Avrupa’da kültür ve sanat alanından gelen haberler son dönemde pek iç açıcı değil; bir parçalanma, gerileyiş ve değerlerin değişimi özellikle kültür ve sanat alanında kendini gösteriyor. Örneğin Hollanda’da 2011 ve 2012’de ekonomik krizin etkisiyle alınan ve sanat ve kültüre ayrılan fonları kısma kararının etkileri yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Muhafazakâr koalisyon hükümetinin aldığı kararlar neticesinde, devletin sanata ayırdığı pay % 22 oranında (238 milyon avro) azaltılmıştı. Hükümetin öngördüğü bu yeni ekonomik yapılanma sonucunda, 120 kültürel organizasyondan 40’ı, artık bu fonlardan yararlanamayacak. New York Times’da yer alan bir haberde tüm bu olup bitenlerin önemi şu şekilde açıklanıyor: Hollanda’da 1970’lerden beri ve özellikle de 1980’ler ve 1990’larda, sanatçılar ve kültürel organizasyonlara en büyük desteği devlet veriyordu. Dolayısıyla sanatsal faaliyetler söz konusu olduğunda sponsorların ve korporasyonların desteğiyle yürüyen bir ortam ya da kültürden pek bahsedemeyiz. Gazetede yer alan bir diğer açıklama da, Kültür Heyeti genel sekreteri Jeroen Bartelse’den geliyor ve durumun vehametini çok daha açık biçimde ortaya koyuyor: “Tam anlamıyla bir katliam yapılıyor... Bu oluşumların çoğunun ya sonu geldi, ya da can çekişiyorlar. Asıl vurucu olan ise, pek çok kurumun işlerliğinin aynı anda durma noktasına gelmesi, ki bu daha önce görülmüş bir şey değil ve burada söz konusu olan kurumların en az yirmi ya da otuz, hatta elli yıllık bir geçmişe sahip olduklarını düşündüğümüzde, gelinen noktanın olağanüstülüğü daha iyi anlaşılıyor.”
Bu arada Metropole Orchestra’nın bütçesi de yarıya indirilmiş durumda ve ek olarak, Radio Philharmonic Orchestra ve Radio Chamber Philharmonic de birleştirilerek tek bir orkestraya dönüştürülecek; bunu yapmak için de 200 müzisyenden 80’i kovulacak. Bu iki orkestranın yöneticisi Kees Dijk, “Pek çok yetenekli insanın bir kenara atılmasından dehşet duyuyorum. Üstelik bu insanlar Temmuz ayının ortasındaki son konsere dek her hafta çalmaya devam edecekler. Bunun duygusal açıdan onlar adına ne kadar zor olacağını tahmin edersiniz ve bazıları da tüm profesyonel kariyerlerini yalnızca burada sürdürmüş müzisyenler,” diyerek yaşadığı hayal kırıklığını dile getiriyor.
The Radio Chamber Philharmonic
Bu 2011 ve 2012’de yürürlüğe giren kesintileri Başbakan Mark Rutte göreve geldiği ilk dönemde onaylamıştı. Muhafazakâr koalisyon hükümeti, aldığı bu sert tedbirleri haklı gösterebilmek adına saldırgan ve sanat karşıtı bir retorik ileri sürmüştü. De Appel sanat merkezinin yöneticisi Ann Demeester kesintileri eleştirenlerin başında geliyor ve şöyle diyor: “Rutte yönetimi, sanatçıları devletin sırtından geçinen elitist, asalak, sofistike birer dilenci ve aylak takımı olarak resmediyor. Böylesine çirkin ve zehirli bir dil kullanma gerekçelerinin ne olduğunu tam olarak anlayamasam da, bu ölçüde bir kesintiyi makul gören bir zihniyetin, sektörün moralini çökertecek açıklamalar yapması hiç şaşırtıcı değil.”
Bir yandan da İtalya’nın Napoli kentinin, harabeye dönmüş ve kaderine terk edilmiş tarihi kiliselerinin içler acısı durumu, tüm bu olup bitenlerin ciddiyetini ve çapını haykırır nitelikte. The Art News Paper’ın haberine göre yaklaşık 200 kilisenin kapısına kilit vurulmuş durumda ve herhangi bir onarım ya da restorasyon çalışması da söz konusu değil. Eski bir sanat simsarının verdiği bilgiye göre, terk edilmiş bu kiliselerden her şeyi alıp götürmenin önünde hiçbir engel olmadığı için, içleri tamamen boşalmış durumda. Yıllardır UNESCO’nun dünya mirası sit alanı olan Napoli kentinin bu tarihi merkezi, şimdi yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Gazetelerde yer alan yorumlara göre, bu durumun sorumluları yerel ve ulusal yönetimler, Kilise ve kültür bakanlığının bölgesel otoriteleri. İtalyan bürokrasisinin hantallığı düşünüldüğünde bu durum biraz anlaşılabilir hale geliyor. Fakat, insanın aklına bu yağmanın ardında kentin en güçlü mafyası Camorra’nın da olabileceği gelmiyor değil.
Harabeye dönmüş Santa Maria Kilisesi
Öte yandan geçtiğimiz Nisan ayında, Casoria Contemporary Art Museum’un yöneticilerinden Antonio Manfredi, İtalya hükümetinin kültürel ve sanatsal harcamalarda büyük kısıntılara gitmesini protesto etmek amacıyla, müze koleksiyonundan bazı eserleri sokak ortasında ateşe vermişti.[1] “Hükümetin ilgisizliği nedeniyle yaklaşık bin eser zaten yok olmaya mahkûm,” diyen Manfredi’nin yaktığı ilk tablo ise, protestoyu destekleyen Severine Bourguignon’a aitti. Bu protestoya Avrupa’nın pek çok yerinden destek gelmişti. Bunlarda biri de Galli heykeltıraş John Brown idi. Manifesto adlı yapıtını ateşe veren Brown, eserinin yok oluşundan pek de üzüntü duymadığını, bunun ekonomik krizle başa çıkma yollarını protesto eden sembolik bir eylem olduğunu belirtmişti. Brown, “Bu kesintilerin etkisi görsel sanatlarla sınırlı kalmayacak ve dünyadaki milyonlarca insanın yaşam kalitesine ciddi bir darbe vuracak,” demişti. Manfredi yine geçtiğimiz yıl Almanya Başbakanı Angela Merkel’e İtalyan hükümetinin kültürel değerlerine sahip çıkma başarısızlığından artık usandığını belirtmiş ve sığınma talebinde bulunmuştu. Eğer talebi kabul edilirse, Casoria Contemporary Art Museum’ın tüm varlığını beraberinde getireceğini söylemiş, ancak bir yanıt alamamıştı. [NÖ - silent lotus]
Antonio Manfredi’nin protestosu