Beckett kişisi, rahatlıkla başka sıfatlara sahip kimselerle karıştırılabilir. Yazar da bu yanlış anlamayı göze alır ve çoğu zaman onun ne olduğuna dair bir düzeltme yapmaz. Daha çok ne olmadığını bildiğimiz bu kişi, hep bir istisna hali içine düştüğünden, kendisine atfedilen mizacı taşıyamaz. Tümüyle amnesia ile malul olmadığını, arada bir şeyler hatırladığını fark ederiz. Bazen belirli sıfatlara uygun davranışlar gösterir. Buradan kayıtsız olmadığı, arada öfke duyabildiği fark edilir. Tümüyle ifadesiz değildir. Arada şaşırtıcı bir hikmet sergiler. Türlü tekrarlara yakalanmış olsa da, bazen bu daireyi kıran bir eylem kendisini gösterir. Böyle istisnai anlar, ondaki başkalaşma vektörünün işaretidir. Bir türe ait, genetik mizacın hareket halinde olduğunu kanıtlasa da, bunu inkâr ettiği bir an mutlaka ortaya çıkar. Bu istisna, onu bir karakter yapmaya yetmese de, tipleme olmaktan da kurtarır. Ne karakter ne de tipleme olmayıp, kişi olmasını, tekrar edenin içerisindeki bu farka, istisnaya borçludur.
Beckett, kendi istisnai kişilerini anlatı mekânına önceden tasarlanmış bir kurmaca yardımıyla yerleştirmeye çalışmaz. Okura bir şey anlatma, onun beklentisi dâhilinde dramatik yapıyı kurma mecburiyetinden uzak durur. Romantik anlatı türünün okuru alıştırdığı bir etkileşim içinde bulunmaz. Çok teşhirci (ama ifadeci olmadan) veya tam tersine ketum bir etkileşim arasında kararsız kalır. Ama ifşaat veya sessizlik, farklı bir "varoluşa" temas eder. Beckett kişileri, var olana ve olmayana dair kendi varlık anlayışı olan bir düşünür/edebiyatçının düşünen ve duygulanan yaratıklarıdır. Bu varlık anlayışını takip eden okur, esasa ilişkin pek bir şeyin söylenmediği çok uzun diyaloglara peş peşe maruz kalır. Bu sırada yazarın orta yere bıraktığı kişilerin, bildikleri, hatırladıkları, düşlediklerini "sandıkları şeyleri" anlatmaya mecalleri yoktur. Yarım bir şeyler dile getirirler.
Anlatıcının yorgunluğu veya hikâye anlatma iradesini gösterememesi, bir kimsenin başından değil de aklından geçenleri gerçek bir dramın parçası saymasından ileri gelir. Baştan geçenlerin dünyasına ne kadar kulak vermek istemese de, bu dünyanın gevezeliği de kendilerine ulaşır ve aklından geçenleri de anlatamaz olurlar. Örneğin Murphy, bu ortama maruz kalmamak için kendisini sandalyeye bağlar, gözlerini kapatıp karanlıkta olayların kendisini duyurmasını bekler. Duymadan, eylemeden, ifade etmeden, son iradesini bu uğultulu dünyayı aradan çıkarmaya adar. Hiç İçin Metinler’de diğer Beckett kişileri gibi fırsat buldukça sırt üstü yatan isimsiz hikâye kişisi, muhtemel tüm dünyaların silinmesini nasıl temel arayışı yaptığını anlatır. Ama bu sessiz, insansız, ifadesiz, karanlık dünyaya karışmak için, sözgelimi bir Beat kuşağı karakteri gibi, esrimeye yardımcı olacak destekler aramaz. Böylece Beckett kişilerinin olmadıkları şeyler arasına madde bağımlısı veya alkolikliği de ekleyebiliriz:
Benim insansız karanlığımda önemli olan düşünsel dinlence, tinsel uzanış, benliğin ve benlik dışı denen iğrenç aldatmacadan geride kalan tortunun, hatta kısacası dünyanın silinip gitmesiydi. (…) Yaratıcısının adını unuttuğum bir dizgeye uygun biçimde, sarhoş olmadan, esrikleşmeden, uyuşturucu da almadan, kişinin her şeye duyarsızlaştığı, hiçbir şey hissetmediği anlardan söz ederim.[1]
Fakat baştan geçenlerin dünyasına karışmaya alışmış duyu organları, eylem uzuvları, bellek, muhayyile, zihin, böyle bir karanlıkla karşılaştığında beceriksizleşir. Akıldan geçenler de derli toplu bir anlatıda, kurmacada birleşemez. Oysa Beckett kişisi, akıldan ve baştan geçenlerin iki ayrı dünyası arasında dalgalanır. Bu sırada küçük, önemsiz, niteliksiz var olanlara gözü takılır. Aklıyla değil de başıyla yaşayanların katlanamayacağı şeylerden rahatsız olmaz. Onları kendi dramının parçası yapar. Eylem kaybolup olaylar başladığında, özne nesneye dönüştüğünde, gündelik dünya çözülür ve farklı ışıklar, sesler serbest kalır. Bu küçük ve ara dünyadaki anlamsız, kimi zaman tiksindirici durumlara karşı dayanıklı Beckett kişileri, müesses dünyada ne kadar abes ve dayanıksız iseler, çözülen şeylerin mekânında o kadar rahat ederler. Gövdeleri, sızdıran, açık veren, çözülen ortamın uyumlu bir parçasıdır. Etrafa kötü kokular yayar, abes fiiller içine girerler; geğirirler, osururlar; ishaldirler, kabızdırlar veya katatonik haller sergilerler. Hiç İçin Metinler'in isimsiz kişisi, ne durumda olduğunu, kusurunun hangi organdan kaynaklandığını pek ayırt etmez, kabızlığını ishaliyle karıştırır.[2]
Tipik bir Beckett kişisi, kendi uzuvları gibi, insanlarla nesneleri de ayırmaz; her ikisiyle de benzer ilişkiler kurar. Daha doğrusu onlarla ilişki kurmaz, karşılaşır; çoğu zaman da karışır. Şeyler ya da insanlarla mesafesini doğru ayarlayamaz. Ama canlı veya cansız, her türden var olana "takındığı bir tutum" vardır.[3] Bu tutumdaki tereddüt nedeniyle, çok yakınına sokulduğu, mahremini ihlal ettiği birisinden dayak yiyebilir. Bir eşyayla dahi nasıl yakınlık kuracağı belirsiz kalır. Kendisi de onlar arasında bir nesnedir. Watt'ı ilk kez gören Bay Hackett, onun "bir kadın mı, erkek mi yoksa örneğin bir sandık, bir halı ya da koyu renk bir kâğıda sarılı, ortadan bir iple bağlı bir top katranlı bez olup olmadığından" emin olamaz. Onun bu tasvirine Bayan Nixon da ekleme yapar: “Lağım borusundan farkı yok. Kolları nerede?”[4] Onu yuvarlak, top benzeri bir şeye benzeten Bay Hackett, yaşadığı belirsizliğe anlam veremez bir yandan da. Çünkü "olağanüstü hatta doğaötesi şeylerin bile kafasını karıştırmadığını" zannederek yaşamıştır bu zamana kadar. Karşılaştıkları insanların tepkilerinden anlaşıldığı gibi, zelil veya efsanelere konu kutsal varlıklar arasında hal değiştirirler; çok yakın veya uzakta konumlanırlar. Bu geniş aralıkta, Bektaşilerin diliyle ifade edersek, her şeyin "donuna girebilecek" bir boşluğa ve çokluğa sahip olurlar.
Hiçbir eşya basitçe Watt gibi kimselerin kullanımına verilmemiştir. Dünya o kadar etraflarında dönmez ki, herhangi bir eşyanın kullanımları için orada olduğu fikrinden uzak yaşarlar. Genel olarak tutumlu olmaları, en basit şeyin bile böyle bir kıymet kazanmış olmasından ileri gelir; hiçbir şeyi sarf etmezler, tüketemezler. İhtiyaçlarını hemen gidermezler. Bu yüzden ceplerindeki bozuklukla uzun süre idare edebilirler. Şeyleri basitçe kullanım değerlerine indirgeyemezler. Bu nedenle insanların da parçası olduğu şeylerin dünyasıyla kararsız, sürçmeli, kesintili bağlantılar kurarlar. Bazen de şeylere çok yakın durup münasebetsizliklere sebep olurlar. Orada çoğu zaman bir şiddete maruz kalır ya da çok uzağa çekilir ve bir gizem konusu olurlar. Çok yakında veya uzakta olmalarından, herkesin ufku dışına çıkarlar, yaşamları söylence halini alır. Onlar hakkında farklı özgeçmişler uydurulur. Yazar ve hatta kendileri de bu salınımları yaşarlar. Bu yüzden olaylar bazen genelleşmiş bir abeslik şeklini alabilir; tüm anlatı ne olduğu bir türlü anlaşılamayan ana fikirden uzaklaşır. Konuyla, olayla, kişilerle ilgisiz, eklenti gibi başka konular, haller drama dahil olur. Yazıya eklenti gibi karışan parçalar esas olayı yaratır.
Beckett metinlerini dolduran yanlış anlamalar, amaçsızlıklar, unutkanlıklar, mecalsizlikler, ne başından ne de aklından geçeni bilen anlatıcı ve kişilerin esas mevzuu olabilir. "Kendi olmaktan çıkmak", "kişiliğinden bir şeyler eksiltebilmek" gayretiyle, başından geçenleri silmek, aklından geçenlere köprüler kurmak için uğraşır dururlar. Anlatı kişisi, bu sırada çok az bir harçlıkla veya haline acıyanın verdikleriyle karnını doyurmak, hayatta kalmak zorundadır. Bu gereksinimler de onu çekiştirir; aklıyla başı arasında dalgalanmasına neden olur. Biraz atıştırıp, içip, bağırsaklarını boşaltıp tekrar karanlığına dönmeyi ister. Özellikle ilk dönem Beckett kişileri, dış dünyadan gelen kesintiler, onlara sorumluluklarını hatırlatan tembihler arasında kalırlar. Onları olağan bir hayata davet eden insanların sesleridir bunlar.
Ama daha içeriden ve derinden gelen bir başka ses, olayların karanlık dünyasına tekrar dönmelerini telkin eder. Her koşulda, dışarıdan içeriden bir tembih, telkin gibi sesler duyarlar. Onları harekete geçiren seçimler, kararlar değildir. Ama kendisini bu şekilde duyuran olaylar da bir türlü tamamına ermez. Sözgelimi Godot'nun gelişindeki gecikme, onu bekleyenlerin yarım eylemlerinden ileri gelir sanki. Onların en temel fiilleri bile tamamına erdirememelerinden araya giremez bir türlü. Beklenen büyük olay, küçük eylemlerin telaşı arasına giremez sanki. Sahneyi dolduran kişilerse, beklerken cereyan eden tuhaflıkları onun geliş emareleri gibi değerlendirirler. Eli kulağında büyük olayın tekinsiz seslerini, işaretlerini okurlar. Godot'nun her varlığa bulaşan, genelleşen gelişi bir "umut" olarak kenarda bekler. Vladimir'in, "ertelenen umut... Şeyi perişan eder"[5] sözündeki üç noktanın boşluğunda, iki cümle arasında ihmal edilmiş, unutulmuş, gelmeyen, gerçekleşmeyen olaydır. Zayıf eylemler ve olaylar, büyük olayın araya girmesine izin vermez bir türlü. Godot gibi eksikliği duyulan bir varlık, tüm kesintiler, aralıklar, tereddütler, yarım eylemler arasını dolduracak gibidir. Bir türlü gelmemesi, kendi gelişine engel olur; basitçe gelmediği için gelmeyen bir varlıktır. O da Beckett kişileri gibi ne yapmıyorsa onu yapmamaya devam eder. Estragon ve Vladimir, kemâle ermiş bir başka Beckett kişisini, sözgelimi Adlandırılamayan'ı bekliyor gibidirler. Her kimse bu varlık, gelmediğinden, kimin onu ne zaman ve nerede beklediği de önemli olmaz. Bu bekleyişin ortasında mutlak bir değilleme içinde, gelmesi belirsiz kişi, herhangi yerler ve zamanlarda beklenir.
İkisinden daha nahif ve daha Beckett kişisi gibi olan Estragon, arada merakla sorar: "Burası olduğundan emin misin? (...) Bu akşam olduğundan emin misin?"[6] Böyle katlanarak çoğalan belirsizliklere, herhangi konuşmalar, başlayıp bitmeyen, ortasından başlayan cümleler eklenir. Sessizlikler de konuşmanın önemli bileşeni olur. Bekleyişi nelerle dolduracaklarını, nasıl oyalanacaklarını bilemezler. Bir yandan da ruhsal ve bedensel ifade imkânlarının kısıtlı olması, oyalanmalarına imkân vermez. Üstelik hantallıkları içinde kendilerine güvenleri de yoktur: "Hiçbir şey yapmayalım. Daha emniyetli olur."[7] Gelmeyen bir varlığın, olayın gölgesi altında, ne yapıldığının, ne söylendiğinin önemi de kalmaz. Gelmeyen, yokluğuyla büyük bir mevcudiyet alanı yaratır. Onun noksanlığı, önemsiz görünen meseleler etrafında uzun ve takıntılı bazı sohbetlerden başka bir ifade alanı bırakmaz geriye. Boş ve uzun bir retorik, imlasız, olaysız bir söyleme, biteviye sürer. Tek manalı eylem, gelmeyenin gölgesi altında beklemektir.
Israrla gelmemesi, kendisini bekleyenlerde ruhsal ve bedensel zafiyetlere de neden olur. Onu beklerken kendilerine ihtimam gösteremezler; dinlenemez, daha iyi bir yaşam, huzurlu bir varoluş arayışına giremezler. Onu beklerken bir yaşam hamlesi göstermemeleri, yorgunluklarını, zayıflıklarını artırır. Muayyen hal ve gidişi bozacak bu hamle olmadığında, olaylar ve basit eylemler tekrar eder durur. Arada cereyan eden cılız eylemler de münasebetsiz durumlara neden olur. Herhangi bir fiili sırtlayan fail kaybolunca, aynı olay çevrimi hep başa döner; çemberi kıracak hamle, irade, ısrar olmayınca, kader gibi işleyen bir dram kendisini yineler durur: "Çevrim sona eriyordu. Al baştan."[8]
Fakat hamlesiz duraklamalar, bekleyiş hali sürdüğü için ölemezler de. Beklerken yapabilecekleri tek belirli eylem, vakit geçirmektir. Gelmesi umut edilenin gelmemesi olasılığı düşünülmez bile. Bu bekleyiş, onu bekleyenlerin donup kalmasına neden olur. O arada düşünmez, hayallere kapılmaz, kendilerini oyalayamazlar. Bellekleri de yardımcı olmaz; türlü hatıralarla bekledikleri yerde zaman geçiremezler. Bekleyiş, daha derin bir unutkanlıkla veya zaten sınırlı olan melekelerin daha da körelmesiyle sonuçlanır. Estragon, anlatı boyunca çizmesini giymeye çalışır ama çoğu zaman başarısız olur. Tüm Beckett kişileri gibi o da bildiğiyle idare eder; öğrenmez, ders almaz, kıssadan hisse çıkarmaz. Ama beceriksiz hallerine rağmen Vladimir ve Estragon, ne meczup, ne deli, ne ayyaş, ne evsizdir. Sadece gerçekleşmeyen bir olaya maruz kalmışlardır. Godot'nun beklenişine yakalanmış bu iki adamı nefes almak bile yorar bir süre sonra.
Kaynakça
Samuel Beckett, Acaba Nasıl?, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 2014).
— Adlandırılamayan, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 1997).
— Aşksız İlişkiler, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 1998).
— Eşlik, çev. Seniha Akar (İstanbul: Düzlem, 1990).
— Godot'yu Beklerken, çev. Uğur Ün ve Tarık Günersel (İstanbul: Kabalcı, 2017).
— Hiç İçin Metinler, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 1999).
— Malone Ölüyor, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 1997).
— Mercier ve Camier, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 2014).
— Molloy, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 1997).
— Murphy, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 1997).
— Watt, çev. Uğur Ün (İstanbul: Ayrıntı, 2012).
[1] Hiç İçin Metinler, s. 15, 18.
[5] Godot'yu Beklerken, s. 11.
[8] Aşksız İlişkiler, s. 41.