Ekozofi Nedir? Félix Guattari’yle Söyleşi

Guattari 1989’da yayınlanan kitabı Üç Ekoloji’de, o günlerde Venedik lagününde yaşanan alg patlaması ile, New York’ta emlak müteahhitlerinin çoğalmasıyla bozulan toplumsal kent ekolojileri arasında bir bağlantı “kuruyordu”. Bu bağlantıları 21. yüzyılın tanıkları olarak daha da çeşitlendirip çoğaltabiliriz: Brezilya’da Bolsonaro yönetiminin sığır çiftlikleri kurup ucuz et ihracatı sağlamak için Amazon ormanlarını kesip meralaştırması; Akdeniz kıyılarında plastik atıklarla bütünleşip “hibritleşmiş” topraklar; Avrupa’nın büyük zincir marketlerinde satılan sebzelerin yetiştiği Güney Avrupa seralarında insanlık dışı koşullarda ve yok pahasına çalıştırılan göçmen işçiler; Akdeniz havzasındaki aşırı ısınma, beri yandan kuzeydeki aşırı yağmura bağlı seller; sınırlara örülen duvarlar ama öte yandan küresel ticaret ağlarıyla  dünyayı dolaşan virüsler...

Tüm bunlar süregiderken de, endüstri alanında “yeşil dönüşüm”, yani karbon kaynaklı enerjilerden “yeşil” enerjiye geçişin aciliyeti dile getiriliyor. Bu aciliyet de pek yeni bir durum değil. Karbon emisyonlarının azaltılmasının piyasa mekanizmalarıyla mümkün olduğunu öngören 2005 tarihli Kyoto Protokolü ve 2015 tarihli Paris İklim Anlaşması’yla geçen 10 yılda küresel emisyon artışı durdurulamamış, istatistiklere bakıldığında “yeşil” büyüme arzusunun sermaye birikimini artırmaya devam ettiği, emisyon rakamlarının katlanmış olduğu görülüyor. Ancak yeşil dönüşüm o denli sloganlaştırılmış durumda ki, tüm bunlar görmezden geliniyor; hatta salt karbon salınımına odaklı dönüşüm anlayışı, dünya üzerindeki mevcut üretimin ve tüketimin ödünsüz sürdürülebilmesi için yer yer tatlı bir masal görevi bile görüyor. Oysa dünya ve iklim zirvelerinde konuşulduğu yıllar boyunca yeşil dönüşüm adı altındaki uygulamaların en önemli sonuçlarından biri, karbon emisyon vergisi ve onun bir sonucu olan endüstriyel kirliliğin Küresel Güney’e kayması oldu. Üstten ve teknokratik çözüm önerileriyle ilerleyen bir pratikler silsilesine dönüştü.

Ekolojiyi etik-politik bir düzlemde yeniden kuran “ekozofi”, ekolojik dönüşüm anlayışını pratik sonuçlara indirgemeye bir itirazı da barındırıyor. Teknokratik çözümlerin tellallığını yapmayan bir düşünce ve pratik alanı açan “ekozofi”ye dair bu röportajında Félix Guattari, biyolojik, toplumsal ve makinesel evrenlerin iç içe geçtiği bir heterojenlik, öznellik ve tarih anlayışını açımlıyor. Aralık 1991 tarihli bu röportaj, Chimeres-Revue des Schizoanalyses’in 28. sayısında (Bahar-Yaz 1996) yayınlandı. [E.S.]

 

 

E. Videcoq: Ernst Haeckel ekolojiyi “canlıların, dış dünyayla ilişkilerini ve varoluş koşullarını inceleyen bilim dalı” olarak tanımlıyordu. Siz “ekozofi”yi nasıl tanımlıyorsunuz?

Félix Guattari: Ekoloji, heterojen gerçekliklerden oluşan eklektik bir terim. Onu zengin kılan şey de zaten bu. Ekoloji, öncelikle bir bilim, doğadaki ekosistemlerin bilimi. Kesin sınırları yok, çünkü biyosferdeki ekosistemler kadar toplumsal, kentsel, ailevi ekosistemleri de içine alabilir.

Bunun yanında, ekoloji, ideolojik bir fenomen hâline geldi ve içinde çok farklı hassasiyetleri barındırıyor: köklere dönüşü savunan muhafazakârlar, hatta gericilerden, eski sağ-sol ayrımının yerine ilerlemeci (progresist) yeni ayrımlar koymaya çabalayanlara kadar.

Ben tüm bu farklı boyutlar arasında kavramsal bir bağ kurmaya çalıştım. Çevresel, toplumsal ve zihinsel olmak üzere üç tür ekolojiyi bağlayan “ekozofi” düşüncesi buradan doğdu. Ayrıca, kendi modellendirme sistemimde, ekozofik nesneyi, ekosisteme dair olanın ötesine geçen bir kavram olarak öne sürüyorum; ekozofik nesne birbirine bağlı dört boyuttan oluşuyor: akış, makine, değer ve varoluş alanı.

- Ekosistemlerde akışlar (flux), bilhassa heterojen akışlar hep birbirine bağlıdır, birbirini etkiler.

-Makine boyutu ise, sibernetik tepkime (retroaction) kabiliyeti olan ekozofik nesnenin kendini üretebilme (autopoietique) boyutudur. Ontolojik bakımdan, animist ya da dirimselci mitlere dayanmadan da, J. Lovelock ve L. Margulis’nin Gaia hipotezi gibi, kendini olumlayabilme boyutudur. Bu, somut maddi ekosistemlerin makineleri ile semiyotik ekosistemlerin makineleri arasında bağ kurulması demektir. Ben de bu “kendini üretme” kavramını, Varéla’nın yaptığı gibi sadece bir canlı sistemiyle sınırlandırmayıp daha genişçe ele almak istiyorum ve etnolojik, toplumsal vs. her sistemde buna örnek bir modelin olduğunu düşünüyorum.

-Ekozofik nesne, sadece kendini üretmekle kalmaz, o aynı zamanda değerlerin, kayıtların ve değerlendirme perspektiflerinin de taşıyıcısıdır. Ekozofik nesne, sadece ekonomik değil başka değerleri de kapsayan geniş bir değer sorunsalı üzerine yeniden düşünmek için önemlidir. Çünkü kapitalistik değer ile Marksist değişim değerini kendini üretebilen sistemlerdeki başka değerlendirme sistemleriyle biraraya getirir: Bunlar toplumsal sistemler, gruplar, bireyler; bireysel, sanatsal, dinsel duyarlıklar gibi olabilir. Değerler arasında, herhangi bir hiyerarşi gözetmeden bağlantı kurar.

-Dördüncü boyut ise, ekozofik nesnenin en karakteristik özelliği olan varoluşsal sonluluktur: “Varoluşsal alanlar” olarak tabir ettiğim, sonsuza dek varlık göstermeyen, dışsal ve kendisinden bağımsız etkenlerce tayin edilen şeydir. Bu boyutun değerler sistemine göre, ekozofik nesne doğar ve ölür. Ekozofik nesne, “makinesel başkalık”la, “makinesel filum”la (phylum) uyumludur. Esasında, her sistemin bir geçmişi bir de geleceği vardır. Evrensellik olmadan da tüm sistemler tarihsellik süreçlerine bağlıdırlar. Sonlu oluşları, onlara bir yabancılaşma, “cisimleşme” getirdiği kadar onları süreç bakımından zenginleştirir de, çünkü böylelikle kaosun ardından yeniden toparlanmak ve bir karmaşayı yeniden kurmak her zaman olasıdır. Ekosistemsel bireyleşme de sonlu olduğu için, mümkün olan tek şey, sistemlerin birbirlerine eklenerek beraber dev bir evrimsel filum meydana getirmesidir.

E.V.: Ekozofik nesneden bir “modellendirme sistemi” gibi bahsediyorsunuz. Kastettiğiniz somut bir nesne mi yoksa bir tanımlama sistemi mi?

İlla bir ayrıma gitmek gerekmiyor ki. Her nesne, bir modellendirme nesnesidir. Her nesne, kendini üretme becerisine sahip bir birim olduğu kadar, kendini üreten bir heterojen bileşenler bütünüdür de.

Ekosistemsel nesne, bize önerilen Marksist, animist, estetik türde farklı modellendirmelere de müsait olması itibarıyla, modellendirme-ötesi bir nesnedir aslında. Değer sistemlerini, manişeist bir bakışla, birbirinin karşıtı olarak konumlandırmak yerine, birbiriyle bağlantı içinde kavramak da mümkündür.

J.-Y.S.: Bu tür bir analizden, ekolojist hareket için çıkarılacak sonuç nedir?

Politik, çevresel ve zihinsel ekolojiler birbirinin karşıtı değildir. Şayet ilkesel olarak bir değer evreni ve buna bağlı bir etik-politik anlayış varsa, çevresel problem diye bir şeyden bahsedebiliriz. Bu değer evreni, ona dayanak olacak somut bir modellendirme sistemi gerektirir. Söz konusu öznellik üretimi olduğunda, bu değer evreni, toplumsal pratikleri, saha (terrain) pratiklerini ve analitik pratikleri ifade eder.

E.V.: Öyleyse bunlar bütüncül değer sistemleri değil…

Kesinlikle! Zaten en büyük tehlike; çevre savunusunun, biyosferin korunmasının kuşatıcı ve bütüncül (totaliter) bir karaktere bürünmesidir, değerlerin geleceğini işçi sınıfına emanet eden mitin yerini almasıdır. Bunun yerine, değerlerin heterojenlikleri kadar tekilliklerini de gözeten olumlama süreçleri kurgulamak daha iyidir. Bu anlamda, aşkın yargıları reddediyorum.

İki örnek: Ekolojistler içinde, sol kesim, “Yeşil Kmerler”i[1] dışlıyor. Ama şu bir gerçek ki bu grup, ekolojist öznellik ve iktidar ilişkilerinin içerisinde tümüyle özgün bir anlayışı temsil ediyor. Sırf onlar sebebiyle, seçimlerde ekolojistlere oy vermeye hazır olduğu söylenen %15 ila %20’lik bir kesim var. Evet, onlarla uyuşmuyoruz, polemikler yaşıyoruz, ancak onlara saygı duyalım, yoksa kendimizi, sonu gelmez ideolojik bir gerilla savaşında bulacağız.

Le Pen’cilik[2] için de aynı şey geçerli: Nüfusun önemli bölümünün, bilhassa işçi kesiminin neden bu ideolojiyi desteklediğini anlayalım. Buna daha içeriden; o gerici, şu faşist, bu aşırı sağcı gibi şeyleştirmelere başvurmadan bakalım.

Yoksa bu bileşeni değiştirecek, “rizomlaştıracak” (rhizomatiser) pragmatik bir oluşum ihtimalini tümüyle kaybederiz.

E.V.: Pragmatik aksiyomlaşma size ne ifade ediyor? “Yeşil Kmerler” deyince ideolojik olarak akla Maurras, Pétain geliyor, onları bir nevi etiketliyoruz da…

Böylelikle onları durallaştırıyoruz, kaçık deyip geçmek istiyoruz. Oysa bu, sinir krizi geçiren bir hastayla polemiğe girmek gibi bir şey değil. Ki bazen, psikotik krizlere ırkçı sayıklamaların, farklılığa ve yabancıya karşı nefretin eşlik etmesi de mümkündür. Bu öznel düzenlemenin, benimkinden tamamen farklı bir gerçeklik modeline nasıl varabildiği üzerine kafa yormak, bunu anlamaya çalışmak ve bizi bu durallık açmazından çıkaracak evrimsel, süreçsel bir anlayışa varmak için semiyotik üretim ilişkilerine katılmak gerekir. Uzlaşma [consensus] politikalarından sıyrılalım; başka olanın başkalığını, farklılığını kabul edelim. Başka olana yeniden bakışı temel alan bu etik hareketle bir değişim mümkün olabilir.

E.V.: Ekolojistlerin hükümette yer almaları durumunda, ekozofik amaç yönetime nasıl yansır?

Mesele yerel ve bölgesel sorumluluklarla da ilgili. Ekozofik bakış, politik ve idari pratikler de dahil toplumsal müdahale pratiklerini gerektirir. Bu pratikler; toplumsal saha pratikleriyle, uzlaşmaz (dissensuel) kültürel, analitik, bireysel, grupsal, estetik pratiklerle birlikte işler. Ekozofik bakış, aynı zamanda uzlaşma dışındaki olasılıklara da alan açan bir politikanın, araçların ve düzeneklerin geliştirilmesi demektir. Hareketler, partiler ya da örgütlenmeler arasındaki alışılageldik tüm pozisyonları aşmaya ve farklı pragmatik amaçlar arasında çoklu bağlar kurmayı sağlayacak yeni bir forma ihtiyaç var. Medyatik liderler ve bakanların da içinde olduğu bir politik yapıya karşı değilim, neden olmasın! Sadece “tabandan” kontrol fenomenleri kadar, özneleşme fenomenlerine de alan açan bir yapı olursa, bu tür bireylerin konumları da mutlaklığını yitirip göreceleşir. Dolayısıyla temsilci niteliğinde ya da buna benzer politik zaruretlere hasrolmuş bireyler de, bu yapı için makul, yani temel değilse de önemli kabul edilebilirler. Siyasi liderler de olabilir, yeter ki bunlar duygulanımsal (affectif) liderlere, hayalî liderlere dönüşmesinler. Demek istediğim açıkça şu: Ekolojist harekette, politika ve örgütlenme temelli iktidar ilişkileri içinde “kıvrak olmak” kadar mahalle gruplarıyla, yaşamla iştigal etmek de eşit derecede önemli, değerli ve meşrudur. Kendini düzenlemesi gereken bir hareketin bütün toplumsal ekolojisi de buradadır.

E.V.: Ayrıca çevre alanına bakıldığında, Fransa’daki ekolojist hareket, toplumsal pratiklerden ziyade bir görüş hareketi, bir öznellik hareketi gibi duruyor.

Öncelikle, Fransa’da yaşanan, istisnai bir durum. Başka ülkelerde, Fransa’daki ekolojist hareketin destekçilerine benzer destekçiler yok. %15-20 deniyor, ama bu hareketi destekleyen hatırı sayılır düzeyde farklı görüş var. Aynı şey, Le Pen hareketi için de söylenebilir, ancak o çok daha geniş çaplı bir görüş hareketi. Dolayısıyla bu, geçici bir durum. Ekolojistler teyakkuzda olmalı. Durum bir anda tekrar tersine dönebilir.

İkincisi, bu görüş ancak başka biçimde mücadeleler vererek; başka politikalar üreterek; çevre düzlemindeki en doğrudan, en gündelik kaygılar ile toplumsal hayat düzleminde, örneğin mahallede, hastanelerde vs. olup bitenler düzlemindeki en doğrudan ve en gündelik kaygıları birbirinden ayırmadığımızda güçlenebilecektir. Aksi takdirde, bir kez daha sonuç hüsran olacak ve söz konusu düşünce kim bilir neye, belki de hiçbir şeye ya da çok olumsuz sonuçlar doğuracak bir pasifliğe dönüşecektir.

J.-Y.S.: Öneriniz nedir?

Sorunu dile dökmek! Toplumsal -pratiklerin yeniden tanımlanması, yeni istişare ve örgütlenme biçimlerinin oluşturulması ve medyayla yeni tür ilişkiler kurulması gibi konularda sorunlar var. Ne yapmak istediğimizi biliyor muyuz sorusu politik bir sorudur. İstediğimiz şey sadece değerlendirme sistemlerinin kökten değişmesi mi? Bu durumda onları küresel ve bütünsel bir çapta ele almamız gerekir. İstediğimiz sadece kısmi bir değişim, ufak bir takviye kuvvet, çevre alanında ufak bir baskı lobisi oluşturmaksa, baştan kaybetmişiz demektir. Zira bu durumda endüstri, tıpkı sendika hareketine yaptığı gibi, ekolojist hareketi de kendi toplumsal alanını yapılandırmak için kullanacaktır. Nihayetinde endüstri, devlet ve egemen erkler bu hareketi çabucak soğuracaklardır. Bunun olmaması için başka bir arzu düzeyine ihtiyacımız var. Ekozofi kavramını, değerler sorunsalının kapsamının ne denli geniş olduğunu göstermek için öneriyorum.

 

Richard Lindner, Boy with Machine, 1954.

 

Makine Tutkusu

J. –Y.S.: Makinelere ilgin nereden geliyor?

Çocukluğumdan beri süregelen ve her daim animist bir tutku bu. Aslında, biyolojik, toplumsal, ekonomik vs. fenomenlerin birer yapı gibi tarif edilmesi bana yetersiz geliyor. Yine sisteme ilişkin kavramsallaştırmaların ötesine geçmek istedim, sadece sistemin yapısında mevcut olan kendini düzenleme durumunu değil, sistemin içi ile dışı arasındaki olası ilişkileri de kapsayacak bir kavrama ihtiyaç duydum. Zira makine dediğimiz şey, her zaman bir başkalıkla diyalog halindedir: Kendi teknolojik, insani çevresinde olduğu kadar, ondan önce gelmiş ve sonra gelecek makinelerle olan filogenetik[3] bağları gereği de bu böyledir. Bu noktada yeni bir başkalık formu ortaya çıkıyor: zamanda konumlanan başkalık. Başkalığa ek olarak, makine sonlu bir şey: Doğuyor, arızalanıyor, parçalanıyor ve ölüyor. Bu yüzden, makine kavramının kapsamını daha da açıyoruz; teknik makinelerin yanı sıra, biyolojik, toplumsal, kentsel makineler, makine devler, sonra dilbilimsel, teorik makineler ve arzulayan makinelerden bahsediyoruz. Ve bu kavram, makinenin kendini yok etme ihtimalini de öngörüyor.

E.V.: “Makinesel Heterogenez” metninizde şöyle bir vurgunuz var: “Makinenin mevcut varoluşu dışsal unsurlara bağlıdır.” “Yapılı” unsurlarla “yeniden üretilebilirlik” ve “başkalık” unsurları arasında nasıl ilişkiler var?

Bu ilişkileri anlamak için, makinenin süreçsel bir şey olduğunu ifade ederek başlayayım. Makine namütenahi bir devamlılık içinde olmamakla birlikte, hep bir mutasyon halindedir. Bu noktada bir kırılma, bir yarık fenomeninin devreye girmesi gerekir, tıpkı kendi türü içinde yaşayan bireylerde ve bir evrimsel filumdaki türlerde olduğu gibi. Teknolojik, teorik vs. makineler de yaşar ve ölürler. Çöküş (collapsus), karmaşanın en gelişmiş haliyle varlığı ile yokluğu arasındaki olası mevcudiyettir. Bunu “kaosmoz” diye tanımlıyorum: Dünyayla, çevreyle vs. çok başka türde bir ilişki kurulabilir, ama aynı zamanda bu ilişki hiç kurulmayabilir de, yok olabilir, kaosta parçalanabilir. İki unsur arasında kurulan bir bağ, evrimi ve yaratıcı üretimi getirir. Sanki karmaşıklığı yeniden beslemek için kaosun içine dalmak gerekiyormuş; sanki kaos, potansiyel olarak karmaşıklığa, karmaşıklık da kaosa musallatmış gibi.

E.V.: Aynı şekilde “makine, tekniğin uzantısı değil öncesidir,” diyorsunuz. Öte yandan, Leroi-Gourhan için, makinelerin “ait oldukları teknik bütünün” dışında var olmadıklarını da ekliyorsunuz. Bu iki düşünce çelişmiyor mu?

Hayır, zira Leroi-Gourhan ilk basamaktır. Leroi-Gourhan, aleti ve makineyi kendi toplumsal çevreleriyle ilişki halinde, makinesel bir jest düzeni ve beslendikleri kültürel bağlar içinden ifade ediyor. Bu makinesel kendini üretme sorunsalı, kendini yaratmanın, Varéla ve Maturana’nın biyoloji alanında ortaya koyduğu biçiminden farklıdır. Makine ve aletle beraber beşeri ve toplumsal alanları da içine alan bir ortakyaşam (simbiyosis) anlayışı ve bu anlayışın yanında, birbiriyle bağlantılı kavramsal, dilsel, diyagramsal makinelerin ortaya çıkışı, makinizmin özünün görünürlükten uzaklaşıp cismani olmayana yönelmesine sebep oldu. Öyleyse şeylerin aslında somut ve verili katmanlar hâlinde birbirinden ayrışık olduğu anlayışını bırakabiliriz. Şeyleri dışsal ve verili paradigmalarla tanımlamaktan, deneyimlemekten vs. kurtulup başka türde şeylere; kendi değerlendirme sistemleri olan, kendini üreten soyut makinelere varabiliriz. Tüm bunlar farklı makinesel, toplumsal, biyolojik, nörolojik, ekolojik vb. katmanlar arasındaki ilişkileri kavramamızı sağlayacaktır.

J.-Y.S.: Makinenin özüne ilişkin bu tanımı da düşünürsek, size göre makinelerde insan olan ile insan-olmayan nedir?

Şöyle sormak daha iyi olabilir: İnsan ve insan-olmayanda makineleşen nedir? Zira makine-oluş, insanlık biçimleri de inşa ediyor, ama öte yandan hayvansal, bitkisel, müzikal, matematiksel vs. başka oluşları da içine alıyor. Bir potansiyeli; cismani olmayan evrene ait, kendinde bir biraradalığı varsayıyor. Verili paradigmaların dışına çıkıyor. Bir yaşamsallığı, hızla çoğalmayı, varoluşsal alanlar diye tabir ettiğim, parçalar hâlinde bir varoluşsal cisimleşmeyi teşvik ediyor. Makinenin sezgisel düzeyde kavranması, söylemsel nesne ve görünür akış anlayışından kurtulmayı, buna bağlı olarak varoluş gibi söylemsel olmayan, cismani olmayan, olumsal şeylerin dahil olduğu bir kavrayışı amaçlar.

E.V.: “Makinesel öz”ün Heidegger’in ‘zemin’inden (Grund) ve Lacan’ın ‘gösteren’inden farkı nedir?

Bu kategoriler, varlığın ya da gösterenlerin temel dili, kodları üzerinden belli bir söylemselliği varsayar ve savunur. Her şeyin bir “yüce başka”nın ya da grund’un kapsamına alınmasına; en göze çarpan varlığa, bilhassa da Yunan filozoflarına göre konumlandırılmasına karşıyım. Ne kadar “yüce başka” referansı varsa, referansların da o kadar mutasyonu vardır. Çoksesli müzik de böyle sui generis bir yaratımdır; hiçbir temeli, grund’u yoktur, her ne kadar ona, onu matematik ya da felsefi düşüncenin doğuşuyla bağlayan bir soyağacı atfedilse de. Bu mutlak yaratıcılığa temel teşkil eden herhangi bir şey, bir gösterenler zinciri ya da bir öncül varlık görmüyorum. Mevcut olan ve insan eyleminin teminatı olan şey heterogenezdir.[4]

E.V.: Formülünü şöyle ifade edebilir miyiz: “Tarihin hareketi, heterojen makine evrenlerinin kesişiminde cereyan ediyor”?

Tarih her şekliyle bir anlatıdır: Epiktir, dinseldir, Marksisttir, makineseldir vs. Ama hepsinin bir değeri vardır, zira zamana şeklini veren bu anlatıdır. Benim olumlamam, başkalarınınkinden daha bilimsel değildir. Ancak toplumsal ve kültürel ilişkilerin değil de üretim ilişkilerinin evrensellikle açıklanıyor olması, makinesel anlatının, üstün bir anlatı olarak, altyapı ve üstyapı ilişkisine dair temel bir anlayış şekillendirmesinden ileri gelir.

Bu minvalde, teknolojik mutasyonların tetiklediği belli tarihsel dönüm noktaları vardır. Örneğin, demir silahların ortaya çıkışı bin yıllardır hüküm süren Asya imparatorlarını alaşağı etmiştir. Bununla birlikte, bu, savaş makineleri için tutulan kayıtlara, askerî düzene, nihayetinde yazı temelli bir düzene dayalı bir mutasyondu. Öte yandan, bunlar yasal düzeyde mutasyonlar da olabilirdi; bir üretim ilişkisine (para birliği), bilime, ulaşıma (deniz yollarının keşfi) dayalı mutasyonlar da. Bir nedensellik kurmak zorunda değiliz. Aksine, birbirinden farklı makinesel mutasyonların birbirini nasıl dönüştürdüğünü, birbiriyle nasıl etkileştiğini, birbirinin nasıl sebebi veya sonucu olabildiğini araştırmak gerekir. Bu parça parça öznellikler nasıl yaratıcı bir artı-değer, kendiliğinden üretken bir olumlama yaratabildiler; nasıl kontrolü ele aldılar? Örnek olarak, Braudel’in ifade ettiği büyük küresel şehirler çağında, kentsel-kapitalist bir yapı hüküm sürüyordu, sonra bu yapı, İtalyan tarzı büyük şehirlerden Amsterdam’a, Londra’ya kaydı. Bu kayış sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel, sosyo-politik ve dinsel vs. bir kayıştı. Ama bu olur. Tarih hep yeniden doğar; tarih bir kristalleşme, bir tekilliktir.

E.V.: Ve sonra bugünkü insanlığın meydana geldiği makinesel ve teknik dünyayı belirleyen şey, size göre değişmezlik ve kaosun hızı. Ama yine aynı dünya, yegâne isteği yeni imkân alanlarının ortaya çıkması ve çoğalması olan başka dünyalar tarafından ikiye, üçe katlanıyor. Bu başka dünyalar nedir ve hangi imkân alanları içindir?

İki tanesinin altını çizmek istiyorum: Felsefenin dünyası ki, felsefe, nesneleri mutlak biçimde kesintisiz bir hız, dünyevi kategorilerle bitimsiz bir uyuşmazlık içinde tahayyül eder. Sonsuz olanın acizliğine hasredilmiş kavramlar üretir. Ve sonra, estetik dünyanın kaydı vardır ki bu da felsefenin dünyasının aksine, dokunsal madde üzerinden sonsuz keşif alanları üretir, onları felsefe yoluyla yeniden kurar. Madde yoluyla bir sapma yaratır.

E. V.: Peki nedir bu imkân alanları?

Yaratıcılıktır! Biraz da ütopyadır. Bu ütopya; bilimin, felsefenin, sanatın, sonra toplumsal, ekonomik, ekolojik bakımdan çokkatmanlı, yerel ve makinesel teritoryasızlaşma (déterritorialisation) faktörlerince tehdit altında hissettiği için kendi içine kapalı alanların yaratıcılık faktörleri arasında bağlar kurmayı öngörür. Bu alanlar arasında bir düalizmin kaçınılmaz olduğunu düşünebilir ve insanlığın yazgısını; çatlaklar, referans alanlardaki çelişkili güdüler ya da dromolojiye[5] teslimiyet diye tanımlayabiliriz.

Bana göre, mekanosfer (mécanosphère) fikri, bahsettiğim bağları deneyimlemeyi sağlayacak düzeneklerin mümkün olduğunu öngörür. Hem bilimi, sanatı ya da felsefeyi toplumsal olandan ayırmayarak, hem de çoklu, heterojen, tekillik, sonluluk, yerindelik duygusu veren değerlendirme sistemleri üreterek. Ve kesinkes kurtuluş mitlerinin, yabancılaştırıcı temsil politikalarının dışında bir yerde! Medya dünyasının genel karakteri olan, mutlak ilerleme değerlerini gözeten ve arzuyu toplumsal alana sokmayan aşırılıktan sıyrılmalı. İşte o zaman mevcut merkezden uzaklaşıp ekozofik diye tabir ettiğim bir pratiğe yönelmek; politika, ekoloji, sanat, bilim vs. ile bağlar kuran bir disiplin gibi, kendini pratikten soyutlamayan bilgelik gibi kendine has bir pratik mümkün olabilir.

 

Hangi Değerlendirme Alanları?

E.V.: Üç Ekoloji kitabınızda bahsettiğiniz şu cümleyi açar mısınız: “Toplum içinde geçerli insan faaliyetlerinin maddi ve itibari değerinin yegâne belirleyicisinin kâr odaklı piyasa olması, meşruiyetini giderek kaybeden bir durumdur.” Ama yine de piyasanın evrenselliğinden bahsediyoruz…

Neoliberal ideoloji, serbest piyasanın egemenliğini savunur. Kuralları belirleyen ve ekonomik alanları düzenleyen soyut bir piyasanın varlığını esas alır. Bu yaygın ve güçlü bir aldatmacadır. Çünkü farklı türlerde ve birden çok piyasa mevcuttur. Örneğin, kontrolü devlet güçlerinin elinde olan silah piyasası; bölgesel ve yerel  piyasalar, ama aynı zamanda bunlara paralel uyuşturucu piyasaları, mafya piyasası, hatta sanat piyasası. Mikro-sosyolojik düzeydeki iç piyasalar, daha az gelişmiş ülkelerdeki takas piyasaları…

Bunları ortaya çıkaran, niceliksel denklikler ve değer alanları olarak kuran da iktidar oluşumlarıdır. Piyasalar arası oyun, aslında bu iktidar piyasaları arasında geçen bir oyundur. Birileri değer kaybederken, birileri kazanır. Dolayısıyla dünyada üst ve tek bir piyasa yoktur. Belli oluşumların, belli iktidar düzenlerinin varoluş alanları olarak karşımıza çıkan değerlendirme sistemleri vardır. Nitekim petrol-dolar piyasası düzeneğinin bir parçası olarak, ABD, Körfez Savaşı yoluyla, bilinçli, jeopolitik bir eylem, ani bir hamle gerçekleştirdi.

E.V.: Ticari olmayan değeri kim belirleyebilir? Devlet mi? Her insan faaliyeti için bir değerlendirme kategorisi olduğunu kabul ederek, aslında kuvvetle antropolitik bir varsayımda bulunuyorsun…

Devletin dışında, tüm arzu piyasaları birer değerlendirme vektörü gibi görünürler. Böyle bakınca, rock müzik bir yandan bir arzu makinesiyken, diğer yandan kapitalistik bir piyasadır. Arzu ile arzulanabilirlik arasında da güçlü bir bağ vardır. Ticari olmayan değeri belirleyecek olan sadece Devlet piyasası değildir. Postmodernist açıdan bakarsak, mevcut iktidar oluşumlarını kabul edebilir, bunların gerekli ve kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Ama konuya tam aksine aksiyolojik bir açıdan da bakabilir, örneğin fallokratik piyasa türü iktidar oluşumlarını çözmeyi; örneğin sanat alanında, sanat eseri tacirleri, müzeler ve nihayetinde dünya piyasasında sanatı yöneten her tür güce karşı çıkıp farklı bir güç piyasası yaratmayı kurgulayabiliriz…

E.V.: Yine de üretim sistemleri ile iktidar oluşumları arasında bir hiyerarşi mevcut…

Evet, özünde kapitalistik bir hiyerarşi bu. Yine de bir çokmerkezlilik; iktidar oluşumları için rizomatik bir düzen; lobilerden daha da teritoryasızlaşmış erk bölgelerini belirleyen çekerler içinden, kaos’vari bir düzenleme tahayyül edebiliriz.

E.V.: Bunlar da piyasa paradigması içinde değil mi? Yeni değerlendirme alanları hangileri olabilir?

Telematik iletişim mekanizmalarına sahip yeni diyalog düzenlemeleri mevcut… Yeni ve öznel ulusaşırı, etnikaşırı, kültüraşırı vs. birimler ortaya çıktı. Buna karşılık, devlet güçlerinin piyasaları korunmaya devam ediyor ve tüm bunlar elbette bir anda ortadan kalkmayacak.

Ama, piyasada uzun zamandır geçerli olan mantıkları, devletin ve mevcut iktidarların mantıklarının sınırlarının ne olduğunu aciliyetle ve çok iyi belirlememiz gerekiyor ki, bugün tüm dünyaya hükmeden, bir çeşit neoliberal din hâlini almış kapitalizmden faydalanmanın mutlak ve meşru hakkımız olduğu inancından kurtulabilelim.

Bu aksiyolojik merkez değişimi, bize, mevcut pratiklerden daha başka, yani kapitalistik piyasanın gerilemesi gibi, mevcut piyasa da dahil olmak üzere keşfedilecek ve yeniden olumlanacak özgürlük ve yaratım alanlarının oluşması gibi pratiklerin de mümkün olduğunu gösteriyor.

J.-Y.S.: Bir eşdeğer olarak paranın şeyleştirici boyutunu biraz göz ardı etmiyor musunuz?

Şu bir gerçek ki bir eşdeğer olarak para, göz kamaştırıcı bir nesnedir. En yeğininden bir teritoryasızlaşma hattı çizer. Öznelliğin, kendi dışındaki değerlendirme biçimlerini fesheden, bir arzu nesnesinde kaybolmasıdır bu. En soyutundan bir muktedir silahtır.

Değerlendirmenin yeni biçimleri, sadece kapitalistik değerlerin “homogenez”ine tabi olmayıp, “heterogenetik” diye tabir ettiğim türde bir süreçle yeniden tekilleşmelidir. Onların kendi ontolojik düzeyini kuracak olan da bu süreçtir. Bana göre değer; bir arzu alanının, bir iktidar alanının, tamamen teritoryasızlaşmış bir varoluş alanının içindeki kutuplaşmadır. Bu, ekonomik olduğu kadar algı ya da başkalarıyla ilişkiler, konumlanma biçimleri alanlarında da geçerli bir aksiyolojik boyuttur.

E.V.: Peki nasıl?

Zaten mevcut moleküler düzeyler, kazanımlar var. Tek bir örnek vereyim: kadınların özgürleşme hareketi (– tehditlere, gerilemelere rağmen). Yaşam alanları yaratmanın, sivil direnişi olumlamanın, azınlıkları korumanın yeni bir biçiminden bahsediyorum aslında, her ne kadar başka biçimlerde yok olma ihtimalleri olsa da. Bu, onları, 1960’lı yıllarda olduğu gibi bir ütopyaya hapsetmek yerine, güçlerin, mevcut iktidarların ilişkilerine yeniden dahil etmektir. Dolayısıyla onlarla, parlamentoda, sendika hareketinde vs. söz sahibi güçler arasında bağ kurmak gerekir. Yoksa bu moleküler pratikler, bu arzu çatışmaları yeniden ve hiç beklemeden sönümlenecek, marjinalleşecek ve önemsizleştirilecektir.

Toplumsal ve zihinsel ekolojiyi daha iyi ifade etmek ve kendine has toplumsal pratiklere, bu moleküler devrimlere tarihsel bir perspektif kazandırmak. Yeni değerlendirme alanları oluşturmak için yapılması gereken işte budur.

 



[1] “Yeşil Kmer” tabiri, aslında başta küresel ısınma olmak üzere çevre sorununa piyasa sistemi içinde bakan ve bu sorunun piyasa ve teknoloji yoluyla çözüleceğini savunan kesimin, çevresel felaketlere kapitalizmin bir sorunu olarak bakıp sistemin değiştirilmesini öngören “aşırı yeşilci” ekolojistlere bakış açısını tarif ediyor. Bu aşırılığın bir ifadesi olarak da, Kamboçya'da 1975-79 arasında hüküm süren ve sonrasında liderleri, soykırım dahil pek çok suçtan hüküm giyen radikal komünist hareket “Kızıl Kmer”e bir gönderme içeriyor – ç.n.

[2] 1972-2011 yılları arasında Fransız politikacı Jean-Marie Le Pen’in liderliğindeki National Front (Ulusal Cephe) Partisi’nin temsil ettiği, aşırı sağ ideoloji – ç.n.

[3] Organizma grupları arasındaki evrimsel ilişkiyi araştıran bilim dalı – ç.n.

[4] Latince, heterogenez ya da heterogenesis. Bir türde, eşeyli ve eşeysiz üreme şekillerinin belli bir seyir içinde birbirini izlemesi ve bu seyir içinde, gelecek kuşaklarda farklı özelliklere sahip yavruların meydana gelişi – ç.n

[5] Paul Virilio’nun hız kuramı. Dromoloji kuramı, Virilio’nun tarih, toplum ve kültür eleştirisine de zemin teşkil eder. Dromoloji kavramı, Latince kökenlidir. ‘Yol almak’, ‘hareket halinde olmak’ anlamlarına gelen ‘dromos’tan türemiştir. Virilio hızın; toplumun belirleyici ve dönüştürücü bir faktörü, iktidarın bir koşulu ve yaşadığımız dünyada fenomenler arası bir ilişki olduğunu öne sürer. Bkz. Paul Virilio, Hız ve Politika: Dromoloji Üzerine bir Deneme, çev. Meltem Cansever, Metis,1998 – ç.n