Katledilişinin 100. Yılında Rosa Luxemburg’u Sanatla Anmak

15/1/2019 / skopbülten / Uraz Aydın

Rosa Luxemburg, 5 Mart 1871-15 Ocak 1919

 

Dipçik darbeleriyle kafatası çatlamış, dövülmekten tanınmaz hale gelmiş bedeni, ayaklarına bağlanmış taşın ağırlığıyla Landwehr Kanalı'nın sularında kaybolurken Rosa Luxemburg’un şu sözleri bir yerlerde yankılanmış olmalıydı:

 

Bilir misiniz, zaman zaman gerçekten bir insan değilmişim, insan biçimine bürünmüş bir kuş ya da hayvanmışım gibi geliyor bana. Aslında, buradaki gibi küçük bir bahçedeyken, daha çok da kırlarda, arı sesleri arasında çimenlere uzandığımda, kendimi parti kongrelerimizin birinde olduğumdan çok daha rahat hissediyorum. Bunu size rahatça söyleyebilirim; hemencecik sosyalizme ihanet ettiğim kuşkusuna kapılmazsınız nasılsa! Gene de, bütün bunlara karşın, grev başında, bir sokak çarpışmasında ya da cezaevinde ölmeyi gerçekten isterim.

Ancak içimdeki ben, ‘yoldaşlar’dan çok iskete kuşuna yakın.[1]

 

Dünyanın kaderini değiştirebilecek bir devrimin, Alman Devrimi'nin önderlerinden Rosa Luxemburg, yoldaşı Karl Liebknecht ile bundan tam yüz yıl önce, 15 Ocak 1919 günü katledildi.

                                                                       *

 

Kasım 1918 Devrimi’nin ardından eski düzenin yıkılışı ve cumhuriyetin ilanıyla birlikte Rosa Luxemburg üç yıldır bulunduğu hapis koşullarından kurtularak, tüm halsizliğine rağmen Spartakusbund’daki aktif görevine geri dönmüştür. İktidara yükselen –Spartakistlerin eski partisi– Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise yeni cumhuriyetin bir burjuva rejimi çerçevesinde kalmasına gayret etmektedir. Fakat bir yıl önce meydana gelmiş olan Rus Devrimi’nin ve savaşın yıkıcı etkileriyle birlikte işçiler de kaderlerini ellerine almak üzere özyönetim konseyleri şeklinde örgütlenmeye başlamıştır çoktan. Önce 100 bin işçinin ayaklanması, bir dizi devlet kurumunu ve yayın organını işgal etmesinin ardından yarım milyon insanın sokaklara dökülmesiyle Spartakistler tarafından Berlin’de devrim koşullarının olgunlaştığı düşünülür. Rosa Luxemburg yeterince hazırlık yapılmadığını, isyanın zamansız olduğunu düşünür, ancak böyle bir atılımın ardından geri çekilmenin çok daha ağır bir maliyeti olacağı bilincindedir.

Karşı-devrim kazanır, yeni düzen kitle hareketinin bastırılması üzerine kurulacaktır. 15 Ocak günü gizlendikleri yerden, sosyal demokrat yöneticilerin tam desteğini almış olan paramiliter güçlerden oluşan Freikorps tarafından alınır Rosa ile Karl, karargâh haline getirilmiş Eden Oteli’ne götürülürler. Rosa bilincini yitirene kadar dövülür sonra da başına sıkılan bir mermiyle öldürülüp kanala atılır. Liebknecht de önce dövülüp, ensesine bir kurşunla öldürülür. Devasa ve sessiz bir törenle uğurlanır iki devrimci. Liebknecht’in yanındaki mezar boş bırakılır, ancak üç ay sonra bulunacak Rosa’nın bedeni için.[2]


 

Karl Liebknecht, 1871-1919. Karl Jakob Hirsch'in tasarladığı KPD afişinde (1920) Liebknecht dirilmiştir.

 

İçkin Bir Lirizm

Rosa Luxemburg’u hatırlamak; kısa vadeli hafızanın, hazır düşüncenin ve gelip geçiciliğin her alandaki tahakkümüne karşı fikriyatının ve değerlerinin güncelliğini vurgulamak için fazlasıyla neden var. Yahudi ve engelli bir kadın olarak Alman Sosyal Demokrasisinin erkek kardeşliği içinde zekâsı ve cüretkârlığıyla kendine yer açması, reformizme karşı yürüttüğü ve kurucu bir nitelik kazanmış olan tartışması, seçim odaklı ve pasifleşmiş bir parti aygıtı karşısında kitlelerin eyleminin gücüne atfettiği stratejik önem, Birinci Dünya Savaşı’na karşı tutum alan bir avuç enternasyonalist devrimciden biri oluşu gibi. Bunların yanı sıra siyasal iktisat ve toplumsal örgütlenme alanda emperyalizm, militarizm ve ilkel toplumlar konularındaki çalışmalarını da zikretmek gerekir.

Fakat onu ezilenlerin göğünde parıltısını hiç yitirmeyecek bir yıldız haline getiren başlıca bir sebep de, yukarıdaki mektup fragmanından da tanık olduğumuz, bitkilere, hayvanlara, insanlığa, kısacası her türden canlıya karşı duyduğu dizginsiz sevgi, sınırsız şefkat duygusudur. “Dünyada nerede bulutlar, kuşlar ve insan gözyaşları varsa, ben oradayım…” Ve bunu hiç şüphesiz özel yaşamında aşka ayırdığı yerle birlikte düşünmek gerekir. Bilhassa mektuplarında ama yer yer de siyasi yazılarında karşımıza apansız çıkan şiirselliğin ardında yatan da bu yoğun hissiyat yüküdür, kendini doğayla bütün hissetme ve onun her türden coşkusunun da ıstırabının da bir parçası, bir yoldaşı olarak algılama halidir. Bacakları karıncalar tarafından yenmekte olan bok böceğinin görüntüsü karşısında duyduğu dehşet veya hapishanede kırbaç darbeleri altında sırtı parçalanmış mandayla kurduğu ilişkide bunu son derece çarpıcı biçimde görürüz:

 

Sırtı kan içinde olanın o kara yüzündeki, o kara gözlerindeki ifade ağlayan bir çocuğun ifadesiydi; tıpkı, nedenini, nasıl kurtulacağını bilmeden öldüresiye dövülmüş bir çocuk gibiydi. Hayvanların karşısında durdum, hayvan bana baktı; gözlerimden yaşlar boşaldı; aslında onun gözyaşlarıydı.[3]

 

Bu şiirselliği siyasal yazılarında da bulmak mümkün. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri ölümünden bir gün önce,  Berlin’deki Spartakist ayaklanmanın bastırılışı üzerine yazdığı yazının finalidir:

 

“Berlin’de düzen hüküm sürüyor!” Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin “düzeniniz”. Devrim daha yarın olmadan “zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!” ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: “Vardım, Varım, Var olacağım!”[4]

 

Marx’ın yakın arkadaşı Friedrich Freiligrath’ın dizeleriyle harmanladığı ve henüz yeni kurulmuş olan Alman Komünist Partisi’nin gazetesi Die Rote Fahne’de yayınlanan bu cümleler Rosa’nın kaleminden çıkan son kelimelerdir. Bizlere ulaşan son sözleridir. Kendi ölümünden habersiz biçimde, bu düzeyde lirik bir veda, herhalde az kişiye nasip olmuştur.

Edebiyata ve şiire son derece düşkün olduğunu biliyoruz Rosa Luxemburg’un, ama bu konudaki teşebbüslerinden geriye, bilebildiğimiz kadarıyla bir metin kalmamıştır. Ancak yine mektuplarından bu konuda tasarılarının olduğunu ve bilhassa siyasal metinlerde düz bir anlatım biçiminin kendisine yetmediğini, içindeki yaratıcılığın kendini dışavurmaya can attığını görebiliyoruz. Yoldaşı ve sevgilisi Leo Jogiches’e 19 Nisan 1899 tarihli mektubunda şöyle yazar:

 

Uzun süredir ne hissediyorum biliyor musun? İçimde bir şey kıpırdıyor, dışarı çıkmak istiyor. Zihinsel bir şey […] Telaşlanma; gene şiir ya da roman değil. Hayır, bir tanem; hissettiğim şey beynimin içinde. Gücümün onda birini, hatta yüzde birini bile kullanmadığımı hissediyorum. Yazdıklarımdan hiç hoşnut değilim […]. Beni doyumsuzluğa iten, yazılarımın biçimi. “İç”imde bütün kuralları ve kalıpları hiçe sayan yepyeni, özgün bir biçim olgunlaşıyor. Düşüncelerin gücü ve güçlü bir inanç onları yıkıyor. İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek, konuşarak değil, görüşümün derinliğiyle, inancımın gücüyle, anlatımımın keskinliğiyle beyinlerini ateşlemek istiyorum.[5]



SPD'nin parti okulunda ders veren Rosa Luxemburg (solda ayakta) öğrencileriyle, 1907. 

 

Proleter Kültür ve Marksist Estetik

Spartakist liderin sanatla ilişkisi, şiirsel anlatımı ve yetenekli bir ressam olarak cezaevinde çizdiği resimlerle sınırlı değildir. Tıpkı Marx ve Engels, Lenin ve Troçki gibi iyi bir edebiyat okuru ve eleştirmenidir. Goethe, Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski tutkuyla bağlı olduğu yazarlardır. Yine mektupları içinde edebi eserlere çok sayıda gönderme ve değini bulunmakla birlikte bütünlüklü analizleri çok daha sınırlıdır. Esasen üç metinden söz etmek mümkün. Bunlardan biri, doğrudan estetik eleştirisiyle değil, Marksizmin durumuyla alakalıdır.

1903 tarihli “Marksizmin Duraklaması ve İlerlemesi” başlıklı metin, Kapital’in üçüncü cildinin yayınlanmasının ardından Marksist kuramsal çalışmalardaki duraklamanın nedenlerini tartışırken proleter kültür meselesini de ele alır. Rosa Luxemburg’a göre her şeyden mahrum olan proletarya, burjuvazinin aksine içinde yaşadığı toplumun çerçevesi içinde kaldığı takdirde bir entelektüel kültür yaratmaktan acizdir. Kapitalist üretim ilişkileri yerinde kaldığı sürece ancak bir burjuva kültürü söz konusu olabilir. Bu kültürün maddi içeriğini ve toplumsal temelini yaratan işçi sınıfı olmakla birlikte, ancak burjuva toplumu içindeki işlevini barışçıl biçimde yerine getirmesi için gerekli olduğu sürece onun bu kültürden istifade etmesine izin verilir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendi sanatını ve bilimini ancak mevcut sınıfsal konumundan kurtulduğu takdirde yaratabilecektir Rosa’ya göre:

 

Bugün için yapabileceği ise burjuva kültürünü burjuva gericiliğinin vandallığına karşı korumak ve kültürün serbest gelişimi için gerekli toplumsal koşulları yaratmak. Bugünün toplumunda, ancak kendi kurtuluşunun mücadelesi için gerekli entelektüel silahları geliştirerek bu alanda aktif olabilir.[6]

 

Bir Goethe’ye veya bir Schiller’e olan tüm hayranlığına karşın esas olarak Rosa’yı heyecanlandıran Rus edebiyatıdır. Doğrudan edebiyatla ilgili iki analizi de bu alandadır.

1915’ten 1918’e kadar hapishanede geçirdiği dönem boyunca Rus yazar Vladimir Korolenko’nun Çağdaşımın Tarihi başlıklı otobiyografik çalışmasını Rusçadan Almancaya çevirir. Die Rote Fahne’nin başyazarının yaşam öyküsünü kaleme alan Peter Nettl’a göre yayıncılarla yazışmalarından Rosa’nın modern Rus edebiyatı incelemelerinde bir boşluğu doldurmaya yardım etmeyi arzuladığı görülmektedir.[7] Bu çeviriye Breslau hapishanesinde Haziran 1918’de yazdığı “Korolenko’nun Yaşamı” başlığını taşıyan giriş kısmı, Rus edebiyatına ilişkin yoğunlaştırılmış bir değerlendirme teşkil eder. Rosa’ya göre yüzyıllar süren karanlığın ardından ulusal bilincin şekillenmesiyle birlikte Rus aydınların Batı’yla yakınlaşması sonucu Rus edebiyatı “Jüpiter’in başından doğan Minerva gibi parıltılı zırhıyla dikilir”. Temel karakteristiği ise Rus rejimine karşıtlık içinde, bir “mücadele ruhuyla” doğmuş olmasıdır. Tüm yaratıcılığını ve tinsel derinliğini buna borçludur. Fakat Rosa, yanlış anlamalardan kaçınmak için sözlerini netleştirir ve bu vesileyle, vaktinden önce, ileride sosyalist gerçekçilik adını alacak estetik sefalete karşı güçlü bir uyarıda bulunur:

 

Elbette Rus edebiyatını, kelimenin ilk anlamıyla, [siyasal] eğilimli bir sanat olarak tarif etmek veya tüm Rus şairlerini devrimci yahut en azından ilerici addetmekten daha yanlış bir şey olamaz. ‘Devrimci’ veya ‘ilerici’ gibi şemaların sanatta pek az önemi vardır.[8]

 

Bununla birlikte Dostoyevski’nin ve Tolstoy’un dinî mistisizmini ve gericiliğini yermekten geri kalmaz. Burada, Tolstoy’un toplumsal idealinin sosyalizm olduğunu, ve onun, ütopik sosyalizmin ustalarıyla karşılaştırılabilecek, “kendine rağmen” bir sosyalist olduğunu öne sürdüğü 1908 tarihli “Bir Toplumcu Düşünür Olarak Tolstoy” yazısıyla bir farklılaşma görmek mümkün, ki edebiyata doğrudan odaklanan diğer yazısı da budur.[9]

Ne var ki Rosa için iki yazarın metinlerinin kışkırtıcı ve özgürleştirici bir etkisi vardır okur üzerinde. Bunun nedeni yola çıkış noktalarının gerici olmaması, duygu ve düşüncelerinin statükoyu muhafaza etme arzusuna dayanmamasıdır:

 

Tam tersine, sımsıcak aşkları toplumsal adaletsizliğe verilecek en derin yanıttır […]. Gerçek sanatçı için, önerdiği toplumsal formül ikincil bir öneme sahiptir; belirleyici olan, sanatının kaynağı, harekete geçirici ruhudur.

 

İşte bu “yüksek ahlaki pathos” sayesinde Rus edebiyatı, çarlığın maddi sefaletinin oluşturduğu bu “devasa hapishanede, kendi tinsel özgürlük krallığını ve içinde nefes alıp entelektüel hayata katılabileceğimiz coşkun bir kültür yarattı”.[10]

Böylece sınırlı sayıdaki analiziyle birlikte Rosa Luxemburg, kaba bir belirlenimcilikten uzak; ideolojik yargılar çerçevesinde şekillenmiş bir sanat eleştirisinden fersah fersah ötede; sanatı, yaratıcılık ve tinsel etki gibi özgün kriterlerle kavramaya çalışan, kültürel olanın üretim ilişkileri karşısında göreli özerkliğini sezinlemiş bir Marksist estetik patikası açmıştır.

 

Avangard Sanat ve Spartakusbund

Birinci Dünya Savaşı’nın teşkil ettiği anlamsızlık, vahşet, kıtlık ve sefalet nasıl alt sınıflarda Rus, Alman, Macar devrimlerine yol açacak bir radikalleşmeyi tetiklediyse, yerleşmiş algı biçimlerini sarsmayı önüne koyan avangard sanat akımlarında da dolaysız bir siyasallaşmanın önünü açmıştır. Bu dönem için, özellikle de Almanya’daki varlıkları itibariyle ekspresyonizm ile Dada hareketinde yol ayrımlarının meydana geldiğini, ve bir kesim için devrimci bir angajmanın söz konusu olduğunu görebiliriz. Tristan Tzara’nın harekete kazandırdığı nihilist postür yerine daha somut politik hedefler öne çıkar. Dadacıların Berlin’deki çevresinin 1919 tarihli manifestosu yeni yönelimin bariz bir ifadesidir: “Dadaizm tüm yaratıcı ve entelektüel erkeklerin ve kadınların, radikal komünizmin temelinde enternasyonal bir devrimci birlik kurmalarını talep eder”. Arka arkaya bir dizi devrimci sanat kolektifi kurulur, manifestolar yayınlanır. Ressam George Grosz, foto-montaj teknikleriyle tanınacak olan John Heartfield ve yazar/yayıncı Wieland Herzfelde, Spartakusbund Aralık 1918’de Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurar kurmaz, partiye üye olarak kartlarını bizzat Rosa Luxemburg’un elinden teslim alırlar.[11]

Savaşla birlikte milliyetçi tınılarla sarmalanmış olan kabare kültürü, avangard hareketlerle birlikte biçim değiştirir ve toplumsal eleştiriye de alan açar. O sıralar Bertolt Brecht Münih kabarelerinde “Ölü Askerin Öyküsü”nü okur. Devrimci dalgayla beraber –hatta 1918-1919’un ilk dalgası sönümlenirken– komünistler için bir ajitasyon mekânı haline gelir kabareler. Berlin ve Münih, siyasal satirin öne çıktığı komünist kabarelerin doğuşuna tanık olur. Ajit-prop birliklerinin ve sokak tiyatrolarının bir örgütlenme aracı haline gelişinin temelinde de bu “kızıl kabareler” yatar.[12]

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katli, Alman Devrimi’ne gönül vermiş, işçi konseylerinin oluşmasından heyecan duymuş, savaştan ve sefaletten bezmiş her kesim için büyük bir darbe olur. Uzun soluklu mücadeleleri, adanmışlıkları ve SPD’nin emri altında, ilerideki faşist örgütlenmenin nüvesini oluşturan paramiliter gönüllü birlikler (Freikorps) tarafından vahşice öldürülmeleri, onları ilk günden itibaren, halkın gözünde birer martyr haline getirir. Spartakist önderlerin davasından veya kişiliğinden etkilenmiş, yahut bu trajik ölümleri karşısında kendilerine bir saygı gösterisinde bulunmak isteyen bir dizi sanatçı, eserlerinde bu iki devrimciyi anar.

Berlin Dada’nın kurucularından George Grosz, zaten bir KPD üyesidir ve Die Rote Fahne için, özellikle de iktidardaki SPD’yi yeren karikatürler çizmektedir. 1919’u Hatırla isimli resminde Luxemburg’un ve Liebknecht’in tabutları üzerinde gözleri kapalı ve alt tarafı kana dönüşmüş bir çeşit hayalet-yargıç yer alır.

Gençliğinde ekspresyonizme yakın olan Conrad Felixmüller de KPD üyesi aktif bir militandır. Dünyanın Üzerindeki İnsanlar (1919) resminde, Rosa ile Karl’ı dev bir yıldıza doğru yükselirken çizer.

 

 

 

Käthe Kollwitz, Liebknecht ailesinin talebi üzerine, Karl’ın bir resmini çizme görevini üzerine alır. Feminist ve solcu olan Kollwitz, Spartakist liderlerin cesaretinden –ve cenazelerinden– etkilenmekle birlikte, bir KPD taraftarı değildir. İki yıl boyunca çok sayıda eskiz çizdikten sonra eserini ağaç baskıyla gerçekleştirmeye karar verir ve Liebknecht’in cansız bedeninin önündeki insanların şaşkınlıkla karışık hüznünü işler.

Ekspresyonist olarak tanımlansa da kendisi bu tanımı benimsemeyen ressam ve heykeltıraş Max Beckmann ise, “Cehennem”in yeryüzündeki hallerini betimlediği on parçalık dizisinden bir resmi Rosa Luxemburg’a ayırır. Martyrdom (1919) isimli resimde, Luxemburg’u silahlı üniformalı ve sivil giyimli insanlar tarafından öldürülmeden önce taciz edilirken resmeder.

 

 

 

Hiç şüphesiz Rosa’yı (çoğu kez Liebknecht’le birlikte) anan eserler arasında, Brecht’in Rosa hakkındaki dizelerinin de dahil edilmesiyle Kurt Weill tarafından 1928’de bestelenmiş (ve yıllar sonra David Bowie tarafından kısmen uyarlanmış) “Berliner Requiem”i; psikiyatr ve yazar Alfred Döblin’in üç ciltlik Kasım 1918 isimli yapıtının “Karl ve Rosa” başlıklı son cildini; tiyatro yazarı Erwin Piscator’un Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp Spartakist ayaklanmanın bastırılışını işlediği oyunu Her Şeye Rağmen’i (1925) –sahne tasarımını Heartfield yapmıştır– burada zikretmek gerekir. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren, Rosa’nın mücadelesini, özgürlükçü soluğunu ve elbette kadın kimliğinin önemini kavramaya daha yatkın koşulların oluşmasıyla birlikte çeşitli mecralar (tiyatro, şiir, enstalasyon, roman, sergi, fresk, çizgi roman, film) üzerinden temsil edildiği, anıldığı, güncelleştirildiği çok sayıda esere, çalışmaya tanık oluruz.[13]

Alman sosyal demokrasisinin iflasını ele aldığı 1916 broşüründe, ilerlemeci iyimserliğe kendini teslim eden edilgen bir siyasetin karşısına, tehdit bilincine ağırlık veren uyarısıyla çıkar Rosa Luxemburg: Ya sosyalizm ya barbarlık! Bu parola, kapitalist medeniyetin derinleştirdiği iklim kriziyle birlikte her geçen gün daha da güncellik kazanıyor. Rosa, yaşamı ve mücadelesiyle, geçtiğimiz yüzyılın kandan ve ateşten harabeleri arasından bize seslenmeye devam ediyor: aşkla, kavgayla, şiirle.



[1] Rosa Luxemburg Kitabı, Seçme Yazılar, Peter Hudis- Kevin B. Anderson (haz.), çev. Tunç Tayanç, Dipnot yayınları, 2010, s. 582.

[2] 2009 yılında Berlin’deki La Charité hastanesinin yeraltı bir bölmesinde ahşap bir tabutun içinde kafası, elleri ve ayakları olmayan, ve bir bacağı diğerinden deformasyon sonucu daha kısa kalmış 40-50 yaşları arası bir kadın bedeninin keşfedilmesinin ardından 1919’da gömülen bedenin gerçekten Rosa Luxemburg’a ait olup olmadığı konusunda şüpheler doğdu.

[3] Rosa Luxemburg Kitabı, s. 580, 587.

[4] Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor, çev. N. Sarıali, Belge Yayınları, 1979, s.172.

[5] Rosa Luxemburg Kitabı, s. 556.

[7] Peter Nettl, Rosa Luxemburg, Cilt II, Ataol yayınları, Istanbul, 1991, s. 182.

[10] www.marxists.org/archive/luxemburg. Bu konuda daha geniş bir değerlendirme için bkz. Subhoranjan Dasgupta, “Rosa Luxemburg’s Response to and Critique of Creativity and Culture". 

[11] Bkz. Nur Altınyıldız Artun, Ali Artun, Dada Kılavuz, İletişim Yayınları, 2018, s. 259-291.

[12] Jean-Michel Palmier, “Les cabarets à l’époque de la République de Weimar”,  cabarets-de-berlin

[13] Bkz. John A. Walker, “Rosa Luxemburg and Karl Liebknecht: Revolution, Remembrance, Representation”, academia.edu; Marie-Eve Tremblay Cléroux, Représentation de Rosa Luxemburg dans la littérature: Revenance, Répétition historique et réflexions sur la révolution, Mémoire, Maitrise en Etudes Littéraire, Université du Québec à Montréal, Juillet 2017.