“Kız anadan görmeyince öğüd almaz; / Oğul babadan görmeyince sofra çekmez.
Oğul babanın yerine yetişenidir; / İki gözünün biridir.
Devletli oğul olsa ocağının korudur. / Oğul da neylesin baba ölüp mal kalmasa.
Baba malından ne fayda başta devlet olmasa / Devletsiz şehrinden Allah saklasın Han’ım sizi”[1]
Bize öğretilen, ilerlemek! Geçmişten ders alarak geleceğe bakmak. Bu düşünce yapısının sonucu pişmanlıklar duyan ve gelecek kaygısı yaşayan bireyler. Sıkışıp kalmışlık… Geçmiş ve gelecekten; tarihten arınmış bir şimdi mümkün değil mi? Yoga, Budizm vs. gibi öğretilerin ya da kişisel gelişim kitaplarının ânı yaşama safsataları değil kastettiğim. Bambaşka bir zaman algılayışı. Günümüzde parçalar içinde yaşadığımız bir gerçek. Farklı zamanlar üst üste binmiş: her birinde aynı kişiye ait farklı kimlikler mevcut. Walter Benjamin’in, Paul Klee’nin Angelus Novus adlı çizimini geçmiş ve gelecek üzerinden okuması akla geliyor ister istemez. İleriye giden; fakat sürekli geçmişe bakan ve ‘gelişim, ilerleme’ adı verilen fırtınayla cebelleşen melek… Zaman denilen fenomen bu şekilde algılanmadan tarihyazımı, dolayısıyla belleğimizin birileri tarafından kontrol edilmemesi mümkün değil. Tam da bu nedenle geçmiş ve gelecek üzerinden ânımız oluşturuluyor belki de. Bahsettiğim evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, aslında pek de bilinmeyen bir an.
13 Şubat’ta Berlin Maxim Gorki Tiyatrosu’nda, Marc Sinan tarafından bestelenmiş, şef Fabián Panisello’nun yönetimindeki Dresden Senfoni Orkestrası[2] tarafından icra edilen Dede Korkut – die Kunde von Tepegöz’ün (Dede Korkut –Tepegöz’ün Hikâyesi) prömiyeri gerçekleşti. Biyopolitika; an(ı), bellek; toplumsal kodlar vb. konuları hatırlatan çağdaş Dede Korkut, Isabel Rudson’ın hazırladığı görseller ve Aydın Teker’in koreografisiyle sadece bir konser olmaktan öteye geçirilmiş. Dede Korkut –Tepegöz’ün Hikâyesi, orkestra, ses, hareket ve video enstalasyonu için dokümanter-kurgu müzik tiyatrosu olarak tanımlanmış, Der Tagesspiegel ise müzikal Gesamtskunstwerk diyerek başlığını atmış. Biliyorum, karışık, anlatması zor.
Koreograf Teker, dansçılar yerine müzisyenlerin −Jun Kawasaki, Marc Sinan, Sascha Friedel ve aynı zamanda Tepegöz’ün annesi Nymph rolünde olan solist Jelena Kuljić’in– bedenlerini kullanmış; obje olarak büyük bir klarinet ve kontrabas neredeyse ‘solo’ denebilecek nitelikte ön planda ele alınmış. Teker’in koreografisi her zamanki gibi heyecan verici! Neue Musik (Yeni Müzik) olarak adlandırılabilecek beste, Azeri, Özbek ve Kazak müzisyen ve şarkıcıların da katılımıyla zenginleştirilmiş. Görsellerde ve sahnede onların müziği de mevcut. Yerelle evrenselin birleşimi gibi alışılageldik tanımlarla yaratılmış bir müzik değil bahsedilen. Yerel olan çağdaş, çağdaş olan yerel hale gelmiş/getirilmiş; kendi özünü kaybetmeden bir olmuş. Dediğim gibi, anlatması zor…
Dokümanter müzik tiyatrosu, Oğuz Destanı’ndaki Çoban’ın Nymph’e tecavüz edişini, Nymph’in Çoban’ın köyünü lanetleyişini ve Tepegöz’ün doğumunu anlatıyor; Tepegöz’ün toplumdan itilmiş, normatif olmayan bir karakter oluşunu anlatan Muharrem Kaya’nın ses kaydıyla başlıyor. Toplumun isteklerine uymayan, babasının hatası nedeniyle lanetlenmiş, bedenindeki ‘bozukluklar’ yüzünden dışlanmış bir karakter Tepegöz. Kendisinden korkuluyor, çünkü insan eti yiyor. Peki ya Tepegöz’ün yalnızlığı? Bir yandan toplum içinde kabul görmediği için suça itilenleri, yanlış anlananları anımsatıyor. Bir yandan da Tepegöz bakan, izleyen. Görmeden gören. Güçlü olan; bilakis et yiyen! Oysa ki o sadece babasının günahının bir kurbanı (mı?).
Tepegözün hikâyesinin içerisinde anı, bellek ve zamanın; birbirini besleyen ve tanımlayan bu üç kavramın ele alınışı dikkate değer. Merleau Ponty bellek kaybına değinirken, onun beyinde kaybolmadığından; fakat hatırlanmak istenmeyişinden bahsediyor.[3] Sema Kaygusuz, dokümanter tiyatronun sonunda yaptığı konuşmada, Tepegöz’ün annesi Nymph’e tecavüz eden Çoban’ın Oğuz Türkleri tarafından sahiplenilmediğine, başka boydan bir yabancı olduğuna vurgu yapılışına değindikten sonra Türkiye örneğini veriyor. Belleğin yok oluşu/edilişi; hatırlanmasına izin verilmeyenler ve tarihten silinenler… Benzer bir durum Gabriel Garcia Marquez’in 100 Yıllık Yalnızlığı’nın bir bölümünde geçiyor. Ana karakter Kral’a karşı bir ayaklanmada tren istasyonunda ağır yaralanıyor; kendisini trende ölülerle birlikte buluyor. Trenden atlayıp köye geri döndüğünde, yaşadıklarına kimse inanmıyor ve bu olayın hiçbir kitapta geçmediği, yazılmamış olduğu söyleniyor… Tanıdık değil mi? Dünya halleri. Bizde de isimler değişip, meydanlar silinip, kütükler yok olurken aslında insanın ne denli değiş(e)mediği gerçeği düşündürüyor. Sayılar devletin isteğine göre değişebilir, bedenler ‘yok’laştırılır.
Sahi, bilgiyi aktaran zamanın okul yıllarının vazgeçilmezi, projeksiyon makinelerinin atasının da adı Türkçe’de “tepegöz” değil miydi? Biri bilgiyi aktaran makine, diğeri dışlanmış kimlik – vahşi, et yiyen dev. Tepegöz’ün Destan’a göre baba mesleği olan çobanlığa devam etmesi ise ilginç. Bilgi aktarımının erkekten erkeğe geçtiği dünyamızda basmakalıpları, sözde gelenekleri, babadan oğula aktarılanları akla getiriyor; hele de bugünlerde babalar pek bir meşhurken(!)
[3] Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, (NY: Routledge, 2002), s. 187