16 Ocak 2014, Pekin. Kentte sis ve hava kirliliği nefes alınamayacak boyutlara varmışken, dev reklam panosunda bir turizm acentasına ait güneşli manzara fotoğrafı görülüyor. Kaynak: world.time.com
2016 Aralık’ında Çin’in büyük kentleri o kadar yoğun bir kirli hava kütlesiyle kuşatıldı ki binlerce insan gökyüzünü görebilecekleri bir yer bulmak için kırsal bölgelere akın etti. Bu “hava kıyameti” yarım milyar insanı etkiledi. Şehri terk edemeyenler için ise, yaşam post-apokaliptik bir filme dönüşmeye başladı: yanı başlarındaki ağaçları dahi seçemedikleri bir sis bulutunun içinde kocaman gaz maskeleriyle dolaşan insanlar. Hangi sınıftan olduğunuz bu süreçte kritik rol oynuyor: Otoriteler kötü hava şartlarından dolayı zorunlu olarak havalimanlarını kapatmadan evvel, pahalı uçak bileti alabilenler kirli hava kütlesinin etkisi altındaki şehirlerden kaçabildiler. Yaraya tuz misali, Pekin’in meclis üyeleri de, yaşanan bu felaketten otoritelerin sorumlu tutulmasının önüne geçmek için söz konusu sisi, endüstriyel kirliliğin bir sonucundan ziyade meteorolojik bir felaket, bir doğa olayı olarak değerlendirdi. Böylelikle savaş, kuraklık, tsunami, deprem, ekonomik kriz kaynaklı uzun mülteciler listesine sis mültecileri diye yeni bir kategori eklenmiş oldu.
Bu hava kıyametinin en şaşırtıcı yanı hızla normalleştirilmesi oldu: Otoriteler, bu problemi artık inkâr edemedikleri aşamada, halkın yeni usullere uyarak normal hayatına bir şekilde devam etmesini sağlayacak düzenlemeler getirdiler, bu sis felaketi hayatımızın sadece yeni bir gerçeğiymiş gibi. Belirli günlerde mümkün olduğunca uzun süreler evde kalmaya çalışıyorsunuz, eğer dışarı çıkmak mecburiyetindeyseniz maske takıyorsunuz. Okulların birkaç gün kapalı olacağını duyan çocuklar sevinçten havaya uçuyorlar, bu onlar için evde kalıp oyun oynamak için bir fırsat. Gökyüzünün hâlâ berrak olduğu kırsal bölgelere gezmeye gitmek, insanların iple çektiği özel bir aktivite haline geliyor (Pekin’de bu türden günübirlik turlar yapan acenteler zaten mevcut). Önemli olan paniğe kapılmamak ve tüm dertlere rağmen hayat devam ediyor havasını korumak…
Hiç tecrübe etmediğimiz için ezici gerçekliğini algılayamadığımız bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu düşündüğümüzde böyle bir tepki anlaşılır. Bizim için bu “şey”, varlığımızı sürdürdüğümüz dünyaya karşı yapılmış dev bir biyolojik ve fiziksel başkalaşım saldırısıdır. Bu tehditle baş etmek için ortak ideolojimiz ise, üstünü örtmekten maksatlı biçimde görmezden gelmeye kadar giden kendini kandırma mekanizmalarını seferber etmek: “Tehlike altında olduğunu hisseden insan topluluklarında genel davranış şekli, krize odaklanmaktan ziyade çuvallayıp ona karşı daha da körleşmektir.”
Kesin olan bir şey var: Gözümüzün önünde olağandışı bir sosyal ve psikolojik değişim cereyan ediyor, yani imkânsız olan mümkün hale gelmiştir. İlk başta imkânsız ama gerçekdışı olan bir olay (olasılık dahilinde olduğunu bilsek de bilfiil gerçekleşeceğine inanmadığımız ve imkânsız diyerek bertaraf ettiğimiz bir yakın felaket) gerçeğe dönüşünce artık imkânsız olmaktan çıkar (felaket bir kez gerçekleşti mi “yeniden normalleştirilir”, olağan akışın bir parçası olarak algılanır, daima-zaten mümkünmüş gibi). Bu paradoksları mümkün kılan, bilgi ile inanç arasındaki farktır: (Ekolojik) felaketin mümkün, hatta olası olduğunu biliriz, yine de onun gerçekten başımıza geleceğine inanmayız.
1990’ların başında Saraybosna’nın kuşatılmasını hatırlayın: Yarım milyon insanın yaşadığı “normal” bir Avrupa şehrinin kuşatma altında kalacağı, sefalete düşeceği, düzenli olarak bombalanacağı, yurttaşlarının keskin nişancıların tehdidi altında yaşayacağı gibi şeyler ve bunun üç yıl süreceği, 1992 yılından önce tasavvur edilemezdi. Kuşatma çemberini kırmak ve şehre giden güvenli ufak bir koridor oluşturmak Batı güçleri için aşırı kolay olacaktı. Kuşatma başlayınca, Saraybosna’nın yurttaşları dahi bunun kısa süreli bir durum olduğunu düşündüler ve çocuklarını “bir ya da iki haftalığına, bu karmaşa sona erene kadar” güvenli yerlere göndermeye çalıştılar. Sonrasında, kuşatma süratle “normalleştirildi”.
İmkânsız olmaktan normalleşmeye doğru bu geçişin aynısı (kısa bir dumur evresi) liberal ABD kuruluşlarının Trump’ın zaferi karşısında verdikleri tepkide de açıkça gözlemlenebilir. Bu, devlet güçlerinin ve büyük sermayenin, buzulların erimesi gibi ekolojik tehditlere ilişkin tavrında da geçerlidir. Yakın zamana dek küresel ısınmaya ilişkin korkuları, bunlar eski komünistlerin kıyamet tellallığı, hiç yoktan yetersiz kanıtlara dayalı kesinleşmemiş sonuçlar diyerek bertaraf eden ve bizleri paniğe gerek olmadığı, her şeyin aynen olduğu gibi devam ettiği konusunda temin eden bu politikacılar ve idareciler, şimdi birdenbire küresel ısınmayı sıradan bir olay, hayatın “olağan akışının” parçası olarak ele alır oldular.
2008 Temmuz’unda, CNN’de devamlı dönüp duran bir “Grönland’ın Yeşillenmesi” (The Greening of Greenland) haberi vardı. Haber büyük bir sevinçle, eriyen buzulların Grönlandlılara yeni fırsatlar yarattığını duyuruyordu: İnsanlar şimdiden açık alanlarda sebze yetiştirebiliyorlardı vs. Bu haberin tek rahatsız edici yanı, küresel bir felaketten doğacak önemsiz bir kârı odağına alması değildi; haber aynı zamanda, kullanageldiğimiz “green” sözcüğünün çift anlamlılığından da nemalanıyordu (hem bitkilendirme hem de ekolojik bağlamdaki “yeşil” anlamında). Böylelikle küresel ısınma sebebiyle Grönland topraklarında daha fazla bitki yetişebilmesi ile ekolojik farkındalığın artması arasında ilişki kuruyordu. Bu olaylar, Naomi Klein’in, Şok Doktrini kitabında bahsettiği, küresel kapitalizmin “eski usul” sosyal kısıtlamalardan kurtulmak ve geçmişe sünger çekip planlarını sıfırdan uygulamaya koymak için felaketlerden (savaşlar, politik krizler, doğal felaketler) nemalandığına ilişkin tespitlerinde ne kadar haklı olduğunun bir göstergesi değil mi? Belki de, yaklaşan ekolojik felaketler kapitalizmin altını oymak şöyle dursun, onun en büyük dayanağı olacak.
Felaketin ardına saklanmış tuzaklarla beraber, bu süreçte gerçekten ne olup bittiğini kaçırıyoruz. Örneğin, içinde bulunduğumuz zor durumun nahoş paradokslarından biri de, başka ekolojik tehditlerle mücadele adına girişimlerimizin bilfiil kutupların erimesine sebep olabilmesi: Ozon deliği Antarktika’daki buzul tabakasını küresel ısınmaya karşı koruyor ve eğer işler yolunda giderse, Antarktika’daki ısınma hızlıca Dünya’nın kalanıyla aynı seviyeye gerileyebilir… En azından kesin olan bir şey var. Son yıllarda “zihinsel emeğin” sanayi sonrası toplumlardaki hâkim rolüne değinmek çok modaydı; ama bugün, kıt kaynaklar (yiyecek, su, enerji, madenler) için öngörülen mücadeleden çevre kirliliğine dek her açıdan, maddesellik, intikam alır gibi yeniden güçleniyor.
Ekolojik felaketlerdeki sorumluluğumuzu üstlenmeye hazır olduğumuzu iddia etmemiz dahi, bir felaketin hakikatinden kaçmak için başvurulan hileli bir manevra olabilir. Çevremize yönelik tehditlerdeki kusurumuzu üstlenmeye hazır olan halimizde sahtekârca bir rahatlık var: Suçlu olmak istiyoruz çünkü, şayet suçluysak, bu suç hepimizi bağlıyor ve felaketin ipleri bizim elimizdeyse sadece hayatlarımızı değiştirerek de kendimizi kurtarabiliriz. Bireyler olarak, oturup kaderimizin ne olacağını izlemekten ibaret pasif bir role sıkıştığımızı kabul etmek bizim için (en azından biz Batı’dakiler için) gerçekten zor. Bu durumu kabul etmediğimiz için de ümitsiz ve takıntılı bir eyleme meylediyoruz, kullanılmış kâğıtları geri dönüştürüyor, organik yiyecekler satın alıyoruz, neyse ne ve bunu sadece bir şey yapıyor, bir katkı sağlıyor olduğumuzdan emin olabilmek için yapıyoruz – evde televizyonu önünde takımını destekleyen, oturduğu yerden tezahürat edip zıplayan ve bunun bir şekilde sonucu etkileyeceğine inanan bir futbol taraftarı gibi.
Ekolojiye dair gördüğümüz en tipik fetişist reddiyenin şu olduğu bir gerçek: “Çok iyi biliyorum (hepimiz tehdit altındayız), ama bunun olacağına gerçekten inanmıyorum (bu yüzden yaşam tarzımı değiştirmek gibi can alıcı bir şey yapmaya hazır değilim).” Ancak, felakete ilişkin bunun tam aksi bir reddiye de mevcut: “Çok iyi biliyorum ki beni yok edecek şeyi (misal bir volkanik patlama) gerçekten değiştiremeyeceğim, bunu kabul ediyor olmak benim için yine de travmatik ve son kertede bunun anlamsız olduğunu bilsem de kendimi bir şeyler yapmaktan alıkoyamıyorum.” Organik yiyecekleri de aynı sebepten ötürü satın almıyor muyuz? Yarı çürük ve pahalı “organik” elmaların daha sağlıklı olduğuna kim gerçekten inanıyor? Mesele şu ki, daha sağlıklı olsalar bile (pek çoğu da muhtemelen öyledir), onları satın alıyoruz çünkü onları satın alarak –ki sadece satın almıyoruz, aynı zamanda bir ürün tüketiyoruz– anlamlı bir şey de yapıyor, özenimizi ve küresel farkındalığımızı gösterip büyük bir ortak tasarının parçası haline geliyoruz.
Bu tür oyunlara bir son vermek zorundayız. Çin’de yaşanan hava kıyameti, hâkim çevrecilik anlayışının, yani kıyamet teorisi ile yaşam rutininin, suçluluk hissi ile kayıtsızlığın bu garip birleşiminin artık sona geldiğinin açık bir göstergesi. Ekoloji bugün en önemli ideolojik mücadele alanlarından biri. Ekolojik tehdidin gerçek boyutlarını gizlemeyi amaçlayan stratejiler ise: (1) kayıtsızlık: “Bu marjinal bir olay, uğraşmamıza değmez, hayat (sermayeninki) sürüp gider, doğa başının çaresine bakacaktır.” (2) “Bilim ve teknoloji bizi kurtaracak.” (3) “Bırak piyasa çözsün” (çevreyi kirletenlere daha yüksek vergi yükümlülüğü getirmek vs.). (4) geniş çaplı ve sistemli önlemler yerine süper-ego baskısı ile sorumluluk: “Her birimiz yapabildiğini yapmalı (geri dönüşüm, az tüketim vs.). (5) belki de –ideolojik sonuçları bakımından– hepsinden fenası, doğal dengeye, kibiri bir kenara bırakıp yeniden Doğa Anamıza saygılı çocuklar olacağımız daha alçakgönüllü bir geleneksel yaşam biçimine dönüşü savunmak.
Hâkim ekoloji söylemi bizim peşinen suçlu olduğumuzu ve doğa anaya borçlu olduğumuzu varsaymıyor mu? Ekolojik süper-egonun bireyselliklerimiz üzerinde mutlak bir baskısı yok mu? “Bugün doğaya borcunu ödemek için ne yaptın? Bütün gazeteleri uygun geri dönüşüm çöpüne attın mı? Ya bira şişeleri ve kola kutularını? Aslında bisiklet ya da toplu taşıma kullanabilecekken arabanı mı kullandın? Pencerelerini sonuna kadar açmaktansa havalandırmayı mı kullandın?” Meseleyi böyle bireyselleştirmedeki ideolojik çıkarlar gayet anlaşılır: Endüstriyel uygarlığımızı irdeleyecek bir küresel sorgulama yerine kendimi irdeleme çabası içinde kaybolacağım. Dahası hemen bu suçluluk hissini giderecek bir çözüm de sunuluyor: geri dönüşüme katıl, organik yiyecekler satın al, yenilenebilir enerji kullan vs. ve artık kendini suçlu hissetme, gönül rahatlığıyla hayatına devam edebilirsin.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer tuzak da ahlakçı anti-kapitalizmdir – kapitalizmin bekasının, kapitalist bireylerin daha fazla güç ve refah için duydukları egoist hırsa bağlı olduğuna ilişkin tüm gevezelikler. Mevcut kapitalizmde, kişilerin hırsı, sermayenin yeniden üretme ve büyüme uğraşına tabidir. Buna dayanarak, neredeyse gerçekten ihtiyacımız olan şeyin, az değil daha fazla aydınlanmış egoizm olduğu da söylenebilir. Ekolojik tehdidi ele alalım: Bu konuda harekete geçmek için doğaya yönelik sözde animistik sevgiye ihtiyaç yoktur, gerekli olan sadece ondan sağlayacağımız uzun süreli bir egoist çıkardır. Kapitalizm ile ekoloji arasındaki çatışma, bu hastalıklı egoist-faydacı çıkarlar ile insanlığın ortak yararına ilişkin etik hassasiyet arasında da tipiktir. Daha yakından bakıldığında, durum tam tersidir aslında: Ekolojik kaygılarımız, faydacı hayatta kalma dürtümüzden ileri gelir. En yalın haliyle, aydınlanmış özçıkarı temsil ederler, en çok da bizim kısa vadeli çıkarlarımız karşışında gelecek nesillerin çıkarını. Yaşamın kutsallığı, çevrenin korunma hakkı gibi New Age spiritüalist kavramlar, ekolojik farkındalığımızda bir rol oynamıyor. Eğer meselenin etik boyutunu arıyorsak, bu, kapitalizmin sürekli büyüyen yeniden üretimine kayıtsız şartsız bağımlılığıdır: Kendini kayıtsız şartsız sürekli büyüme arzusuna adamış bir kapitalist, insanlığın bekası dahil her şeyi hiçe saymaya hazırdır ve bunu herhangi bir “hastalıklı” kazanım ya da amaç için değil sadece kendinde bir amaç olarak sistemin yeniden üretimi adına yapar. Fiat profitus pereat mundus (dünya yıkılsa da bırakın kâr elde edelim) onun muhtemel mottosudur. Bu etik motto, elbette, düpedüz kötücül değilse de tuhaftır, yine de, katı bir Kantçı perspektiften baktığımızda, itici olanın sadece bu “hastalıklı” hayatta kalma tepkimiz olduğunu unutmamalıyız: Bir kapitalist, eylemi “düşüncesiyle uyumlu” olduğu ölçüde, evrensel amaca giden yolda hiçbir “hastalıklı” engel tanımayan kişidir.
O zaman Lenin’in dediği gibi “Ne Yapmalı?”. Peter Sloterdijk, 20. Yüzyılda Ne Oldu? kitabında, “Antroposen” ve “İnsanın Uygarlaştırılmasından Kültürlerin Medenileşmesine” adlı ilk iki makalenin başlıklarıyla, “21. yüzyılda ne yapmalı” sorusunun çerçevesini çok iyi özetliyor.
“Antroposen”, biz insanların Dünya’ya, üretim eylemlerimizin sonuçlarını kaldırabilecek bir rezervuar olarak daha fazla güven duymadığımız yeni bir çağı tanımlıyor: Üretkenliğimizin yan etkilerini (yan zararlar) artık görmezden gelemeyiz, insanlığın koşulları budur deyip geçemeyiz. Bir “Spaceship Earth”te (Uzay Gemisi Dünya) yaşadığımızı ve onun koşullarından sorumlu ve mesul olduğumuzu kabul etmeliyiz. Dünya bizim üretken faaliyetimiz için bir kale olmaktan çıktı, istemeden yok edebileceğimiz ya da yaşanmaz hale dönüştürebileceğimiz bir (başka) fani nesne olarak karşımızda duruyor. Bu da, yaşamımızın en basit koşullarını belirlemeye en muktedir olduğumuz şu an, küçük bir gezegende yaşayan canlı türlerinden yalnızca biri olduğumuzu kabul etmek zorunda olduğumuz anlamına geliyor. Bu kabulü zorunlu kılan şey de, söz konusu küresel yıkıcı gücümüz. Artık kendi yaratıcı potansiyelini ortaya koyan, çevresindeki tükenmez kaynakları kullanan bir kahraman işçi değil, daha ziyade çevresiyle işbirliği yapan, daima makul bir güven ve istikrar düzeyini yakalamaya çalışan alçakgönüllü bir özne olduğumuzu gördüğümüzde, çevremizle yeni bir ilişki geliştirmenin vakti gelmiştir.
Kapitalizm, tam da bu yan zararı görmezden gelme modeli değil midir? Kapitalist yeniden üretimde olup biten şey, kâr odaklı sürekli genişleyen dolaşımdır ve bunun sonucunda çevreye verilen ama üretim maliyetine dahil edilmeyen yan zarar prensip gereği göz ardı edilir – bu zararı telafi etmek için vergilendirmeden (ya da hava dahil, kullanılan her doğal kaynağa bir fiyat koymaktan) başka bir şey elden gelmiyor. Dolayısıyla çevremizle bu yeni ilişkiyi kurabilmek için, radikal bir politik-ekonomik değişim gereklidir; Sloterdijk’in ifadesiyle “vahşi hayvanı evcilleştirilme kültürü”dür bu. Şimdiye kadar her kültür, kendi mensuplarını eğitmiş, disipline sokmuş ve devlet gücü kisvesi altında onlar arasında iç barışı temin etmiştir. Ancak, farklı kültürler ve devletler arasındaki ilişki sürekli potansiyel bir savaşın gölgesinde kalmış, her barış hali de aslında geçici bir ateşkesten başka bir şey olmamıştır. Hegel’in düşündüğü gibi, bir devletin bütün etiği kahramanlık ediminde, birinin yaşamını ulus-devlet için feda etmeye hazır oluşunda zirveye ulaşır. Bu fedakârlık, devletler arasındaki vahşi ve barbar ilişkilerin, bir devlet bünyesinde etik yaşamın temeli olduğu anlamına gelmektedir. Bugün uzak hedefleri vuracak nükleer silahlar ve roketler üzerinde çalışmaya devam eden Kuzey Kore, bu kayıtsız şartsız Ulus-Devlet egemenliğinin güncel bir parodisi değil midir?
Spaceship Earth’te yaşadığımızı kabul ettiğimiz an, en önce yapılması gereken, uygarlıkların kendisini uygarlaştırmak, tüm insan toplulukları arasında evrensel dayanışma ve işbirliğini uygulamaya koymaktır. Ancak bu iş, dinî ve etnik bakımdan sekter “kahramanca” şiddetin ve kendini (ve dünyayı) belli bir Ülkü uğruna feda etmeye hazır olma anlayışının süregiden yükselişiyle daha da zorlaşmaktadır. Kapitalist büyümeyle mücadele ve geniş çaplı uluslararası beraberlik ve dayanışma, devlet egemenliğini kıracak etkin bir güce dönüşebilmelidir. Tüm bu önlemler, doğal ve kültürel kaynaklarımızı korumak için değil mi? Şayet bunlar komünizmin göstergesi değilse, şayet bunlar komünist bir ufka işaret etmiyorsa, o halde “komünizm” kavramı da anlamsızdır.
Slavoj Žižek’in 10 Ocak 2017’de In These Times’da yayınlanan Lessons from the “Airpocalypse” başlıklı yazısının çevirisidir.