“Hâlâ dışarda geziyorlar bak. 65 yaşında falan. HİŞŞŞŞT AMCA!”
Twitter’a #yaşlılar yazıp ararsanız, iki delikanlının halk sağlığını korumak adına balkondan pompalı tüfekle “yaşlı” avladığı videoya rastlayabilirsiniz. Arabalara doluşmuş gençlerin camdan uzanıp, tek başına yürüyen bir “yaşlıyı” taciz edişini izleyebilirsiniz. “Babamı ayağından kalorifere bağladım, anamın çorbasına ilaç kattım” diye övünen “gencin” videosunu komik bulan arkadaşlarınız bile olabilir. Nefret söylemine varan bu ayrımcı dil son günlerde tepki çekmeye de başladı. Yine de, bu konuya dair fikrimi sosyal medyada paylaştığımda şu tepkiyi aldım: “Genel olarak haklısın ama bu olağanüstü koşullarda yaşlılar da…” Tam da bu ama’nın ucundan tutsak, konuyu biraz derinleştirsek, nereye varırız diye merak ettim. Küresel virüs salgınına karşı alınan ve alınmayan önlemlerin, sistemi çırılçıplak bıraktığı bu kritik günlerde, üretildiğine tanık olduğumuz yaşlıları hedef alan söylemin izini sürmek istedim. Yaşlılık, gençlik ve ev imgelerinin yaşam ve ölümle bağlandığı düğümler çıktı karşıma.
Lucian Freud, otoportre, "Ressam Çalışıyor", 1993
İhtiyar Avcıları
40’lı yaşlarında insanların geceleri geç saatte kendilerini dışarıda göstermekten korkar olduğu günlerdi. 40 yaşını geçen artık yaşlı sayılıyordu. İhtiyarlar da genç kuşaklara karşı müthiş bir nefret duyuyorlardı. Torunlar dedelerine, evlatlar babalarına karşı karanlık duygular besliyordu. Ötesi de vardı: Bazı kulüpler, dernekler, tarikatlar kurulmuştu; buralarda ihtiyarlara karşı vahşi bir nefret egemendi; sanki gençlerin mutsuzluklarının, kederlerinin, hayal kırıklıklarının, dertlerinin sorumlusu ihtiyarlardı. Oysa bu dünyanın her yerinde gençlerin en tipik özelliği sayılmaz mıydı bunlar? Gece oldu mu, bu gençler ordusu özellikle varoşlarda zincirlerinden boşanırlar ve ihtiyar avına çıkarlardı.[1]
Dino Buzatti “İhtiyar Avcıları”nı 1966’da, gençliğin özerk bir toplumsal kategori olarak ortaya çıktığı ve yaşlıların tahtına el koyduğu dönemde yazar. Bana göre, Buzatti’nin öyküsü, gençliğin de yaşlılığın da bugün anladığımız biçimiyle tanımlanmalarının, birbirlerinden ayrışmalarının tarihselliğini; yaşın kimlikle ve toplumsal statüyle ilişkisinin kurgusallığını fark ettiriyor. Gençlik ve yaşlılık; biyolojik sağlık, zihinsel durum, toplumsal işlev gibi özellikler açısından zaman içinde dönüşen anlamlar içeriyor. Gerontoloji (yaşlanma bilimi) alanı, toplumsal değişimlerin yaşlılığa yönelik bakış açılarını nasıl etkilediğini anlamaya yönelik çalışmalar yapıyor. Diğer yandan bu dönüşümün ekonomik ve politik nedenleri de sorgulanıyor.
Bu bağlamda, Türkiye’de salgın günlerinde üretilen yaşlı imgesi, kuşkusuz bilimsel bir çalışmanın konusu olmayı hak ediyor. Ben sadece birkaç not düşmek isterim: Buzatti’nin fantastik öyküsünde yaşlı 40’ında, 2020 Türkiye’sinde ise 65 ve üstü; söz dinlemez, sorumsuz, cahil, amca veya teyze olarak çağırılan kişidir. Başta kendi sağlığını ve en önemlisi kamu sağlığını hiçe sayarak, sırf çocuksu zevkleri uğruna sokaklarda, bazen gruplar halinde, inadına aylaklık eder. “Gençler” türün geleceğini fütursuzca tehdit eden bu kişilere karşı, kamu otoritelerini göreve çağırır. Fakat, kentsel fiziksel düzenlemelere, kazanılmış haklarına el konulmasına, onlara özel kısıtlamalara rağmen yaşlılar terbiye edilemezler. Oturdukları bankların yerinden sökülmesi, kartlarının ellerinden alınması, İmdat Polis Yaşlı Gördüm: Yaşlı İhbar Hattı Uygulaması[2] bile işe yaramaz. Gençler yaşlıları eve sokamazlar. Nihayet bu kişilerin görüldükleri yerde önce azarlanmaları sonra sıkıca paketlenerek eve gönderilmeleri gerekliliği konusunda uzlaşmaya varılır.
“Yaşlıları evde tutamıyoruz maalesef, gördüklerinizi böyle paketleyip gönderin.” (twitter 20 Mart)
Tüm bunlardan sonra, gençlerin fedakârlık yaptığı keyiften ısrarla faydalanan yaşlılar için kaygılanılmaktan vazgeçilmeye başlanır. Maalesef risk grubunda olan yaşlılar başlarına gelecekleri hak etmektedirler.
“Sağlık sistemini çökerttiklerinde parka gittiklerine pişman olacak kadar bile yaşamayacaklar, ama sonuçta olan bize olacak.” (twitter 21 Mart)
“Yaşlılar Ölmeye Hazır!”
Ne berbat bir öykü değil mi? Ne yazık ki “evet ama bu olağanüstü koşullarda yaşlılar da...” diye başladığımız her cümlenin sonuna rahatça eklenir. Ayrımcı dilin taşıyıcısı, nefret söyleminin üreticisi olduğumuzun farkına bile varmayız. Sonuçta; insan olmaktan gelen haklarından ve saygınlıklarından soymak, gerçekten de risk grubunda olan kişileri daha da kırılganlaştırır. Kapitalist sağlık sisteminin çöküşünün faturası yaşlılara (ya da göçmenlere, Çinlilere vb.) çıktığında, onların ölümlerinin yası bile tutulamaz olur. Böylece ekonominin sıhhati için, ölüm üzerinde “tasarruf hakkı” iddia eden devletlerin işleyeceği cinayetler meşru bir zemin kazanır.
Konuyu en semptomatik örnek içine yerleştirmeyi deneyelim. Donald Trump açıkça ifade etti: “Tedavinin hastalıktan daha zararlı olmasına izin veremeyiz.”[3] Meali: “Herkes için eşit tedavi sağlamanın bedeli, eşitsizlik üzerine kurulu ekonomik sistemin çöküşü olur. Ekonomik sistemi hastalardan korumamız gerek. O zaman bazı fedakârlıklar yapmak kaçınılmazdır.” 24 Mart 2020’de, Teksas Vali yardımcısı Dan Patrick, salgın önlemleri kapsamında insanların evde kalıp işe gitmemesini “ülkeyi feda etmek” olarak nitelendirdi. Amerikalı yaşlıların, ülke ekonomisini kurtarmak için ölmeye hazır olduklarını ilan etti.[4]
“Çocukların ve torunların için, hayatta kalma şansını Amerika'ya tercih eder misin?” [5]
Bu soruya, coşkuyla “Evet!” diye bağırarak cevap veren bir yaşlılar gurubu ortada yoktu ama Trump’ın ekonomi başdanışmanı Larry Kudlow aynı fikirdeydi. Bazı ödünler verilecektir, bazı zor tercihler (tradeoffs) yapılacaktır diye söze girdi.[6] Amerikan ekonomisinin sağlığı için yaşlıların ve güvencesiz işçilerin hasta edilmesi kaçınılmazdır. Amerikan işgücü üzerine yapılan bir araştırma, Hispanik işçilerin sadece % 16,2’sinin, siyah Amerikalıların sadece %9,7’sinin evden çalışma şansı olacağını tespit etmiş. Bu durum beyazlarda %30’u buluyor.[7]
Amerika örneğinde billurlaşan gerçek, yaşlıların yaşamının, evin içinde ya da dışında, nüfus politikasının konusu haline geldiğidir. Sonuçta ekonominin küresel salgından sağ çıkması, bazı bedenlerin öldürülebilir kılınmasıyla mümkün olacak cümlesi kuruldu. Öldürme hakkının (zaten ona sahip olan) devletlere gönül rahatlığıyla teslim edilmesi için duyusal bir uzlaşı zemini sağlanması da önemli görünüyor. Bizi izolasyonda birleştirmesini umut ettiğimiz sosyal medyada örgütlenen ayrımcı dilin işlevi bu olabilir mi?
Gençlik Kaygısı
Kuşkusuz “yaşlılar” gibi kategorik inşalar, kendilerini dışlayan başka kategorilerle birlikte üretilir. Eve girmeyen “yaşlılar” varsa evlerinde sakince oturan “gençler” de olmalıdır. Tartıştığımız bağlamda bu “gençler” kişisel bakımın, sağlıklı beslenmenin, hijyenin, uzun yaşamın tutkulu savunucularıdır. Salgın sırasında ücretli izinle evde oturma; çalışmadan kısa ya da uzun vadede yaşamlarını sürdürme şansına sahiptirler. Sosyal medyayı etkin kullanan, sistemin taleplerini en hızlı biçimde kavrayan ve bunlara hızla cevap veren “gençler”den biri olmak için kronolojik yaş sınırı yoktur. 65’inin üzerinde de “genç” vardır. Eşiği aşmak ekonomik ve sembolik sermaye birikimiyle ilgilidir. Kişileri gençlik kategorisinde birleştiren duyusal ortaklık; sağlıklı ve güzel bir beden idealinin vaat ettiği hazlar ve kişisel güvenlik arzusudur. Bu durumda hastalanma tehlikesi en büyük ortak duyu olan kaygıyı yaratır. Eğer bu kurgusal “gençlik” imgesi eyleme geçer ve toplumsal bir özneye dönüşürse, onlardan ortak arzularının ve kaygılarının motivasyonuyla, bedenlerine yönelik tehlikeye karşı her şeyi feda etmeleri beklenebilir. Agamben güzel demiş: “Bu çıplak hayat ve onu kaybetme tehlikesi insanları birleştiren bir şey değil, onları kör eden ve ayıran bir şeydir.” “Genç”, çıplak hayatı için yaşlılardan vazgeçebilir. Ölümün siyasallaşması budur. Bu aşamadan sonra artık her şey mubahtır: Önce 65 sonra 40, önce göçmenler sonra travestiler, çingeneler, Kürtler, sarı saçlılar, büyük burunlular… ya da gençler.
Ludovico Caracci, "Susanna ve Yaşlılar", 1616
“Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar”[8]
Böylece karşımıza, Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde ve Toplumu Savunmak Gerekir (1975-1976) derslerinde anlattığı gibi iki farklı toplumsal özne üreten, iki iktidar teknolojisi çıkar: İktidar yaşlıyı öldürme hakkına, genci yaşatma hedefine sahiptir. Öldürme hakkı üzerinden işleyen egemen iktidar ve yaşatmayı hedefleyen biyo-iktidar; disipliner ve düzenleyici teknikler birarada işlemektedir.[9]
Beni asıl düşündüren ise, toplumsalı bu ikili karşıtlık üzerinden kurgulamanın diğer bir işlevi; Yaşam idealiyle gençliği, kaçınılmaz Ölümle yaşlılığı özdeşleştiren söylemin, yaşam ve ölümün dışında bıraktıkları. Bu iktidar teknikleri tarafından “üretilmeyen” ve sadece çıplak hayatları tüketilenler… Sofistike tartışmaların alanına bile girmeyen, feda dahi edilemeyen, yaşamlarına hiçbir değer biçilmeyenler. Evde kalmaya çağırılmayan, evden çıkmaya zorlananlar. Postamızı getiren, çöpümüzü toplayan, yediğimizi, içtiğimizi üretenler. Karantina günlerinde bomboş sokaklarda dolaşsalar bile görmediğimiz insanlar.
“Atık Toplayıcısı Hamza: Sokakta Biz Yokmuşuz Gibi Davranıyorlar”[10]
#evdekal #evdekalmutlukal #evdehayatvar
“Bir yaşlıları bi de orospuları evde tutamıyoruz.” (Twitter, 21 Mart)
Bu tweete bakarsak yaşlılar ve orospular dışında herkes evinde. Orospunun evi, genelev malum. Bizim “ev”den anladığımız ise mahremiyet, güvenlik, sağlık, huzur vaadiyle dolu sıcacık yuva. Evin, dışardaki dünyadan kopuk bir özel alan, bir kaçış alanı olduğu görüşüne karşı politik mücadele yüzyıllar almıştı. Bugün koşulsuz, şartsız #evdekal söylemi bu kazanımın çok gerisine düşüyor. Antik Yunan’dan bu yana polisin, kamusallığın ve politikanın sınırlarını belirlemek için kullanılan ev yine aynı işlevi görüyor. Canlı bedenlerin, mahremiyetin, yaşam tarzının dışlanarak denetlendiği yer olmaya devam ediyor.
Bu ülkede nüfusun çoğunluğu için ev ne yazık ki; özel mülkiyet, çekirdek aile, mahrem alan, ücretsiz izin anlamına gelmiyor. Öncelikle farklı kuşaklar aynı evi paylaşıyor. Evde çalışabilir durumda olan herkes işe gidip geliyor. Türkiye’de 7,5 milyon insan 65 yaş ve üstü. Bunun sadece bir milyonu tek başına yaşıyor. Geri kalan 6,5 milyon kişi aileleriyle yaşıyor.[11] Ev mutlak olarak sağlığın, hijyenin, hobilerin ve dizilerin alanı değil. Sabit, verili bir ideal değil, her gün yeniden üretilmesi gereken, ekonomik ve politik bir mekan.[12]
Evde izolasyon şart. Peki “evi üretmek” için her gün sokağa çıkmak zorunda olanlara tavsiyemiz nedir? Akşam eve yaşlılarının, çocuklarının, geniş ailelerinin yanına enfekte olarak dönme riski ile, evsiz kalmak arasında seçim yapmaları mı? İşe gitmek, iş aramak, sokakta yaşamak zorunda olanlar için #evçokgüzelgelsene sizce ne ifade eder? Yaşlıları evde tutabilmek için çalışmak zorunda bırakılanların yasını nasıl tutacağız? Daha zor bir soru: Herkesin malumu olan şey, nasıl bu kadar görünmez kılınıyor?
“Üzgünüm ama bu olağanüstü günlerde yaşamdan herkese aynı pay düşmüyor!”
Bugün somut gerçeklik “ev, yaşlı, genç” gibi imgesel soyutlamaların ve kurguların ardında saklanamayacak kadar kemikli: En büyük risk grubunu oluşturan insanlar, devletlerin ve sermayenin çıkarları izin vermediği için evde kalamıyorlar. “Maalesef yaşamdan onlara pay kalmıyor.” Kapitalist sosyal izolasyon 65 yaşının altında ya da üstünde, hâlâ çalışmak zorunda bırakılanları, cezaevinde yatanları, kamplarda ve sınırlarda bekleyenleri, sokakta yaşayanları kapsamıyor. Dolayısıyla salgını bir felakete dönüştürecek olan, yaşlılar değil; “yaşlılar” ve “gençler” kategorileri aracılığıyla bedenleri görünmez ve öldürülebilir kılan sistemdir. Bambaşka bir stratejiyle daha baştan helalleştiğimiz, kurban-şehit olmaları üzerine özde uzlaşılmış sağlık emekçilerinin durumu da benzer bir şekilde düşünülmeyi hak ediyor.
“Genel olarak haklısın ama bu olağanüstü koşullarda …” diye başlayan tavra cevaben pandemi sırasında uygulanan sağlık politikalarını eleştirmek, izolasyona karşı çıkmak anlamına asla gelmez. Tersine, etkili yani kaçınılmaz olarak eşitlikçi olması gereken izolasyonun sağlanması için bu eleştirinin olgunlaşması şarttır. Bazı hayatların vazgeçilebilir olduğunu kabul ettiğimiz anda kendi hayatımızı da riske attığımızı anlamalıyız. Kendi bedenimizin sağlığına dair kaygılı olmamız normal. Fakat virüs bize, kendimize dair kaygımızın bizi korumaya yetmeyeceğini, bedenlerimizin tek ve biricik değil kolektif ve birbirine bağlı olduğunu göstermiş olmalı. Agamben “sorun, hastalığın ciddiyeti hakkında fikir vermek değil, bu salgının etik ve politik sonuçlarını sorgulamaktır”[13] dediğinde büyük eleştiri aldı. Ben onu şöyle okuyorum: Hastalığın ciddiyeti bireysel kaygıyla hareket etmekten öte, etik ve politik sorumluluk almayı gerektirecek boyutlardadır.
Yazının başlığı: Cormac McCarthy, İhtiyarlara Yer Yok, çev. Roza Hakmen, İthaki, İstanbul, 2008.
[1] Dino Buzzati, Il colombre e altri cinquanta racconti, Arnoldo Mondadori Editore, 1966. Çeviri yazara ait.
[8] “Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar” Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinin son bölümünün adıdır. Foucault, Cinselliğin Tarihi (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003)
[9] Micheal Foucault, Özne ve İktidar, Seçme Yazılar II. Özne ve İktidar içinde, 2. baskı (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005) s. 68.