta kalabilmek için çalışırlarken de sürekli gürültüye mahkûm olmuşlardı. Bu sanayi şehirlerinde yaşayanların işitsel kent deneyimleri de aynı zamanda onların ritimleriyle şekilleniyordu. İşitsel peyzajların yaratıcıları yine onlardı. İsimleri, karakterleri, geçmişleri önemli olmayan bu insanlar birer makine dişlisi haline gelmiş, bedenlerinin ve edimlerinin yarattığı ritim de yeni düzenin işitsel kimliğini oluşturmuştu. Kalp atışları, nefes alışları, adımları ve akışlarından mürekkep bu yeni ritimler, toplumsal dönüşümün öncül habercileriydi.
1913’te Russolo, “Gürültü Sanatı” manifestosunda gürültünün insan duyarlılığına üstün gelmesinden ve hükmetme gücünden söz eder. “Mağazaların sürmeli kapıları, kalabalıkların şamataları, değişik garlardaki, demirhanelerdeki, imalathanelerdeki, matbaalardaki, elektrik fabrikalarındaki, yeraltı demiryollarındaki patırtılar ve modern savaşın kesinlikle yeni olan gürültüleri” ona göre modern zamanın bu yeni titreşimleri, geleceği belirleyen bir orkestranın rahatsız edici ve dönüştürücü gücüdür.
Gürültünün artan önemiyle işitsel deneyimler 20. yüzyıl boyunca dünyanın dört bir yanında kitleleri dönüştürmek ve “hizaya getirmek” için de kullanıldı. Russolo’nun fütüristik yaklaşımı iktidarların bu yeni orkestraya baskın yapıp onun gücünü kendi çıkarları için kullanabileceklerini elbette öngöremedi. Artık gürültü, iktidarın en gözde aygıtlarından biri.
“Tarihe hükmetmek, bir halkın kültürünü ve soyağacını düzenlemek, o halkın umutlarını ve şiddetini yönlendirmek için dinlemek, hafızaya almak, kaydetmek, gözlemlemek. Günah çıkartma hücresinden İnternet üzerinde ava, işkenceden telefon dinlemelere kadar uzanan bilgi sızdırma teknikleri ve gürültüleri kaydetme teknolojileri tüm iktidar hikâyelerinin altyapısını oluşturur.”[10]
Tahakküm gücü benzersiz olan gürültü farklı frekanslarda ve farklı hedeflerle atmosferde titreşti. Örneğin bir sonik savaş unsuru olarak insanların duyamadığı ama fiziksel olarak etkilendiği frekanslar, ABD ordusu tarafından, yüksek hacimde (yani 120 desibel ve üstü), ormanda gizlenen Vietkong gerillalarına pompalanmıştı. Yine benzer sonik yöntemler, 1980’lerde neoliberal ekonomi politikalarına karşı direnen İngiliz gençler ile Britanya’ya direnen Belfastlı gençlere de uygulanmış, nihai disiplin hedeflenmişti. Hitler’in etkileyici sesi, bir propaganda mucizesi olarak radyo hoparlörlerinden milyonlara ulaşmıştı. İran Devrimi öncesinde Humeyni’nin Fransa banliyölerinde şah karşıtı vaazları ve isyan çağrıları da kasetler vasıtasıyla İran’a ulaşmış, halkının ayaklanmasını daha da hızlandırmıştı. Devrimin kahramanı sonik titreşimler vesilesiyle Humeyni olmuştu.
Gürültünün tahakküm gücüne en yakın örnekse narkotik bir kaygıyla bugün Almanya’da gerçekleştiriliyor. Ulusal demiryolu işletmecisi Deutsche Bahn (DB), Berlin'deki Neukölln bölgesinde, uyuşturucu kullanımının yoğun olduğu Hermannstrasse istasyonunda "atonal müzik" yayını yaparak, uyuşturucu kullanan kişileri istasyondan uzak tutmayı hedefliyor.
Neoliberalizm Sahnede: Ses Baştan Çıkarır, Kitle Tuzağa Düşer
Gürültü ya da kentlerin işitsel deneyimi modern toplumun başından beri gündelik olanı ve kitlelerin ritimlerini belirliyor; bu çok doğal. Doğal olmayan, bunun manipülatif biçimde yapılması ve bireylerin farkında olmadan dönüştürülmesi.
Neoliberal kapitalizmin toplumsal kontrol için kullandığı en önemli ve etkili aygıt elbette ki medya. Farklı mecralara yayılmış medyatik etkiler bir yandan tüketim alışkanlıklarını yönetiyor, bir yandan yeni ekonominin faydasına olacak şekilde gündelik hayatın ritimlerinde kökten davranış değişikliklerini yönlendiriyor. Bir radyo reklamı ile sonik bomba arasında çok büyük bir yöntem farkı yok denebilir rahatça. İşitsel olan davranışsal olana kolayca dönüşüyor. Bunun yanında dijital dünyanın gelişmesi ve bireylerin kendilerini gerçek dünyadan çok sanal dünyada rahat hissetmeleri de gündelik hayatın ritmini derinden farklılaştırıyor. Kitlelerin işitsel ve uzamsal deneyimleri içselleştirmesi artık çok da mühim değil, önemli olan akıllı telefonlarla kaydedilmiş anlar ve bunun sanal platformlarda paylaşılması. Bir mekânı deneyimlemek ve kendi ritmini uzama katmaktan çok, o mekânda bulunmanın yaratacağı beğenilerin sayısı ön plana çıkıyor.
Sanal ağlardaki etkinliği ve zamansız/sürekli etkileşim halinde oluşu yüzünden birey özerkliğini çoktan yitirmiş, şehirle/mekânla ilişki kurmadan kendinden geçmiş bir halde yüzeysel bir ritim geliştirmiş durumda. Sadece imgesel değil, yoğun bir işitsel bombardıman altında aynı zamanda. Enformasyonun yoğunluğu bireyin tüm duyularını esir almış görünüyor. Bireylerin toplamı artık bir toplumsaldan ziyade kitle yığınlarını oluşturuyor.
Baudrillard da bireylerin birer terminale dönüştüğü, artık ne denetlenebilen ne de ortak bir şekilde kullanılabilen yan yana konmuş bir iletişim uzamından ibaret paramparça bir toplumsallıktan söz eder. “Toplumsalın enerjisi azalmakta, özgünlüğü elden gitmekte, tarihsel niteliği ve idealliği buharlaşıp uçmaktadır. Toplumsal, bir sistem uğruna adını yitirirken, politika da yok olmaktadır. Toplumsal artık anonimleşmektedir. O artık kitledir, kitlelerdir.”[11]
21. yüzyılda kitle yığınları da Taksim Meydanı’nın anaforik merkezinde türlü sonik etkilere maruz kalarak gündelik ritimleriyle ilgili farkındalıklarını yitiriyor. Bu yığınlar –özellikle sanal dünyada paylaşılabilirliği olan– mekânlarda sadece bulunarak, görmeyerek ve duymayarak, bir anlatının parçası hissediyorlar kendilerini; ritim sanala indirgeniyor. Gündelik hayatın dışında içsel ritimler geliştirenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Kulaklıkla duyan, akıllı telefonunun objektifinden gören ve çoğunlukla tüketmekten ibaret olan kitle yığınları… ülkenin ve aslında neoliberalizmin tahakkümündeki bu yeni çözümlenemez ritimler, küresel kitlenin de bir özeti sayılabilir.
Zamanın manipülasyonları gezegenin her köşesinde farklı kanallardan kitlelerin algılarına sızarak, tekil bireylerin ekonomik sistemin ayrıcalıklı addettiği kesimlere fayda sağlayan birer röle haline gelmelerini sağlıyor kolayca. Neoliberal ekonomi özellikle mimarlık ve kent tasarımı ile medya manipülasyonlarını kullanarak eğitim, kültür ve tüketim ritimlerini belirliyor. 1981’de Sunday Times’ta yayınlanan bir söyleşide Margaret Thatcher’ın dediği gibi: “Ekonomiler birer yöntemdir. Hedef, ruhları değiştirmektir.” Bunu mümkün kılmak da artık zor değil. Görsel ve işitsel medyanın saptırılmış içerik bombardımanı, kentin bireyleri yalnızlaştıran ve tüketime yönlendiren yeniden tasarımı, aynı zamanda kitlesel cehaleti de yaygınlaştırıyor.
“Aslında, hayatı nesne edinen modern iktidar teknolojileri tarafından yönlendiriliyor; bedenler ve onların maddiliği, güçleri, enerjileri, duyum ve zevklerini yakalayarak işleyen iktidar tarafından güdüleniyoruz.”[12] Çoktan vasıflarını yitirmiş sınıf ve birey kavramlarının hayaletimsi yeni ritimlerini, bu şehirde Neoliberal İslam Ekonomisi çatısı altında gözlemleyebiliyoruz. Taksim Meydanı’nın zamanla dönüşen mimari karakteri, girift ritmik yapısı ve burada deneyimlenen travmatik toplumsal olaylar bize çok şey anlatıyor. Duyularımızı disipline etmek suretiyle kavramlar üzerine algılarımızı da belirleyen yeni medya teknolojilerinin enfosferik ve görsel yoğunluğu ile kentin aşırı işitsel deneyimi birleştiğinde, gündelik hayatın ritmi iyice afallıyor. Çünkü farkında olunmasa, kanıksanmış olsa da aslında gündelik hayat işitsel bir baskına uğramış durumda.
“Hadi, birbirimize nazik davranalım – Garret Keizer. Bu slogan münakaşalarımız, endişelerimiz ve kuşkularımızla yaralanmış çağdaş kulaklara biraz yavan gelebilir. Yine de, bize sesin bugün bile teknoloji veya güçle değil, etikle yönetilmesi gerektiğini anımsatır.”[13]
Tüm kent fotoğrafları: Deniz Yenihayat
[1] Douglas Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı: Çağdaş Mimarlığın Denetim ve İtaat Aracına Dönüşme Süreci, çev. Akın Terzi (İletişim Yayınevi, 2017).
[2] Henri Lefebvre, Ritimanaliz: Mekan, Zaman ve Gündelik Hayat, çev. Ayşe Lucie Batur (Sel Yayıncılık, 2018).
[3] A.g.e.
[4] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen (Ayrıntı Yayınları, 2003).
[5] Henri Lefebvre, Ritimanaliz: Mekan, Zaman ve Gündelik Hayat
[6] Jacques Attali, Gürültüden Müziğe, çev. Gülüş Gülcügil (Ayrıntı Yayınları, 2014).
[7] Steve Goodman, Sonic Warfare (MIT Press, 2009).
[8] A.g.e.
[9] A.g.e.
[10] Jacques Attali, Gürültüden Müziğe
[11] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde: Toplumsalın Sonu, çev. Oğuz Adanır (Doğu Batı Yayınları, 2006).
[12] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker (İletişim Yayınları, 2004).
[13] David Hendy, Gürültü: Sesin Beşeri Tarihi, çev. Çiğdem Çidamlı (Kolektif Kitap, 2014).