Sanatçı sadece toplu olarak yürüyerek eylemini yapmış olabilir mi?
Söyleşi: Barış Acar
Onunla ilk olarak Ocak ayında MAK’ın (Viyana Uygulamalı Sanatlar Müzesi) sergisi Mucizevi Göstergeler’in açılışında karşılaştık. Ortak bir arkadaşın yanında, sergi açılışlarının boğucu atmosferinden bunalmış bir dansçı ve bir sanat tarihçisi olarak hoş sohbet ettik. Telefonunu aldım, adını da “Dans” olarak kaydettim. Aylar sonra ona tekrar ulaştığımda bu adlandırmanın onun yaptığı işin niteliğiyle de ürettiği karakterin anonimliğiyle de şaşılacak biçimde örtüşüyor oluşu hoşumuza gitti.
Gezi Direnişi’nden bu yana onu neredeyse hepimiz Gaz Maskeli Derviş olarak tanıyoruz. Ziya Azazi, fotoğraf sanatçısı Deniz Akgündüz ile başlattıkları SEN de GEL hareketini Taksim Meydanı başta olmak üzere, birçok yerde sahnelediler. Fotoğraf ve videoları da sosyal medyada büyük bir hızla dolaştı ve Direniş’in ikonlarından birine dönüştü. 1969 Antakya doğumlu Azazi, 1994 yılından beri Avusturya’da yaşıyor ve uluslararası pek çok organizasyonda performanslarını sergiliyor, atölyeler gerçekleştiriyor. Azazi’yle Gezi Direnişi, dans ve sanatın politikası üzerine konuştuk.
Barış Acar: Derviş figürü nasıl ortaya çıktı. Oradan başlayalım istersen.
Ziya Azazi: Bir çağdaş dansçı olarak yıllar boyunca farklı projelerde yer aldıktan sonra, kendime “benim lisanım nedir?” diye sordum. Bu arayış döneminde basit hareketlerin tekrarına dayalı, repetatif dansa ulaştım. Dönüşün tekrarını yaptığımda da doğal olarak semazen diye bildiğimiz dervişi görür oldum. 1999 yılından beri sahne çalışmalarımın temeli, coğrafyamızda Mevleviliğe mal edilen, aslında Sufizm’in mirası olan bu dönüş danslarına dayanıyor. Zamanla da bu, lisanım oldu. 2000’li yıllar boyunca dönüş üzerinde temellenen performanslarımla çağrı aldım hep.
B.A.: Gezi Direnişi’yle yolun nasıl kesişti?
Z.A.: 31 Mayıs gecesi olaylardan haberdar oldum. Projeyi beraber yürüttüğüm, fotoğraf sanatçısı arkadaşım Deniz Akgündüz beni aradı. 1 Haziran’da 12 saat boyunca kesintisiz olarak Halk TV’yi izledim. Sonra ne yapmalı diye düşünmeye başladım. Televizyonun başından kalkıp havayollarını aradım. 2 Haziran’da, performanslarımda kullandığım eteklerimle Türkiye’deydim. Deniz’le birlikte herkes gibi hemen gaz maskesi aldık ve meydana gittik. Ne yapacağımızı kararlaştırmamıştık, ama Gezi Parkı’na vardığımızda eteğimi giyip maskeyi taktım ve dönmeye başladım. Bu zamanla SEN de GEL diyen bir çağrıya dönüştü. Başından itibaren polarizasyona karşı içgüdüsel bir duruştu aslında.
Ben hiçbir zaman politikaya inanamadım. Politikanın temel oyunu bölmek ve kendini iyi göstermek olmuştur. Dünyanın her yerinde de böyle işleniyor ve bu polarizasyon insanın yaptığı en büyük hatalardandır. Zaten oluşu sıcak-soğuk, doğu-batı, iyi-kötü gibi dualitelerle tanımlıyoruz ve bu ikilemlerde bölünmüş gibiyiz. Bunu bir de politikayla körüklemek yıkımı hızlandırıyor. Türkiye gibi bazı coğrafyalarda da bu tür hatalar daha da yoğun yaşanmakta! Dengeli kaynak kullanımı ve dağıtımı, evrensel bilgiye ulaşılabilirlik ve toplumsal enstrümanlar (hukuk, sağlık, sanat, inanç vb. gibi) arası insani ağa inananlar olarak Direniş’te performanslarımızda herkesi birliğe, ortada buluşmaya çağırdık. Bütün evrensel zihinler ve mistik yapılar gibi…
B.A.: Bir dansçı olarak bedenin politikasını anlatıyor gibisin. Bedenin mekânda kendi varolma biçimi var. Beden her an mekânla yeni ilişkiye geçme formları üretiyor. İnsanın insanla ilişkisini düzenleme anlamında politika da özünde bu mekân tutuşta cereyan ediyor. Çeşitli söylemlerin içine hapsolmuş reel-politikadan söz etmiyorum. Onun kurucu öğesi olan politik-insan böyle bir şey. Sen, mekânı kavrayan bu özsel politik oluşu, dansla vücuda getiriyorsun. Bence Gezi’de senin varoluşun da böyle bir vücuda gelmenin en kristalize örneği olduğu için çok kıymetli. Önceden kurgulanmış, hesap edilmiş bir proje olarak değil, anonim bir karakter olarak bir anda orada vücut buluyorsun.
Z.A.: Bugün politika derken daha çok iş dünyasını anlıyoruz, senin de söylediğin gibi. Çünkü iş dünyası da benzer matematikle işler, sadece ismi ve kıyafeti farklıdır. Şirketlerden farkı olmayan partiler hiyerarşisi bugün karşımızda olan.
B.A.: Peki, mekânda senin hissettiğin şey neydi tam olarak? Bir dansçı olarak o alanda vücut bulduğunda bir farklılık hissettin mi?
Z.A.: Ben de tabii ki parçalanmışlığın içinde bir parçayım. Ama inanıyorum ki, parçalanmışlığı görerek aşırılıkları ve farkları azaltmayı başarırsak bir şey yapmış olacağız. Dans ederken bu coşkuyla dans ediyorum. Bunu örnekleyen bir sürü an var anımsadığım. Bir defasında helikopter geçiyordu. İzleyenler bunu görünce yuhalamaya başladılar. Bense “helikopter..: SEN de GEL” diye seslenince yuhalamaktan vazgeçildi ve alkışlamaya başlandı.
Anti-Kapitalist Müslümanların yanında, Devlet Opera ve Balesi Sanatçılarının buluştuğu alanda, Aynalılar adında bir müzik grubuyla parkta gezinerek dans ettim. İşçilerle halay çektim, LGBT bayraklarıyla döndüm. Herkesle beraber olmamız çok önemliydi çünkü. AKM’nin önünden, kalabalıklara karışarak Taksim Cumhuriyet Anıtı’na kadar süren uzun performanslar yaptık. Ayrıca Viyana ve Brüksel’de gösteriler oldu.
Youtube’tan SEN de GEL diye aratıldığında bunların hepsi izlenebilir.
B.A.: Performans ne zamana kadar devam etti?
Z.A.: Performansları aralıklarla altı hafta sürdürdük. Ama Facebook’taki SEN de GEL sayfamızla çağrımızı, İstanbul Adalar’da, meydan ve parklarda yaptığımız çekimlerin görsel ve videolariyla sürdürüyoruz.
B.A.: Alain Badiou, Inestetik’inde dansı değerlendirirken, bedenin düşünmesi daha doğrusu bedenli düşünme diye tanımlıyor dansı. Böylece bir “olay” olarak adlandırılamayanın içinden ortaya çıkar dans Badiou’ya göre. Sen nasıl değerlendiriyorsun bunu?
Z.A.: Biz zamanı çok çizgisel tasarlıyoruz “dün-bugün-yarın” gibi. Bu nasıl sadece bir tasarıysa, dans ile akıl arası söylenecekler de öyle kalır. Aslında dans, bir yandan aklın koordinasyonu daha başlamadan çıkabilir, öte yandansa aklın hareketlendirmesi olarak da görünebilir! Atölye çalışmalarımda “zihni patron statüsünden, işçi pozisyonuna taşımaktan” bahsederim. Bu durumda bilinçaltı için daha çok yer açılmış olur. Çünkü zaten baskın olan bilinç, bedeni hep kontrol eder!
Gezi’de düşünsel bir etkinlik sonrası ortaya çıkan bir davranıştan söz etmek zor. Burada sözünü ettiğim renkte refleks var. Yani “çapulcu” içgüdüsel olarak harekete geçiyor!
B.A.: Gezi’deki pek çok sanatsal girişim anonim olarak kaldı ya da anonimliği tercih etti. Senin performansın da, biz seni bilsek, tanısak da anonim bir derviş imajı olarak kimliklendi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?
Z.A.: Ben de hep anonimde kalmayı tercih ediyorum. Anonim bir karaktere küçücük bir dokunuş yapıyorum gaz maskesiyle. Bu tümüyle “ulaşılabilir” bir şey. Bu yüzden herkes bunu kabul etti. Bazıları da tekrar etti.
B.A.: Çok ilginç. Benjamin Buchloh da 1960’lar çağdaş sanatının ayırıcı yönünün “anıtsal ulaşılabilirlik” olduğunu söylüyordu. Gezi’deki durum da buna çok benziyordu. Anonimliğin getirdiği bir “ulaşılabilirlik” durumu var ve bu yapıtın hemen dolaşıma girmesini sağlıyor.
Z.A.: Erdem’in (Gündüz) yaptığı “Duran Adam” işi de böyleydi. Ulaşılabilir çünkü.
B.A.: Evet, herkes kendi anlayışınca yeniden üretti o işi. Önemli olan bu yayılmaydı. Performans sanatı bu anlamda öne çıktı mı peki? Ne düşünüyorsun genel olarak eylemlere katılan sanatçılar hakkında?
Z.A.: Herkes direnişe kendi yorumuyla katıldı. Yazılan pankartlar, kurulan çadırlar, çocuklarıyla oturan anneler. Bunlar üstüne kurgulanan videolar. Tüm bu sürecin içinde performansı yeterince göremediğimizi düşünüyorum. Tiyatrocular, opera sanatçıları, sadece orada bulunarak değil, kendi güçlerini de kullanarak sayısız performansın ortaya çıkmasını sağlayabilirlerdi.
B.A.: Politik öznelikleri yerine sanatçı özneliklerini ön plana çıkarmalıydılar diyorsun…
Z.A.: Evet, böylece çok daha etkili olurlardı. Bir “Sen de Gel” ile biz iki bini aştık. Çok daha fazla sanatçı girişimleri, performanslar olsaydı Türkiye’de ne olacağını düşünebiliyor musunuz? Binlerce kişi sanatsal performanslarla alanları doldurabilirdi ve bu durum uluslararası basında da yer aldığında hükümetin tavrını yeniden gözden geçirmesine neden olabilirdi.
Gezi Direnişi sırasında, bazı sanatçılar Galatasaray’dan Taksim Meydanı’na yürüdüler. Sanatçı, sadece toplu olarak yürüyerek eylemini yapmış olabilir mi? Sanatçının gücünü ve sanatını kullandığı bir tavır sergilemesi ve bunu bir performansa dönüştürmesi çok daha güçlü bir duruş bence.
B.A.: Çok iyi anlıyorum. Bundan sonrası için ne düşünüyorsun?
Z.A.: İlk kaynama hali şu an durulmuş görünüyor. Ancak bir daha patlayabilir tabii. Bunu zaman gösterecektir. En temel sorun “Giantism” (devleşmek) aslında! Her türlüsü beraberinde yıkım doğurur. Bu yüzden buna karşı durulmalıdır. Ama maalesef ki günümüz hayatında pek olanaklı görünmüyor. Bu yüzden pesimistim. Dünyanın en uzak köşelerine Cola, Nestle vb. ulaşabiliyorken kitap, gazetenin ulaştırılmamasıdır problem! Dünya ortak bilinç paydasının dengeli artırılması, devlerin fonksiyonel biçimde ufalanması ve kaynakların adil kullanmasına yönelmedikçe, kaçınılmaz sona yaklaşma hızı yükselmeye devam edecektir
B.A.: Yine de Gezi Direnişi bir takım nüvelerin o karanlık atmosferin içinde yaşamakta olduğunu, bütün o garip dev yığıntının içinde bir gözün inatla sahneyi izlemekte olduğunu göstermedi mi bize?
Z.A.: Bir tür sevişmeydi. Bir daha sevişir miyiz, buna var mı zaman, bilmiyorum. Dünya kanserli bir halde ve iyileşme imkânı yok sanki. Bu tür müdahalelerle belirli bölgeler geçici olarak iyileşiyor gibi. Kemoterapi gördük bir nevi. Son 150 yılda yerküreye yapılan penetrasyonları düşünürsek (yeraltı kaynakları kazanımı, altyapı inşaları, doğaya atık boşaltımları vb. gibi), sanki sadece akıntıya karşı kürek çekiyoruz. Öte yandan yaptığımızı yapmaya devam edeceğiz elbette. Yeri geldiğinde bir performans daha, bir gösteri daha. Hayatta olmanın sorumluluğu bu, başka bir yolu yok.
B.A.: Zaman ayırdığın için çok teşekkürler. Dervişi Gezi’de yeniden doğurduğun, sanatın direnişle nasıl birleşebileceğini gösterdiğin için nasıl teşekkür etsek az.