Sunuş: Foucault'da Salgın Dönemlerinin İktidar Politikaları
Ali Artun
Foucault, Collège de France'ta 1975 ve 1978 yıllarında verdiği derslerinde incelediği iktidar sistemlerini (tekniklerini, teknolojilerini veya modellerini) 12. yüzyıldan başlayarak Avrupa'yı kasıp kavuran cüzzam, veba ve çiçek salgınları döneminde uygulanan rejimlerle kıyaslıyor. Foucault'nun bu konudaki analizleri ve kavramları, korona dönemine özgü iktidar mekanizmalarını düşünmek ve bunları öngörebilmek açısından son derecede kilit tasavvurlar.
Les Anormaux başlığını taşıyan 1975-1976 dönemi derslerinde, Foucault, "normalizasyon teknikleri ve bunlara bağlı olan iktidarları" tartışıyor. Bunların "basitçe, tıbbi bilgi ile adli iktidarın birleşmesinin, birbirlerine kaynamasının sonucu olmadığını" açıklıyor. Normalizasyonun "hem tıbbi, hem adli iktidardan farklı olarak, modern toplumda her ikisini de ele geçirerek onları geride bırakan belirli bir iktidar türü" olduğunu yazıyor. İlerleyen sayfalarda, anormalliğin ve cinselliğin normalleştirilmesinden bahsederken, "normalleştirme iktidarının" geliştirdiği gücün, nasıl tıpla yasaları birleştirerek, onların önüne geçtiğine değiniyor. "Farklı bir iktidar kavrayışı, farklı bir iktidar analizi" önermek istediğini, ve "17. yüzyıldan itibaren cinselliğin normalleştirilmesini bu analiz yoluyla inceleyeceğini" söylüyor. Ve bütün bunları "hemen açıklığa kavuşturmak için iki örneği ele alacağını" ekliyor.[1] Bunlar cüzzam ve veba dönemlerinin yönetim "modelleri". Aşağıda çevirisi yer alan bölüm, Les Anormaux'da incelenen bu modelleri açıklıyor.
Foucault, salgın dönemlerinin yönetim modelleri konusuna üç yıl sonra, 1978 yılında verdiği derste yeniden giriyor. Güvenlik, Toprak, Nüfus (Sécurite, Territorite, Population) başlığıyla derlenen 1977-1978 derslerinde "biyo-iktidar"ı inceleyeceğini belirtiyor: "Bu sene, daha önce biraz gelişigüzel biçimde biyo-iktidar olarak adlandırdığım şeyi, çok önemli bulduğum bir dizi fenomeni, yani insan türünün temel biyolojik özelliklerini oluşturan şeylerin bir politikaya, bir politik stratejiye, genel bir iktidar stratejisine dahil olmalarını sağlayan mekanizmaların bütününü incelemeye başlamak istiyorum".[2]
Foucault, iktidar "mekanizmalarını" üç "biçim"e ayırır: İlki, "bir yasa koymak ve bunu çiğneyenleri cezalandırmaktır; bu da izin verilen ile yasaklanan arasında ikili bir paylaşımı sağlayan yasa sistemidir; bir tip yasak edimle bir tip cezayı birleştiren yasadır, yasa tam da bu birleşmedir zaten. Yani ilk biçim yasal ya da hukuki mekanizmadır. İkinci mekanizma, yasanın gözetim ve ıslah mekanizmalarıyla çerçevelendiği... disiplinci mekanizmadır. Bu disiplinci mekanizmanın özelliği, yasanın ikili sistemi içerisinde üçüncü bir kişilik olarak suçlunun ortaya çıkması ve yasayı oluşturan yasama edimiyle suçluyu cezalandıran adli edimin dışında, bunlarla komşuluk içerisinde, bireylerin gözetilmesini, teşhis edilmesini ve hatta dönüştürülmesini amaçlayan bir dizi polisiye, tıbbi, psikolojik tekniğin belirmesidir... Üçüncü biçim, yasal kodu ve disiplinci mekanizmayı değil, güvenlik düzeneklerini belirtir".
"Yasal sistem, Ortaçağ'dan 17.-18. yüzyıllara kadar süren arkaik ceza işleyişine karşılık gelir. 18. yüzyıldan itibaren yerleşen ikinci sistem 'modern' olarak adlandırılabilir. Üçüncüsü de günümüze ait sistem diyebiliriz." Ne var ki, "öğelerin birbirini takip ettiği, ortaya çıkanların öncekileri ortadan kaldırdığı bir dizi yoktur karşınızda. Yasal olanın çağı, disiplinci olanın çağı, güvenliğin çağı yoktur. Güvenlik mekanizmaları disiplinci mekanizmaların, onlar da hukuki-yasal mekanizmaların yerine geçmez. Aslında karşınızda, içinde elbette tekniklerin değiştiği, mükemmelleştiği, en azından daha çetrefil hale geldiği karmaşık bir yapılar dizisi var; ama esas değişen, hukuki-yasal mekanizmalar, disiplinci mekanizmalar ve güvenlik mekanizmaları arasında hangisinin ağır bastığıdır... Başka türlü söylersek, buradaki tarih, esas olarak tekniklerin tarihidir."[3]
Foucault, "yasa, disiplin ve güvenlik" olarak üçe ayırdığı "mekanizmaları", "toplumsal kontrol mekanizmaları, ya da türün biyolojik yazgısında bir şeyleri değiştirmeye yarayan mekanizmalar" olarak tanımlar. Ve bunları üç büyük salgın döneminde, cüzzam, veba ve çiçek salgınları döneminde geliştirilen iktidar teknolojilerini örnek göstererek açıklığa kavuşturur. 1975'te incelediği cüzzam ve veba modellerine şimdi bir de çiçek salgını modeli eklenmiştir. Cüzzam yasaya dayalı; veba, disipline dayalı; çiçek de güvenliğe öncelik veren modellerin örnekleridir: "Cüzzamlıların Ortaçağ boyunca, Ortaçağ'ın sonuna kadar yaşadıkları dışlanma örneği... ikili bir ayrım getirir, cüzzamlı olanlarla olmayanları birbirinden ayırır, ... temel olarak yasalardan, nizamnamelerden oluşan hukuki bir bütüne, aynı zamanda da ritüellerden oluşan dinî bir bütüne dayanır. İkinci örnek, veba... Ortaçağ'ın sonlarına doğru, 16. ve 17. yüzyıllardaki biçimiyle vebaya dair nizamnameler, bize tamamen başka bir izlenim veriyorlar, başka türlü işliyorlar, başka bir amaca ve özellikle de başka araçlara sahipler. Bu veba nizamnamelerinde söz konusu olan, vebanın olduğu bölgeleri, şehirleri tam anlamıyla çerçeveleyip sınırlamaktır: İnsanlara ne zaman, nasıl, hangi saatte buradan çıkabileceklerini, evlerinde ne yapmaları gerektiğini, nasıl beslenmeleri gerektiğini belirten, kimi görüşmeleri onlara yasaklayan, müfettiş karşısına çıkmalarını zorunlu kılan, evlerini müfettişlere açmaya zorlayan nizamnameler bunlar. Buradaki sistemin disiplinci olduğu söylenebilir. Üçüncü örnek: ... çiçek hastalığı ve 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan aşılama pratikleri. Burada sorun, disiplin yardıma çağrılsa bile, bir disiplin dayatmak değil, kaç kişinin, kaç yaşında, hangi sonuçlar ve hangi ölüm oranlarıyla çiçek hastalığına yakalandığını, nasıl izler taşıdığını, aşının taşıdığı riskleri, bir bireyin aşıya rağmen ölme ya da hastalığa yakalanma risklerini, nüfus üzerindeki genel etkilerini bilmektir. Yani asıl sorun, cüzzamdaki gibi bir dışlama sorunu, vebadaki gibi bir karantina sorunu olmaktan çıkıp, salgını ya da yerleşik fenomenleri önlemeye uğraşan tıbbi mücadeleler sorunu, salgın hastalıklar sorunu haline gelecektir."[4]
St. Gile Cüzzam Hastanesi, Norwich, 1249
Cüzzam ile Veba Salgınları Dönemindeki Politik Denetim Modelleri[5]
Michel Foucault
Cüzzamlıların Ortaçağ sonunda, hatta bütün Ortaçağ boyunca nasıl dışlandıklarını herkes bilir. Cüzzamlıların dışlanması, ilk önce, sıkı bir ayrımı, mesafelenmeyi ve bir bireyle diğerleri arasında temasın kaldırılmasını kapsayan bir sosyal pratikti. İkincisi, bu bireylerin şehrin duvarları dışında meçhul bir dış dünyaya sürülmesini gerektiriyordu. Sonunda, birbirine yabancı olan iki kitle oluşturuluyordu. Ve dışarıya sürülenler, tam anlamıyla bir karanlığa sürülüyorlardı. Üçüncü ve son olarak, cüzzamlıların dışlanması, dışlanan ve sürülen bireylerin, tam olarak ahlaki olmasa da, her halükârda hukuki ve politik olarak niteliksizleştirilmelerini ima ediyordu. Ölülere karışıyorlardı; ve cüzzamlıların dışlanmasını, onların ölerek başka bir dünyaya göçtüklerinin ilan edildiği bir tür cenaze töreni izliyordu. Bu da onların varlıklarının devredilebileceği anlamına geliyordu. Kısacası, dışlanma (tecrit), sürülme, ve günümüzdeki tabiriyle "marjinalizasyon" uygulamaları bulunuyordu. Deliler, suçlular, sapkınlar, çocuklar ve yoksullar üzerinde uygulanan iktidarın biçimlerini de hâlâ bu tabirlerle açıkladığımızı düşünüyorum. Genellikle, bu kategoriler üzerindeki iktidar uygulamalarını ve mekanizmalarını da, dışlama, niteliksizleştirme, sürgün, ret, mahrumiyet, kabullenmeme, ve anlayışsızlık uygulamaları ve mekanizmaları olarak tarif ediyoruz; yani, dışlamaya ait ne kadar olumsuz kavram ve mekanizma varsa, onlarla tarif ediyoruz. Cüzzamlıların dışlanmasına ait bu pratik ve modelin, gerçekten de Ortaçağ'dan sonra bile toplumumuzda uygulamaya konan bir model olduğuna inanıyorum. Her halükârda, 17. yüzyıl ortasına doğru başlayan, dilenci, serseri, aylak, sefih gibi tiplerin büyük avı, hâlâ, kraliyet yönetiminin yürürlüğe koyduğu, cüzzamlıların dışlanmasına ait bu modeldi. Başıboş nüfusun ya şehirden sürülmesini ya da hastanelere (hopitaux généraux) kapatılmasını öngören yasakları kapsıyordu. Ne var ki, daha uzun süre ve daha yaygın olarak başarıyla uygulandığını düşündüğüm bir başka model daha var.
Bireyin cemaatin arınması için dışarıya sürüldüğü, "cüzzamlıların dışlanması" modelinin, kabaca 17. yüzyılın sonunda ve 18. yüzyılın başında nihayet ortadan kalkmış olduğu görülüyor. Onun yerine başka, farklı bir model kurulmadı, ama önceki bir model yeniden canlandırıldı. Neredeyse cüzzamlıların dışlanması kadar eski olan bu model, veba salgınıyla ve vebanın bulaştığı yerlerin mekânsal olarak tecrit edilip denetlenmesiyle (quadrillage) ilgili. Bana öyle geliyor ki, Batı'da bireylerin denetlenmesi için belli başlı iki temel model olmuş: biri cüzzamlıların dışlanması, diğeri de veba hastalarının içerilmesi. Ve denetim modeli olarak, cüzzamlıların dışlanması yerine vebalıların içerilmesinin, 18. yüzyılın temel bir fenomeni olduğunu düşünüyorum. Bunu açıklamak için, vebanın ortaya çıktığı bir yerleşimin nasıl karantinaya zorlandığını hatırlatmak istiyorum. Belli bir bölgenin sınırları çiziliyor ve bu bölge kapatılıyordu: şehrin, hatta banliyöleri de dahil bir bölgesinin kapalı bir bölge olduğu ilan ediliyordu. Bu benzerlik dışında, vebayla ilgili uygulamalar cüzzamla ilgili olanlardan çok farklıydı. Çünkü, tarif edilen bölge, arınılmak istenen nüfusun sürüldüğü belirsiz bir bölge değildi. Son derecede hassas ve ayrıntılı bir analizin, titiz bir mekânsal sınırlamanın sonucunda belirlenen bir bölgeydi.
Veba yerleşimi, önce kesimlere (ilçelere), sonra mahallelere ayrılıyor, arkasından da tek tek bu mahallelerdeki sokaklar belirleniyordu. Ortaçağın sonundan 18. yüzyıl başına kadar yayınlanan tüm düzenlemeler aynıydı. Her sokakta bekçiler, her mahallede müfettişler, her kesimde de buradan sorumlu yönetici bulunuyordu. Ve veba baş gösterdiğinde, şehir ölçeğinde de ek yetkilerle donatılmış ya bir vali, ya da bir vali yardımcısı atanıyordu. Dolayısıyla, bölge en ufak parçasına kadar analiz ediliyordu. Bölgede uygulanan iktidar iki anlamda sürekliydi. Birincisi, denetim piramidi bakımından sürekliydi. Tek tek evlerin kapısını bekleyen sokağın sonundaki karakollardan, her kesimin, mahallenin ve şehrin sorumlularına kadar uzanan kesintisiz bir iktidar piramidi bulunuyordu. Bu sadece, söz konusu piramit ve hiyerarşik yapı içinde sürekli olan bir iktidar değil, gözetim kesintisiz olduğu için uygulamada da sürekli olan bir iktidardır. Sokak sonundaki karakolların aralıksız beklemede olması gerekiyordu, mahalle müfettişlerinin de gözlerinden hiçbir şey kaçmayacak şekilde günde iki kez teftişlerini yapmaları gerekiyordu. Böylece gözlemlenen her şeyin, görsel incelemenin yanı sıra, tüm bilgilerin kütüğe işlenmesi suretiyle kalıcı olarak kaydedilmesi gerekiyordu. Daha karantinanın başında şehirdeki tüm yurttaşların adlarını vermeleri gerekiyordu. Adları bir dizi kütüğe geçiyordu. Bu kütüklerin bazıları yerel müfettişler tarafından, diğerleri de merkezî yönetim tarafından korunuyordu. Müfettişlerin her gün, evlerin önünde durup, oturanları dışarı çağırarak her evi ziyaret etmesi gerekiyordu. Herkesin, adı çağrıldığında kendini göstermesi gereken bir penceresi vardı. Eğer görünmüyorsa yatakta ve hasta olduğu anlaşılıyordu ve hastaysa da tehlikeli demekti, dolayısıyla müdahale gerekiyordu. Bireyler, hasta olanlar ve olmayanlar şeklinde bu noktada ayıklanıyordu. Müfettişlerce her gün iki kez yapılan ziyaretlerle ve hayatta olanlarla ölenlerin taranmasıyla toplanan tüm bilgi kütüğe kaydediliyor ve daha sonra da merkezî yönetimdeki vali yardımcıları tarafından tutulan ana kütükte düzene sokuluyordu.
"Ölülerinizi Dışarı Getirin", 1665 büyük veba salgını sırasında Londra'da bir sokak
Bu tarz örgütlenmenin, cüzzamlılarla ilgili tüm uygulamalara zıt, ya da en azından onlardan farklı olduğunu görebilirsiniz. Dışlama değil, karantina. Burada mesele, bireylerin dışarı sürülmesi değil, daha ziyade yerleştirilmesi ve sabitleştirilmesi, onlara kendi yerlerinin tahsis edilmesi, mevcudiyetlerinin tanımlanması. Reddetme değil, kabul etme. Artık nüfusun iki tipi veya grubu arasında, temiz olanlar ile olmayanlar arasında, cüzzam olanlar ile olmayanlar arasında toptan bir ayrımın bulunmadığını görüyorsunuzdur. Bunun yerine, hasta olan ve olmayan bireyler arasında, devamlı izlenen gayet hassas bir dizi farklılık var. Bu bir bireyselleştirme meselesi; iktidarın bireyselliğin her zerresine kadar bölünmesi… Sonuçta, cüzzamlılara özgü olan, iki kitleye bölünmekten uzaktayız. Ayrıca, mesafelendirmenin, temassızlığın veya marjinalizasyonun da ortadan kalktığını görebilirsiniz. Tersine, yakın ve hassas bir gözetim mevcut. Cüzzam mesafe ister, oysa veba, her zaman bireyler üzerindeki iktidarın ince ince ayarını gerektirir; her zaman daha kalıcı ve ısrarlı bir gözetim öngörür. Vebada, artık cüzzamdaki debdebeli arınma ritüeli yoktu; onun yerini, bireylerin sağlığının, hayatının, ömrünün ve gücünün kuvvetinin azamileştirilmesi çabası almıştı. Temel olarak mesele, cüzzamda olduğu gibi toplumdakilerin arındırılması değil, sağlıklı bir nüfusun inşa edilmesiydi. Son olarak, gördüğünüz gibi, nüfusun bir bölümünün geri dönülmez biçimde damgalanması yerine, kurallara ve sağlık koşullarına uyup uymadıkları konusunda her bireyin tetkik edildiği örgütlenmiş bir alan vardı ve bu alan sürekli olarak izleniyordu.
Vebanın bir karmaşa ve panik ânı olarak göründüğü, son derecede ilginç bir edebiyat külliyatı olduğunu bilirsiniz. Burada ölümün tehdidi altında olanlar, kimliklerini terk ederlerler, maskelerini fırlatıp atarlar, itibarlarına aldırmazlar ve kendilerini, öleceklerini bilenlerin kapıldığı dehşet bir sefahate teslim ederler. Bireyin çürümesinin edebiyatı olan bir veba edebiyatı vardır; bireylerin parçalandığı ve yasaların unutulduğu bir tür çılgın rüya. Veba ortaya çıkar çıkmaz, şehrin yasallık formları kaybolur. Veba bedeni alt ettiği gibi, yasayı da alt eder. En azından, edebiyattaki veba düşü böyledir. Ancak, bir başka veba düşü daha olduğunu görürüz: politik iktidarın sonuna kadar uygulandığı müthiş âna dair politik bir düş. Veba, tehlikeli görüşmelerin, düzensiz toplulukların, yasaklanmış temasların artık görülemeyeceği şekilde, bir nüfusun mekânsal olarak azami derecede ayrıştırılıp bölündüğü ânı oluşturur. Veba ânı, nüfusun politik iktidar tarafından yoğun olarak kesilip biçildiği bir andır. Sonuçta iktidarın kılcal damarları, son zerresine kadar bireylerin kendilerine, ayrıca, zamanlarına, habitatlarına, yerleşiklik durumlarına ve bedenlerine ulaşır. Belki de veba, birliğinde, o dehşet sefahat ânının edebi ve teatral düşünü getirmektedir. Ne var ki, veba, aynı zamanda, sonuna kadar uygulanan, tamamıyla şeffaf, yoğun ve sınırsız bir iktidarın politik düşünü de yaratır. Her ikisi de 16. ve 17. yüzyıllarda doğmuş olan, askerî bir toplum düşü ile vebanın bulaştığı bir toplum düşü arasında bağlantı olduğunu görebilirsiniz. 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren, eski cüzzam modelinin politik olarak önemli olduğunu düşünmüyorum. Kuşkusuz bu modelin son kalıntısı veya son görünümlerinden biri, dilencilerin, kaçıkların ve benzerlerinin kapatılması ve dışlanması harekâtıydı. 17. yüzyılda cüzzam modelinin yerini bambaşka bir model aldı. Politik denetim modeli olarak veba, cüzzamın yerini aldı. Bu olay da, 18. yüzyılın veya klasik çağın, idari monarşinin en büyük icatlarından biridir.
En geniş anlamda veba modelinin cüzzam modelinin yerini alması, temelde çok önemli bir tarihsel sürece karşılık gelir – buna tek kelimeyle, iktidarın pozitif teknolojilerinin icadı diyeceğim. Cüzzama gösterilen tepki negatif bir tepkidir; dışlama, ret gibi tepkilerdir. Vebaya gösterilen tepki ise pozitiftir: içermedir, gözlemdir, bilgi üretilmesidir; iktidar etkilerinin gözlem ve bilgi birikimi temelinde tırmandırılmasıdır. Tecrit eden, dışlayan, yasaklayan, marjinalize eden ve baskı uygulayan bir iktidar teknolojisinden, gözlemleyen, bilen, tasarlayan ve kendisini kendi etkilerinin temeli üzerinde tırmandıran, esasen pozitif olan bir iktidara geçeriz.
[1] Michel Foucault, Abnormal: Lectures at the College de France 1974-1975 (Londra: Verso, 2016) s. 25-26, 42-43.
[2] Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus-College de France Dersleri 1977-1978, çev. Ferhat Taylan (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2013) s. 3.
[5] Michel Foucault, Abnormal, s. 43-48.