1914’ün Ağustos ayı, sanat adına bir dönüm noktasıydı. Önümüzdeki yıl, bataklığa dönmüş siperlerle, gaz ve dikenli tellerden oluşan bir korku çemberi yaratmış yıkıcı bir deliliğin, yani I. Dünya Savaşı’nın da üzerinden tam bir asır geçmiş olacak ve yakında sık sık bahsi geçmeye başlayacak. Savaşın sanat üzerindeki etkilerine gelince, geleneksel anma törenlerinde buna pek değinileceğini sanmıyorum. Ancak Londra’da Old Bond Street Caddesi’ndeki Richard Nagy Galerisi’nde açılan George Grosz’un Berlin’i: Fahişeler, Politikacılar, Rantçılar adlı muhteşem sergi, bu dönemin sanat üzerinde son derece şiddetli ve bir o kadar da canlandırıcı bir etki yarattığını gözler önüne seriyor. Grosz’un sapına kadar gerçekçi eserlerinde, yaralı, sakat ve kötürüm askerler, fahişeler ve ensesi kalın kapitalistler ile ahlaksız, yaşlı generaller ve düşkün bohemler, hepsi de iç içedirler.
George Grosz, 1893’te Georg Ehrenfried Gross adıyla doğmuştu, fakat kısa bir süre görev aldığı I. Dünya Savaşı sırasında yükselişe geçen Alman milliyetçiliğine karşı bir protesto olarak adını İngilizleştirdi. Yakın dostu Helmut Herzfeld de aynı şekilde adını değiştirmiş ve John Heartfield yapmıştı. Savaşın korkunç yüzü her ikisini de Marksist birer devrimciye dönüştürmüştü. Grosz 1919’da Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht öncülüğünde başlatılan Spartakist isyana katıldığı için tutuklandı.
20. yüzyılın en çok bilinen iki eserini karşılaştırdığımızda, I. Dünya Savaşı’nın sanat üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu çok daha rahat görebiliriz. Henri Matisse Dans adlı ünlü eserini, savaşın yıkımından yalnızca birkaç yıl önce, 1909-10 arasında resmetmişti. Bu eser, primitif stiline karşın uygarlıkla yoğrulmuş, heyecan verici, özgürleştirici ve tensel bir başyapıttır. Ve Duchamp’ın 1917’de bir galeride sergilediği pisuarla tam bir tezat içindedir. Adı Çeşme olan bu hazır-nesne, hor gördüğü yüce Batı sanatı geleneğinin üzerine resmen işer. Uygarlığı bir umumi tuvalete indirger. Eserin ilk kez sergilenişi ile sözde uygar olarak bilinen ulusların, gençlerini I. Dünya Savaşı’nın ölüm tarlalarına göndermelerinin aynı zamana denk gelmesi asla bir tesadüf değildir.
Kendilerine özgü yöntemlere sahip olmakla birlikte Grosz da, Duchamp da dadaistti. Bu nihilist sanat akımı 1916’da Zürih’te ortaya çıkmıştı. Dada, savaş yorgunu Avrupa’nın uygarlık iddialarının tam ortasına tükürüyordu. En öfkeli ve en azılı kanadı ise Berlin dada olmuştu. Berlinli genç dadaistler, kanlı ve kötücül olduğuna inandıkları bir düzene kesip biçtikleri gazete kupürleri ve grotesk karikatürler eşliğinde öfkeyle saldırıyorlardı. Grosz’un da kolajları bir o kadar öfkeliydi. Üstelik Richard Nagy Galerisi’nde sergilenen eserlerinden anlaşılacağı gibi, desen konusunda çok büyük bir ustaydı. Grosz eşsiz yeteneği sayesinde dada öfkesini ve coşkusunu yalnızca kalemlerle ya da boyalarla hiç zorlanmadan ifade edebiliyordu. Yaptığı resimler I.Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında Berlin’in şaşırtıcı, komik, ürkünç bedenlerle ve yüzlerle dolup taşan dünyasını biraraya getiriyordu. Bu sergide yer verilen eserler de, 1918 yenilgisi sonrası çöken karamsarlıkla boğuşan ve bir devrimin kıyısında olan Berlin’in benzersiz bir portresini oluşturuyor. Muhteşem ve bir o kadar da trajik kaderli bu kentin hipnotize eden resimlerine, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının bilinciyle bakıyorsunuz. Ne Almanya, ne dünya, ne de sanat için.
Jonathan Jones'un Guardian'daki 3 Ekim 2013 tarihli yazısının çevirisidir. Çeviri: Nursu Örge