Dünyanın Yıkımını Durdurmak

Jérôme Baschet’nin Sarı Yelekliler isyanı hakkında yazdığı “Haklı Öfke: Dünyanın Yıkımını Durdurmak” [Une Juste Colère. Interrompre La Destruction Du Monde (Divergences, 2019)] kitabı üzerine yapılmış bu söyleşi ilk olarak 12 Eylül 2019 tarihinde ACTA web sayfasında yayınlandı. Çevrimiçi kültür ve politika dergisi Mute’ta yayınlanan İngilizce çevirisi temel alınarak, kimi yerlerde Fransızca özgün metinle karşılaştırılarak tercüme edildi.

Jérôme Baschet, uzun süre Paris HESS bünyesinde araştırmalarını ve derslerini yürütmüş bir tarihçi. Halihazırda San Cristóbal de Las Casas’ta, Chiapas Otonom Üniversitesi’nde ders veriyor. Ortaçağ tarihi hakkındaki kitaplarının yanı sıra, Temporalités émergentes et futurs inédits (2018), La Rébellion zapatiste (Champs-Flammarion, réédition augmentée 2019) kitaplarının da yazarı.

  


Kitabının başlığıyla ilgili bir soruyla başlayalım, daha doğrusu altbaşlığıyla: “Dünyanın yıkımını durdurmak”. 19. yüzyıldan bu yana komünist hareket geleneği, devrimi, Marx’ın ifadesiyle “tarihin lokomotifi” olarak tasavvur etti. Yani, insanın özgürleşmesi bizzat tarihsel gelişmeye atfediliyordu. Walter Benjamin ise bu formülü tersyüz ederek, devrimi “trendeki insanlığın imdat frenini çekme eylemi” olarak tasvir etti. Sen daha ziyade bu ikinci yaklaşımı benimsemiş görünüyorsun. Senin için bu tarz bir paradigma değişimi ne anlama geliyor? Ve bunları bilhassa güncel ekolojik felaketle nasıl ilişkilendiriyorsun?

Altbaşlığın böyle Benjaminci bir okumasını seve seve kabul ederim. “Yıkım” konusunda bir ek yapayım, zira bu, kapitalizm eleştirisinde üçüncü aşamada olduğumuzu gösteren bir nitelik bana kalırsa. Eğer ilk aşamanın odak noktası sömürü, ikincisininki yabancılaşma ise, şimdiki de yıkımdır. Daha önce muhtelif yerlerde dile getirilmesine rağmen, –Guattari’nin Üç Ekoloji’sindeki geniş anlamıyla– ekolojik tahribatın gündeme oturmasıyla birlikte bu boyut artık açıkça egemen oldu. Bu elbette diğer eleştiri unsurlarının –ve işaret ettikleri farklı kapitalist tahakküm veçhelerinin– geçersizleştiği anlamına gelmiyor. Kapitalist barbarlığın yeryüzünde yaşam olanağını tehdit etme seviyesine ulaştığı bir noktada, bunları yeni bir bağlamda tekrar formüle etmemiz gerekiyor sadece.

Dolayısıyla, “dünyanın yıkımını durdurmak” yerine, kulağa garip gelmesi pahasına, “yıkım dünyasını durdurmak” da denebilirdi. Nihayetinde bu, birbirinden farklı dünyaları parçalayıp imha eden, yıkıma dayalı bir dünyanın gidişatına set çekme meselesi. Kısaca, dünyanın yıkımını durdurmak, yıkıma dayalı bir dünyaya son vermek demek. Bu dünyanın adı da Ekonomi. Ekonomik tiranlığın hükmettiği, mevcut ekolojik ve insani tahribatın doğrudan müsebbibi olan bir üretkenlik baskısı üzerinden çarklarını döndüren bir dünya.

Böyle bir kavrayış devrim ve tarihsel zaman kavramlarımızda bir “paradigma değişimi”ne işaret ediyor. Son dönemde, özgürleşme düşüncesinde büyük bir ayrışma olduğu ifade edildi. Kimileri modernliğin klasik parametrelerini, hatta İlerleme’nin muzaffer yolculuğu olarak anlaşılan Tarih kavramını muhafaza etmenin ya da yeniden keşfetmenin gerekliliğinden dem vuruyor. Böylesi bir duruşu savunmak gittikçe zorlaştı; lakin her şeye rağmen bu bakışı daha da uçlara taşımakta ısrar eden ve “ivmeci” [akselerasyonist] tezler öne sürenler var. Buna göre, kapitalizmden çıkış için “tarihin istikametinde” yola devam etmek yetmez, kapitalizmin en ileri teknolojik ve organizasyonel özelliklerini daha da yoğunlaştırıp, hızını mümkün mertebe artırmak gerekir. Yoldaşlar, tam gaz ileri! Ayrışmanın diğer tarafında ise, Benjamin’den ilham alanlar, yani tarihin modern-ilerlemeci kavranışının savunulamayacağını ve tamamen terk edilmesi gerektiğini düşünenler var. Benjamin’in 1940’ta ileri sürdüğü tezlere birçok yeni tez eklendi ve gelinen noktada ekolojik yıkım bize bariz ve dramatik bir biçimde İlerleme’nin şanlı yürüyüşünün uçuruma doğru çılgın bir koşuya dönüştüğünü gösteriyor. 

Tüm bunlar, hem olası bir devrimci sürecin nasıl tasavvur edileceğine, hem de genel olarak şimdi ile gelecek, ya da geçmiş ile gelecek arasındaki ilişkiye dair önemli içerimler taşıyor. Artık bizden yana olan bir Tarih yok; bizleri kaçınılmaz bir şekilde kurtuluşa erdirecek herhangi bir Tarih’in elçileri de değiliz artık. Örgütlenme düzeyinde oldukça etkili ve eyleme geçirici örnekleri olsa da –gerçi bugünlerde bunların da yapay ve yanıltıcı niteliğini görmek kolaylaştı–, miadını doldurmuş temsiliyetler dünyasını aşmak şart. Fakat bu aynı zamanda başka bir kavrayışı baştan icat etmek gerektiği anlamına da geliyor: tarihe, kolektif eyleme dair yeni bir bakışı; hatırlanan geçmişlerin canlı hafızası ile mümkün gelecekleri şimdide iç içe geçirecek yeni bir bakışı.

 

 

Sarı Yelekliler hareketine ve senin bu konudaki kitabına dönelim. Hareketi niteleyen temel unsurun temsiliyetin reddi olduğunu vurguluyorsun: “politikacılar tarafından iç edilmeyi” ve klasik siyaset klasik biçimleri tarafından normalleştirilmeyi reddetme. Hepsi olmasa da önceki birçok kitlesel mücadele, bu hareketlerin “politik bayii” olma iddasındaki siyasi partilerin (İspanya’da Podemos, Yunanistan’da Syriza) ortaya çıkmasına yol açtı, ne var ki bunlar sosyal demokrasinin vadesini uzatmak dışında pek bir işe yaramadılar. Sarı Yeleklilerin mevcut durumda böyle bir yoldan sapmış olduğunu görmek heyecan verici. Politik temsiliyete ve geleneksel parlamento oyunlarına karşı bu kararlı reddiyeyi nasıl izah edebiliriz?

Sarı Yelekliler ayaklanması, temsil ilkesine dayalı, devlet aygıtının kontrolünü sağlamak üzere seçim rekabetine kilitlenmiş siyasal partiler etrafında dönen klasik siyaset şablonlarını paramparça etti. Hareketin sözcülüğüne soyunan, hükümetle müzakere yürütmek isteyen kendinden menkul kişiler de eksik olmuyor tabii. Hareketi yönlendirmeye çalışan aşırı-sağ ya da sol militanlar da oluyor. Ama Sarı Yelekliler içindeki farklı grupların kolektif zekâyla bu girişimleri teşhis edip, hareketin politik örgütler veya sendika aktivistleri tarafından kontrol edilmesini önlemeleri, işin en etkileyici yanı. Alışıldık söylem ve tutumlarını bir kenara koyabildiği ve klasik siyasetin parametrelerinden kopan kolektif bir dinamiğe uyum sağlayabildiği ölçüde sol militanlar, Sarı Yelekliler arasında kendilerine daha fazla yer bulabiliyorlar.

Kimse neler olacağını öngöremez ancak Podemos türü bir partinin Fransa’da kendilerini Sarı Yelekliler’in “politik bayii” olarak öne sürebilmesi pek mümkün değil. Öte yandan, 2020’deki belediye seçimleri hazırlıkları, Sarı Yelekliler’in dile getirdiği kaygıları yeniden gündeme getirmek için önemli bir fırsat olabilir. Ama bu örneğin partilerin listesine “sarı yelekli” diye isim yazıp klasik siyaset oyununa dahil etme meselesi olarak görülürse, bunun Avrupa seçimleri sırasında hazırlanan toplama listelerden pek de farkı olmaz. İnsanları salonlara doldurup katılımcı demokrasiyi geliştirmeyi vaat etmek de açıkça yetersiz ve yalnızca klasik siyaset şablonlarına göstermelik ayar çekmek demek. Diğer taraftan belediye seçimleri, semt ve mahalle düzeyinde, belli konularda kolektif yaşamın idaresini üstlenebilecek halk meclisleri girişimlerini yeniden aktif hale getirmeye vesile olabilir. Sarı Yelekliler, güçlenmeleri halinde, belediye ofislerine eylem kapasitelerini geliştirecek araçlar olarak el koymaya, seçilmişleri de halk meclislerinden çıkan kararların uygulayıcılarına dönüştürmeye çalışabilirler. Kuşkusuz zor ve birçok riski de beraberinde getiren bir süreç olurdu bu. Yine de, Sarı Yelekliler hareketinin yerel zemindeki tabanı ile yarattığı dayanışma ağlarının belediye seçimlerinin sunacağı imkânlarla daha da güçendirilip yayılma ihtimalini a priori dışlayamayız. Paradoks gibi gözükse de, klasik siyaset biçimlerine dönmek anlamına gelmek zorunda değil bu. Zira belediye idaresini değil, halk meclislerini odağına alarak özgün bir karşı-iktidar pratiğini ortaya çıkarabilir.

 


Buradan devam edelim. Sarı Yelekliler sadece temsilî demokrasi eleştirisi yapmıyor, aynı zamanda “tabandan” hareketle, “halk meclislerini” yaygınlaştırmak gibi, örgütlenmenin yeni biçimlerini devreye sokan deneyler yapıyorlar. Sana göre bu meclisler özyönetim provası mahiyetinde ve geçmişteki (Paris Kömünü) ve günümüzdeki (Chiapas ve Rojava gibi) diğer politik özgürlük deneylerini hatırlatıyor. Bu farklı deneylerin ortak noktası nedir ve Sarı Yelekliler bu diğer devrimci deneylerden nasıl esinleniyor?

Sarı Yelekliler ayaklanmasının olumlu boyutlarının altını çizmek lazım. Bir yandan klasik siyaseti, yani devlet iktidarı, partiler, politikacılar ve kanaat önderlerinin belirlediği tepeden siyaseti temelden reddederken, diğer taraftan somut yaşam alanlarında sıradan insanların kendi kendine örgütlenme ve kendi kararını verme kabiliyetine dayanan aşağıdan siyaset deneyleri yaptılar. İşte yukarıdan siyasetin reddedilip aşağıdan siyasetin seçilmesi, Sarı Yeleklileri Paris Kömünü, Rojava, Chiapas ve diğer deneylere bağlayan unsur. Bu örtüşme epey mühim görünüyor.

Bununla birlikte, Sarı Yeleklilerin bir bileşeni olarak ortaya çıkan meclislerin “özyönetim provası” yaptıklarını söylemek doğru olmaz. Bu henüz bir ihtimal; Commercy’deki Sarı Yelekliler meclisinin “yaşamlarımızın kontrolünü yeniden ele geçirmek” için her yerde halk meclisleri kurma çağrısını düşününce gayet olası. Gelgelelim, sanki hareketin ufkunda doğal olarak bu varmış gibi, meclislerin zorunlu olarak özyönetim biçimlerine yöneleceğini söylemek sanırım biraz abartıya kaçmak olur. Paris Komünü, Rojava ve Chiapas örnekleri ara sıra telaffuz edildi ama –neyse ki– hiçbir zaman model olarak gündeme getirilmediler, zira model olamazlar.

Aşağıdan politikayı güçlendirip, yukardan siyaseti aciz bırakma noktasına getirebilirsek, işte o zaman, belki de ülke çapına yayılan blokajlarla birlikte, halkın özyönetim örneklerini de görmeye başlayabileceğimizi söylemek mümkün olur; başka bir deyişle, kendi kendini düzenleyen bir komünal hayatı. Bu minvalde, bilhassa Paris Komünü’nün ve Zapatista otonomisinin esin verici tecrübeler olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Sarı Yelekliler içerisinden yapılan halk meclislerini çoğaltma çağrısı, özyönetim pratiklerini denemek için –henüz görülmedik– bir yol olabilir. 

Sarı Yelekliler hareketinin bir başka önemli yanı da bir eylem biçimi olarak blokajın  oynadığı merkezî rol. Bugün, kapitalizm tahakkümünü üretim alanlarının ötesine taşırıp tüm hayatı kuşatmaya çalışırken, bu baskıya yanıt vermek için grevler tek başına yeterli değilmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla da, senin de sözünü ettiğin, “çoğul mücadeleleri eklemlendirme”, “genel mülksüzleştirme” mantığının içine hapsolan farklı toplumsal öznelliklerin koordinasyonu gibi ihtiyaçlar söz konusu. Sözgelimi, Rungis lojistik merkezinin blokajı Sarı Yelekliler ile sendikalar içindeki daha mücadeleci unsurlar arasında pratik bir ittifakın oluşmasına vesile olmuştu. Benzer şekilde, (banliyölerde polisin ırkçı şiddetine karşı kurulan) Adama Komitesi  gibi işçi sınıfı mahallelerindeki bazı örgütlenmeler Sarı Yeleklilere hemen dahil oldular ve hareketle dayanışma içinde olduklarını gösterdiler. Bu tarz kesişimleri nasıl görüyorsun? Sence bir sonraki aşama bu ittifakların sağlamlaştırılmasına mı bağlı?

Böylesi ittifaklar bana da çok önemli görünüyor, sağlamlaştırılmalarının muhakkak belirleyici bir etkisi olacaktır. Sarı Yeleklilerin başat eylem biçimlerinden biri olduğu için, kitabımda bir bölümü blokaj meselesine ayırdım ve orada blokaj mefhumunu tüm boyutlarıyla ele alarak, bunun insanları karşı karşıya getirmekten ziyade birleştirici bir etkisi olabileceğini vurgulamaya çalıştım. Blokajlar genel olarak, akışları ve altyapıları, yani dolaşım alanını kapsıyor: insanların, malların ve  enformasyonun dolaşımı. Ama aynı zamanda tüketimin blokajı (Sarı Yelekliler iletişim hatlarıyla birlikte, sıklıkla ürün dağıtım merkezlerini hedef aldılar); büyük ölçekli, tahripkâr ve lüzumsuz mega-projelerin önünü keserek oralarda yaşam alanı oluşturan blokajlar; üretim alanında grev yoluyla blokajın yanı sıra, toplumsal yeniden üretim alanlarının blokajı (örneğin bu alanlardan yalnızca biri olan okullarda okuyan gençlerin iklim grevleri) buna dahil.

Grevlerin işçi hareketi tarihinde oynadığı merkezî rolü kaybettiği aşikâr. Neoliberal dönemde çalışma hayatının yeniden örgütlenmesi suretiyle grevleri olanaksız ve etkisiz kılmak için yoğun çaba sarf edilmiştir. Bununla birlikte, çalışma hayatı artık kapitalizmi teşkil eden tahakküm ilişkilerinin uygulandığı yegâne alan olarak görülemez. Tahakküm çalışmanın ötesine geçerek, uysal yurttaşlar ve hırslı tüketicileri de üretir, "serbest" boş zamana ve tüketim zamanına nüfuz eder, yaşamın her alanına sızar ve her şeyin nicelikle ölçüldüğü bir başarı kültü içinde dolaysızca birbiriyle yarışan öznellikler ortaya çıkarır.

Kapitalizmin klasik çağında, temel antagonizma sermaye-emek arasındaki karşıtlık üzerinde yoğunlaşmış gibi görünüyordu, ki bu bakış açısı, sermayenin olumlanması açısından elzem olmuş (ve hâlâ olan) toplumsal cinsiyete ve sömürgeciliğe dayalı tahakkümü gözden kaçırma tehlikesi taşır. Neoliberal kapitalizm çağında ise, emek sorunu ve grevleri ufkumuzdan tamamen çıkarmadan, ekonomi dünyasının temel antagonizmalarını etraflıca ele almak ve her yere yayılan genel mülksüzleştirme dinamiklerinin farklı biçimlerini de içerecek şekilde yeniden düşünmek gerekiyor. Bunlardan bazıları: sonsuz maksimizasyon baskısıyla kişiyi yaptığı işin anlamından yoksun bırakan mülksüzleştirme; işsizlik, güvencesizlik ve dışlama yoluyla toplumsal varoluşun altını oyma; metalaşmanın artışı ve çoğalan mega altyapı projeleriyle yaşam alanlarını talan etme; sürekli toplumsal cinsiyete dayalı şiddete açık olan kadınlar için güvenli yaşamın olanaksızlığı; ırk üzerinden yaftalanan kesimlerin maruz kaldığı insandışılaştırma ve ayrımcılık; tüketimciliğin kısıtlı keyfinin borçların ağırlığıyla köleliğe dönüşmesi; temsilî demokrasilerin çöküşü karşısında giderek artan politik mülksüzleşme hissi; bitmeyen “aciliyetler”in hükümranlığı altında zaman deneyiminden mahrum bırakılışımız; ve hepsinden daha vahimi: hepimizi insanca yaşam olasılığından yoksun bırakan, sonu gelmeyen ekolojik tahribat. Bu nedenle, bir tarafta antagonizma var: topyekûn yıkımla ilişkili genel mülksüzleştirmede payı olan her şey; diğer yanında da, etik bir sıçramayla, insanların ve tüm diğer canlıların yeryüzünde anlamlı bir yaşam sürme olanağını kurtarmak için buna karşı çıkan her şey.

Her yerde ve her biçimde blokajları güçlendirme stratejisi, ekonomi dünyasının yol açtığı muhtelif mülksüzleştirme biçimlerini böyle geniş bir çerçevede kavradığı için inandırıcıdır. “Her şeyi bloke etmek”, kapitalist tahakkümün yaşamın tüm alanlarını kuşatan dinamiklerine karşı çıkmanın makul bir yoludur. Son olarak, tüm biçimleriyle blokajın, ekolojik aciliyet durumuna verilen gayet somut bir yanıt olduğunu da vurgulamak gerek. Sera gazı emisyonlarının ve yaşamı tehdit eden diğer tüm kirlilik kaynaklarının “vanasını kapatmak”, dünyanın yıkımını durdurmanın en doğrudan yolu değil midir?

 

 

Kasım/Aralık 2018'deki isyankâr “eylemler”le ilgili olarak, “otoritenin kontrolü kaybedebileceği bir durumun eşiğinde” olduğumuzu yazmıştın. Fransa'da uzun zamandır ilk kez, iktidarı düşürme perspektifinin “inanılır” hale geldiğini söyledin. Peki sonunda bu yıkımı hayata geçirmek için eksik olan neydi? Bu kritik noktadan ileriye yönelik ne gibi dersler çıkarılabilir?

Aralık ayının ilk günlerinde yönetici sınıf, Fransa'da epeydir görülmemiş bir halk ayaklanmasının patlak vermesinden korkuyordu. Kolluk kuvvetleri neredeyse tam kapasite konuşlandırılmıştı ve hatta yöneticiler beş yıllık Macron döneminin tehlikede olduğunu yarım ağızla da olsa kabul etmek zorunda kaldılar. Üstelik daha birkaç gün öncesine kadar istifa çağrılarına gülüp geçiyorlardı. Kısacası, iktidar ciddi şekilde afallamıştı.

Macron’un gidişinin ne tür bir değişim getireceği de kuşkusuz ayrı bir soru işareti. Bir başkanı yerinden etmekle devlet iktidarını ortadan kaldırmak arasında ciddi fark var. Bu da, şu veya bu politikacıyı baş düşman olarak belirleme eğiliminin sınırlarını bize gösteriyor. Doğrudur, ayaklanmanın yükselişinde Macron’a yönelik öfkenin payı büyük, ancak daha en baştan “yerine kim gelirse gelsin Macron’dan farkının olmayacağını” söyleyen, dahası “Macron gitsin, yerine de kimse gelmesin” diyen bazı Sarı Yeleklilere de mutlaka kulak vermeliyiz.

Eksik olan neydi? İşlerin iktidarı tamamen devirme noktasına gelmesini engelleyen ne olmuştu? Kimilerine göre sorun, merkezî sendika organlarının kavgaya girmeyi reddetmesiydi. Kendi somutlaştırdığı örgütlenme biçimlerinin çöküşüne defalarca göz yummuş bir hareketten, böyle mesafeli bir duruş dışında bir şey beklemek abes değil mi zaten? Daha militan sendikal unsurların kitlesel bir grev dalgası örgütlemeleri kuşkusuz çok etkili olurdu. Yaşadıkları çevrelerde marjinalleştirilen insanların mücadeleleriyle eklemlenecek geniş bir ittifak da tabloyu değiştirebilirdi. Zira ayaklananlar büyük oranda işçi sınıfının belli bir kesimidir; kent çeperlerinde yaşayan, çoğunlukla beyaz, düzenli işi ve evi olan insanlar. Irklara bölünmüş mahallelerde yaşayan, dışlanmayla ve güvencesizlikle daha sık karşılaşan işçi sınıfının diğer kesimleri ise eylemlerde çok az varlık gösterdi. Bunu fırsat bilerek, işçi sınıfının farklı kesimlerinin bu şekilde birbirlerinden uzak kalmaları, hatta birbirlerini düşman gibi görmeleri için her şeyi yapıyorlar. Bunu da bir tür ırkçılığı devreye sokarak yapıyorlar ve sonunda bu aşırı sağın güçlenmesine yarıyor. Böyle bakınca, Sarı Yeleklilerin önemli bir kesiminin ırkçılık ve aşırı sağ ketenperesine sıkışmayıp, “göçmenleri” günah keçisi ilan etmekten kaçınmış olması hayli umut verici, en azından ileride daha da kapsamlı bir yakınlaşma ihtimali olduğunu düşündürüyor. Benzer şekilde, mahalle yerelinde mücadele veren bazı organların harekete katılımı da iyimser olmak için bir diğer neden. Yine de, henüz işçi sınıfının bu iki parçasını, onları bölmeye çalışan eğilimleri aşarak gerçek anlamda biraraya getirecek koşullardan uzaktayız. Son olarak, hareketin “militan” oluşumların eksikliğini hissettiği de söylenebilir. Bu oluşumlar, içinde aşırı sağ unsurlarını da barındırdığı için “lekeli”, ve dahası, kendi alışık oldukları mücadele tarzlarından epey uzak gördükleri bu harekete kuşkuyla yaklaşıyorlar.

Eksikleri ne olursa olsun, ilerisi için miras olacak güçlü bir hareket şekillendi. Sol siyasi grupların hazır lojistik destek ağları olmaksızın, öngörülmeyen ve aniden zuhur eden bir halk hareketinin sahip olduğu gücü gösteriyor. Bu durum, neler yapılabileceğine dair yeni ve ortak bir hissiyat yarattı. Bu kolektif deneyimin ve sunduğu yeni imkânlara dair oluşan ortak hissin sonraki ayaklanmalarda yaratacağı etkiyi göz ardı etmememiz lazım.

 

 

 

Stratejik anlamda, önceki kitaplarından biri olan Adieux au Capitalisme’de ([Kapitalizme Veda] La Découverte, 2014) öne sürdüğün fikirlerle örtüşüyor bu söylediklerin. Bugün artık devlet iktidarını ele geçirmenin özgürlükçü siyasete yön veren bir hedef olamayacağı ve komünizmin varılacak bir ufuk olmaktan ziyade şimdide şekillenmesi gereken bir süreç olarak kavranması konusunda mutabıkız. Böyle bir sürecin maddi temelleri, "kurtarılmış bölgeler" olarak adlandırdığın, mevcut dünyanın tam göbeğinde kapitalizm-sonrası gerçekliği kurmaya yönelik olarak yapılan doğrudan deneylerdir. Bu kurtarılmış bölgeleri birer topluluk sığınağı veya korunaklı adacıklar olarak gören, dolayısıyla “antagonistik boyutlarını” yok sayarak tahakküm yapılarını olduğu haliyle bırakan, bizce tehlikeli bir eğilim var. “İnşa” ve “mücadele” arasındaki bağı vurgulamak üzere “karşı-iktidar” örneklerinden söz etmeyi tercih etmemizin nedeni de bu. Sence, ölçekleri ne olursa olsun, bu kurtarılmış bölgeleri gettolaştırmaktan nasıl kaçınabiliriz? Kurucu ve yıkıcı işlev arasındaki bağı muhafaza etmenin yolu nedir? 

Kesinlikle katılıyorum. "Kurtarılmış bölgeler" dediğim alanlar, etrafı yangın yerine dönmüşken korunaklı adalarda keyifli bir yaşam sürülen yerler olarak değil, çarpışma alanları olarak anlaşılmalı. “Özgür bölge”, bizleri ezen ve yavaşça yok oluşa sürükleyen şeylerden kurtulmamız gerektiğini ve bu uğurda verilen kavgayı işaret ediyor. Gerçekte, bu bölgeler tamamen kurtarılmış değil, kurtarılma sürecinde; baskı ve saldırılardan muaf değiller ve dolayısıyla da mücadeleyi sürekli kılmak durumundalar. Ekonomi dünyasının normlarından mümkün olduğunca uzak, farklı ve özgün bir gerçeklik kurmaya çalışırken, içkin bir antagonistik boyutu da içeriyorlar.

Kapitalizmden çıkmak için onunla karşı karşıya gelmek zorunda olmadan, salt onun yeniden üretimini durdurmanın yeterli olacağı görüşü, bu antagonistik boyutu, çatlaklar yaratma stratejisi de denen boyutu göz ardı ediyor. Buna ek olarak, çöküş (collapse) teorilerinin de –en azından “çöküş bilimi” (collapsology) tezlerinin öne sürdüğü şekliyle– bir panik duygusu yaratarak, bireyler veya gruplar halinde, felaketten sağ kurtulmayı öğrenmek üzerine kurulu korunaklı alanlara kaçışı teşvik ettiğini düşünüyorum. Bu bakımdan oldukça önemli bir karşıtlık, hatta önümüzdeki süreçte gitgide daha da keskinleşecek bir karşıtlık söz konusu bence: antagonistik boyutlarıyla ele alınan kurtarılmış bölgeler perspektifi ile, sözümona kaçınılmaz ve çoktan başlamış olan içe patlama karşısında çöküş biliminin kışkırttığı tepkiler arasındaki karşıtlık bu.

Kurtarılmış bölgeler farklı yapı ve ölçeklerde olabilir kuşkusuz. Mütevazı ve küçük olanların, ki bu katiyen küçük görülmelerini gerektirmez, etraflarındaki sistemsel çevreyle doğrudan çatışmaya girme ihtimalleri daha düşüktür; Zapatist otonomisi örneğinde olduğu gibi, kendi gerçekliklerini yaratma sürecinde meta toplumunun normlarını daha açık biçimde karşısına alan, hatta devlet kurumlarıyla bağını koparmaya yönelmiş olanlar içinse bu ihtimal daha yüksektir. Ne olursa olsun, büyük, tahripkâr ve lüzumsuz projelere karşı mücadele eden kurtarılmış bölgelerin, ekonomi dünyasının güçleriyle doğrudan karşı karşıya gelmeleri ve kendilerini bu güçlerin tehdidi altında bulmaları kaçınılmazdır.

Zaten düşman da genellikle farklı yollardan saldırarak ve kendilerini savunmak zorunda bırakarak, bu kurtarılmış bölgelere kendi antagonistik niteliklerini hatırlatmaktan geri kalmaz. Lakin bu savunmaya yönelik antagonizmanın hatırlatılması yeterli değildir. Kurtarılmış bölgelerin yaratılması ve çoğalması, kapitalist zorbalığın olmadığı bir dünyanın ortaya çıkışında kuşkusuz olumlu bir paya sahip olsa da, bu bölgelerin üstesinden gelmeleri gereken tek şey saldırılar değildir. Aynı zamanda onları çoğunlukla içeriden zayıflatan iç kopuşlar ve saflaşmalar da baş edilmesi gereken önemli zorluklardır. Bu zorlukların da ancak mücadeleyi büyütüp kapitalist iktidara karşı harekete geçmek suretiyle aşılabileceği söylenebilir. İşte bu yüzden, kurtarılmış bölgelerin bekası gibi bir sorunun üstesinden gelmenin yolu, salt kendi yaratım sürecine odaklanarak içe kapanmak değil, bu süreci ekonomi dünyasına karşı verilen daha geniş bir mücadeleye eklemlemektir. Böylece kurtarılmış bölgeler, mücadeleler arasında köprüler kuran -ve düşmana karşı saldırıları yoğunlaştırmayı mümkün kılan mekânlar haline gelebilir.

Örneğin, kurtarılmış bölgeleri çoğaltmayı ve blokajı genişletmeyi birlikte ele alan bir strateji geliştirebiliriz. Kurtarılmış bölgeler, maddi kaynaklarını ve kendi teknik kapasitelerini kullanıma açabildikleri takdirde, kritik anlarda blokajlara farklı biçimlerde destek sağlayabilecek önemli zeminler olarak iş görebilir. Ne kadar çok sayıda kurtarılmış bölgeye sahip olursak, blokaj kapasitemizi artırmamız da o kadar mümkün olur. Blokajların büyümesi de, yeni kurtarılmış bölgelerin sayısının artmasına vesile olur.

Mevcut bölgeler arası işbirliğini geliştirmek de bu stratejinin diğer bir önemli boyutu. Ama aciliyeti yoğun biçimde hissedilmesine rağmen, bu konuda şu zamana kadar çok az ilerleme katedildi. Ağustos ayında yayınladıkları bir bildiride Zapatistler, küresel bir direniş ve isyan ağı kurma konusunu yeniden tartışmayı önerdiler. Bu yönde hareket eden farklı coğrafyalarda pek çok inisiyatif olduğunu ve bunların birbirleriyle daha yakın temas halinde olmalarının ve çözüm önerilerini, deneyimlerini, karşılıklı somut dayanışma adımlarını birbirlerine sunmalarının ne kadar önemli olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım. Zapatistler için, Chiapas’ta kurdukları otonom bölgeler, üzerlerinde yaşayan on binlerce insanın hayatı açısından ne kadar önemli olursa olsun, varılacak bir son nokta değildir, kendi ifadeleriyle "Kapitalist Hidra"ya karşı küresel bir mücadelenin parçası olabildikleri ölçüde anlamlıdırlar. Enternasyonal, hatta “entergalaktik” buluşmalar düzenlemeyi bırakmamalarının nedeni bu.

 

 

Bu soruyla toparlayalım. Kurtarılmış bölgeler antagonistik potansiyellerini devreye sokup çoğalsa bile, senin de dediğin gibi “dünyayı yönetenler ve onlara uşaklık edenler kendi ayrıcalıklarından kolay kolay vazgeçmeyecekler”. Bu da bizi öz-savunma ve düşman güçlerini savuşturma sorununa getiriyor. Kolluk kuvvetlerinin artan silahlandırılması ve denetim teknolojilerindeki yenilikleri de akılda tutarak, bugün bu konuyu nasıl ele almalıyız?

Şu noktanın tekrar altını çizelim: Kurtarılmış bölgeler kolektif inşa yerleridir, ama aynı zamanda savunulmaları da gerekir. Buraların ölçeği ve radikalliği sahip olduğumuz kolektif güçle doğru orantılıdır – özellikle de öz-savunma kapasitemizle. Bu bağlamda, Zapatista otonomisinin inşasının 1 Ocak 1994'teki silahlı ayaklanma olmadan katiyen mümkün olmayacağı gerçeğini aklımızda tutmalıyız. Otonomi zamanla sivil bir karaktere bürünmüş ve kendisini siyasi-askerî yapısından koparmış olsaydı bile, muhtemelen bugüne kadar varlığını sürdürmesini yine onu koruyan silahlara borçlu olurdu (Zapatistler silahların saldırı amaçlı kullanımını reddetmiş ve ancak kendilerini savunmak için silahları muhafaza etmişlerdir). Genel olarak bugüne baktığımızda da, otonomi inşasını en ileriye taşıyabilen iki kurtarılmış bölge olan Zapatista Chiapas’ı ile Kürt Rojava'sının, silahlı mücadelenin rol oynadığı bağlamlarla ilişkili olduklarını unutmamak gerek.

Burada mesele silahlı mücadeleyi savunmak değil. Zapatistler de, 1994’te kamu önüne çıktıklarından beri bunu yapmamaya özen gösterdiler. Ama bu durum, kurtarılmış bölgelerin büyüklüğü ile öz-savunma gücünün gerekliliği arasındaki dolaysız ilişkiyi vurguluyor. Kuşkusuz öz-savunmanın silah kullanımı haricinde farklı biçimleri de var. Buna birçok farklı mücadele örnek gösterilebilir. 2012’de César Operasyonu sırasındaki direnişiyle Notre-dame-des-landes için mücadele eden ZAD[1] gibi mesela. Ama bunda başarı elde edebilmek için birarada bulunması gereken unsurlar var: eyleme geçme kapasitesi, kolektifin fiziksel mevcudiyeti, değer verdiğimiz şeyi savunmak için gözü pek kararlılık, taktiksel zekâ ve yaratıcılık, ve elbette maddi, lojistik ve teknik kaynaklara erişim. Kesin olan şey şu: düşman baskının şiddetini ve denetim araçlarını artırdıkça, ekonomi dünyasının sınırlarını genişlettikçe, kurtarılmış bölgeleri savunmak da o kadar zorlaşıyor. Bu meselelerde hazır bir reçete yok, ama yukarıda değindiğim noktalar ve daha bunlar gibi birçok mevzu etrafında güçlerimizi birleştirmekten başka bir seçeneğimizin olmadığı gün gibi ortada.

Son olarak, yapısal bir krizin tam ortasına sürüklenmiş durumda olduğumuzu tekrar edeyim. Kapitalist sistem, ancak, hem bizler hem de kendisi açısından sorunları şiddetlendirmek pahasına kendini yeniden üretebilir – tabii en ağır bedel de ekolojik ve insani yıkımın artık geri dönülemeyecek noktaya erişmesi olacak. Durum böyleyken, kendi varlığını idame ettirebilmek, niceliksel aşırı büyümeyi daha da artırmak ve belli bir azınlığın ayrıcalıklarını korumak için her şeyi yapabileceğini gösteren ekonomi dünyası ile, bu yıkımın farklı boyutlarına karşı farklı biçimlerde mücadele veren kurtarılmış bölgeler arasındaki antagonizmanın daha da yoğunlaşacağını öngörmek zor değil. Eğer bu öngörüde en ufak bir doğruluk payı varsa, harekete geçmek için hazırlıklara başlamak hiç de fena bir fikir sayılmaz.

 



[1] ZAD (Zone a Défendre [Savunma Bölgesi]) eylemcileri, Fransa hükümetinin, Rennes ile Nantes şehirleri arasındaki Notre-Dame-des-Landes bölgesinde yol ve yeni bir havaalanı inşa etme projelerine karşı 2009 yılında kurdukları kamplarla direnişe başladı. César Operasyonu adıyla, 16 Ekim 2012 sabahı kolluk güçleri kampı tahliye etmek üzere şiddetli bir saldırı gerçekleştirdi, ancak yoğun bir direnişle karşılaştılar ve ZAD'a destek artarak büyüdü. Yaklaşık 10 yıl süren ZAD direnişi, otonomi mücadelesinin dünyadaki önemli örneklerinden biri – ç.n.

Kapitalist Hidra'ya Karşı, Zapatizm, kent savunması, kent mücadeleleri