Ara Güler’in Tanıklığı ve Bil Ailesi Filminin Öyküsü: Öykü Anlatıcısı Olarak Güler

22/8/2018 / skopbülten / Ülker Sayın

Ara Güler Müzesi, Doğuş Şirketler Grubu tarafından 16 Ağustos'ta açıldı. Bu vesileyle çıkan kitapta yayınlanmak üzere Zeynep Sayın ve Ülker Sayın'dan birer metin istendi. Ne var ki bu metinler son anda şirket yönetimi tarafından Ara Güler Müzesi kitabından çıkarıldı. Zeynep Sayın'ın kitaptan çıkarılmış olan Tarihi Taşımak ya da Düşürmek: Ara Güler başlıklı söyleşisi, 20 Ağustos günü e-skop’ta yayınlandı. Aşağıda Ülker Sayın'ın, Ara Güler’in 1948'de Gümüşsuyu’nda çektiği filmin hikâyesini anlattığı metnini ve Güler’in bu filmini [video en altta] sunuyoruz.

 

Aslında herkes zannediyor ki ben birdenbire fotoğrafa başladım. Halbuki fotoğrafa başlamadım, sinemaya başladım. Çünkü babam bana 15 yaşındayken, sinema oynatma makinesi aldı. Bu makine 35mm’lik Erneman Kinox marka bir makineydi. – Ara Güler


 

İstanbul, Ayaspaşa                                                                   Firdevs ve Selim Bil


  

Şara Bil (sonra Şara Sayın)             Firdevs’in kardeşi Bekir Sıtkı              Bekir Sıtkı ve eşi

 

Ara Güler’in anneannemle dedemin 25. evlilik yıldönümlerinde büyük olasılıkla 16 mm çektiği filmin aslı, annemin ölümünün ardından hâlâ tam toplanmamış evin bir köşesinde duruyor olmalı. Annemle, 1940’ların sonunda Ara Güler’in daha lisedeyken çektiği bu filmi, 1990’larda hayatımıza yeni giren DVD’ye geçirmiştik. Sanıyorum ki filmin çekiminde bulunanlardan yaşayan en fazla iki-üç kişi kaldı. Biri filmi 20-21 yaşındayken çeken Ara Güler, diğeri filmde gülücükler dağıtan küçük çocuk Ahmet, belki bir de annesi Hayrünnisa Hanım. Bir de filmden günümüze kalan evin kendisi. Bu yazıyı yazmamı öneren ablam Zeynep Sayın’la, hâlâ 1936 yılında yapılmış ve 1940’larda filmin çekildiği evde oturuyoruz. Ev, metro ve belki de Martı projesinin katkılarıyla sürekli yeni çatlaklara maruz kalsa da bir süre daha var olacak gibi duruyor.

Bu yazı Ara Güler’in çektiği kısa filmin öyküsünü anlatıyor. Güler’in lise yıllarında kendisinden yaşça hayli büyük arkadaşı Bekir Sıtkı rica etmiş olmalı, ablasının evlilik yıldönümünün filmini çekmesini. Ya da Güler belki bir içki sofrasında önermiştir arkadaşına belgelemeyi o günü. Nitekim Ara Güler’in yıllar sonra oyuncular arasından hatırladığı tek kişi Bekir Sıtkı. Ailede adı “dayday” olarak geçerdi Bekir Sıtkı’nın. İşin ilginci aile Ermeni kökenli olmadığı halde annem dayısına “dayday” (Ermenice “dayı”) dermiş ve Bekir Sıtkı’nın adı “dayday” kalmış aile içinde hep.

Kısa film “Bil Ailesinin Evlenmelerinin 25. Yıl Dönümü / Mütevazı Yuvalarında Akrabaları Arasında” diye başlıyor. Cumhuriyet kurulalı çok olmamış. Ailenin ve akrabaların 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başında Filibe’deki gül bahçelerini bırakıp İstanbul’a yerleşmiş olduğunu biliyorum. 25. evlilik yıldönümünü kutlayan Selim Bil’in babası, Osmanlı Devleti’nin son müneccimbaşısı Hüseyin Hilmi Efendi, Karlova’dan 1873 yılında İstanbul’a, ağabeyinin Çarşamba’daki evine gelmiş. Fatih medresesinde ders vermesinin ardından Sultan Selim Camii’ne muvakkit olmuş. 1909 yılında müneccimbaşılığa getirilip 1924’te müneccimbaşılığın lağvedilmesine kadar müneccimbaşı kalmış. Ara Güler’in babası Dacat’ın da cephede olduğu Çanakkale Savaşı’nda Hüseyin Hilmi Efendi ve Rasathane-i Amire Müdürü Fatin Bey bir zayiçe yapıp, V. Mehmed Reşat’a düşmanın yıldızlara göre başarılı olamayacağını bildirmişler. Evde büyükdedenin dindarlığı ve oğullarının yaramazlığıyla ilgili pek çok öykü anlatılırdı. Büyükdede öylesine dindarmış ki, savaşta esir düştüğünde keman öğrenen oğlunun –dedemin ağabeyi– keman çalmasına “günahtır” diye izin vermemiş, o da gizlice ağaçlara notaları raptiyeleyip kuşlara çalmış.

 

Hüseyin Hilmi Efendi, (Karlova, 1859-İstanbul 1924) Müneccimbaşı.

 

  

Evet, mütevazı bir orta sınıf ailesi, ama dönemin ruhunu da yakalamaya çalışan, Avrupalı olmaya çalışan. Fransızca öğretmek için eve Tevfik Bey geliyor. Aile köpeklerine “Joujou” adını veriyor. Klasik Türk müziği dinliyorlar, ama Avrupa’dan esen rüzgâr eksik değil. Anneannem hayran olduğu Münir Nurettin Selçuk’u dinlemek istediğinde Tevfik Bey’in bir Avrupalı kibarlığıyla “hanımefendi, acaba şu nahoş nağmelerin verdiği ıstırabı dindirmek için şu radyoyu kapamanızı sizden rica edebilir miyim?” dediğini hatırladığını yazıyor annem.

Hüseyin Hilmi Efendi, Osmanlı’nın büyük saat ustası Mustafa Şem’i ile dostluğu nedeniyle oğlu Mustafa Selim’i zanaat öğrenmesi için yanına çırak veriyor. “Selim her gün ustasının Çemberlitaş’taki dükkânının kepenklerini açacak, dükkânı temizleyecek, tornalarının tozunu alacak ve ustasının gelip ona mesleğinin sırlarını öğretmesini bekleyecektir. Babanın oğluna sunduğu bu ‘altın bilezik’ ilerde Mustafa Selim’in hayatını yönlendirecektir. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle yüksek eğitimini tamamlamadan askere çağrıldığından, savaştan dönüşte o zamanlar Belçikalıların yönettiği Elektrik İdaresinde, elektrik saatleri atölyesinde uzman olarak çalışacak, daha sonraları ise kendi evinde açtığı küçük bir atölyede tek bir yardımcının desteğiyle büyük meydan saatleri üretecektir. Mustafa Selim’in mekanik meydan saatleri, yerlerini elektrikli saatler alıncaya kadar pek çok yerde işlevlerini sürdüreceklerdir”. (Annem Şara Sayın, babasının çıraklıktan saat ustasına dönüşümünü bu sözlerle anlatıyor.)

 

 

Mustafa Selim Bil

 

İşte dedemin atölyesi, Güler’in aileyi ve akrabaları birinci kattan merdivenle indirdiği bahçeye açılıyordu. İki tane torna makinesi, bileme taşı, masaya sabitlenmiş kalemtıraş; tüm o malzemelerin kokusunu ve dedemin kocaman ellerini hatırlıyorum. Tornavida setleri, ingiliz anahtarları, penseler, kerpetenler duvara çivilerle tutturulmuş ve yerleri özenle kurşun kalemle duvara çizilmişti. Şimdi aynı mekânda ablamın yatak odası var, tornavida setlerinin yerinde de Kolombiya’dan gelme bir şaman esvabı. Duvarda yeni bir çatlak daha oluştuğunu söyledi ablam geçenlerde. Üç santimetreyi geçmediği sürece telaşlanmamıza gerek yokmuş, öyle dedi belediyeden gelen görevli bey.

Dedem atölyesinde çalışırken anneannem de beyaz iş elbisesini giyip ona yardım edermiş. Erkekler gibi özgür yaşamak istediğini biliyorum anneannemin. Titizliği, çalışkanlığı, el becerisi, zekâsı, biraz da huysuzluğu bilinen anneannem kadın olmanın getirdiği dezavantajlar nedeniyle sanırım biraz da mutsuzdu. Filmde de görüldüğü gibi elinden bırakmadığı sigaralarıyla (benim çocukluğumda “Gelincik” içerdi) istediği gibi yaşayamamanın ezikliğini hissederdi. Erkeklere hiç güvenmezdi. Bildiğimiz kadarıyla kadınların çok beğendiği yakışıklı dedem onu aldatmadığı halde dedeme de güvenmezdi. Çok otoriterdi. Çocukken odayı toplamadığı için bebeğini yaktığını anlatırdı annem. Sevgisizlikten değil, öğrensin diye. Kısacası 25. yıllarını kutlayan bu çiftin mavi-yeşil gözlü kadını, hayata ve yakınlarına biraz da kızgındı. Etrafa o kadar hâkimdi ki, cenazesini de kendinin kaldıracağını söylerdi yakınları.

Filmdeki genç güzel ışıldayan kadın olan annemse hayatında iki evlilik yaptı. Önce Metin And’la, sonra annemi her şeyden çok seven babam Mahmut Ekrem ile evlendi ama sanırım babasına duyduğu hayranlığı, aşkı, evlendiği erkeklerde bulamadı.

 

 

Şara-Selim Bil

 

Babası öldüğünde yazdığı metni buraya koymadan edemeyeceğim:

 

“Yatağının ayak ucuna ilişmiş, seyrediyorum babamı. Elimle serum verilen kolunu sıkıca tutmuş, kıpırdatmamaya çalışıyorum. Düzensiz soluklar, hafif şişmiş yüz, düşük nabız, hepsi tek yoruma yönlendiren işaretler. Hayat boyu eşit olasılıkla yan yana yürümüş iki büyük güçten biri, ana tema olduğunu bütün duyu organlarıma iletiyor. Boş elimi yanaklarında gezdiriyorum. Yüzünün bütün kıvrımlarını elime, burun ve ağız kenarlarının solukluğunu, yanaklarının hafif kırmızılığını hafızama aktarıyorum. Bilincindeyim var-yok oluşun o kıldan ince sınırında olduğunu; son gayretle babamı özümlemeye çalışıyorum. Anılar suya taş atıldığında oluşan ve gittikçe büyüyen helezonlar gibi kuşatıyor birdenbire çevremi. Babamın elini tutan elim küçülüp küçülüp bir çocuk eli oluveriyor. Güçlü bir elin kavrayışında ilk güveni yaşıyorum. El ele sulara atlıyor, doğayla özdeşliği tadıyoruz, Ağustos sıcağında çatlayan çam kozalaklarının sesini, çınarların gölgesinde yağmurlardan sonra yükselen toprak kokusunu algılıyoruz. Elim elinde yıldızları izliyoruz. Samanyolunun milyonlarca küçücük dünyalardan oluştuğunu öğreniyor, yönünü kaybedenlerin rehberi çoban yıldızını tanıyorum. Küçük çocukların parmakları arasından kelebekleri, kuşları kurtarıp, havalanışlarını heyecanla seyrediyoruz. Karnı tok ve sıhhatli hayvan yavrularının anneleriyle oynarken duydukları o kaygısız mutluluğu yaşıyorum.

“Sonra küçük el büyüyor, kendi bir şeyler kavramak istiyor, sendeliyor. Korku bürüyor bütün varlığını. Gene uzanıyor o güçlü el, avuç dolusu, yürek dolusu sevgi yığıveriyor önüne, tutunup kalkmak güç olmuyor.

“Şimdi baba, elin elimde. Vücuduna bağlı bütün aletler hayatının sona erdiğini gösteriyor. Yanı başındaki masanın üzerinde duran gözlüğünü takıp, bakıyorum yüzüne. Ölümü senin gözlerinle görüyorum. Korkum siliniveriyor. Tıpkı yaşadığın zamanlarda olduğu gibi.

“İyi ki vardın, iyi ki babamdın, baba.”

 

Annem Alman Filolojisi’nde öğrenci ya da asistan olmalı filmin çekildiği yıl. Ayaspaşa’da oturuyor, yolda Ahmet Hamdi Tanpınar’a rastlıyor ve Tanpınar bu genç kıza çok güzel gülümsüyor. İstanbul Üniversite’nde meslektaş oluyorlar sonraları. Annem Nazi Almanyası’ndan kaçmış profösörlerden ders alıyor. Nazi Almanyası’nda kitap yakmışlardan da ders alıyor ama şu kesin ki işini çok seviyor ve çok da başarılı oluyor. Filmin çekildiği zaman Gelibolu’da Alman Lisesi’ndeyken tanıdığı ama subay olması nedeniyle annenanemin tasvip etmediği (“subaylar yaramaz olurlar”) Osman’a âşık olduğu dönem olabilir, Metin And’la evlenmeden önceki dönem olabilir.

Ara Güler’in filmi çekmesine vesile olan kişi ise annemin dayısı Bekir Sıtkı. Kendisi hassas tornacı olarak Kazancı Yokuşu’ndan Taksim’e çıkan atölyesinde hem çalışıyormuş hem yaşıyormuş. “Gripin”, “Arı Bisküvi” gibi ürünlerin madeni kalıplarını yaparmış. Filmde ilk eşiyle birlikte görülüyor. Sonraları Yahudi olduğu söylenen bir kadınla uzun yıllar yaşamış ve ölmeden evlenmiş. Ailenin bilinen tek alkol bağımlısı. Otoriter anneannemin erkek kardeşine bu nedenle çok kızdığı aşikâr. Sanırım tüm “Bil Ailesi ve akrabaları” karakterleri arasında Ara Güler’in öykülerinden birinin karakteri olmaya en uygun kişi de Bekir Sıtkı. Yaşadığı dünyaya, çevreye tam uyum sağlayamamış biri Bekir Sıtkı. Hüzünlü ama muzip, kendisini içkide kaybeden ve bulan. Sirozdan ölüyor. Ablam Ara Güler’le lise yıllarında çekmiş olduğu kısa filmi konuşurken, “Hohoho, bizim Bekir Sıtkı’yı çok iyi hatırlıyorum," diye gülmüş Güler.

Güler’in kamerasına bakan tek kişi o.

 

 

Bekir Sıtkı ilk eşiyle        

 

Kamerasını önce evin olduğu sokağa yöneltmiş Güler. Evin erkeği Selim ve kızı Şara Bil, gelenleri karşılıyorlar ve Güler’in ahbabı “dayday” arkadaşına bakarak onu da filmin içine bir karakter olarak çekiyor/alıyor. Sokaktan iç mekâna geçiyor kamera. Filmin oyuncuları sanki kameraman Güler orada yokmuş gibi davranıyorlar. O dönem belki ilk defa filme çekilmelerine rağmen kameralı genç lise öğrencisini hiç yadırgamıyor oyuncular. Güler onları teker teker tanıtırken gölgeleri de duvara aksediyor. Sonra herkesi merdivenden, şimdi ablamın şezlongu ve iskemleleriyle masasının durduğu, o dönem dedemin atölyesine açılan küçük bahçeye çıkarıyor. Şara Bil yönetmenin isteğiyle sanırım Kızkulesi’ne işaret ediyor. Annem kameranın hep farkında ve bu farkındalığı hissettiriyor. Topuklarına rağmen çevik anneannem sigarasını kuvvetle içine çekiyor. Çocuk Ahmet ilgi odağı oluyor bir süreliğine. Hanımlar o zamanın moda kıyafetlerini özenle taşıyorlar. Ara Güler oyuncularını bahçenin yan duvarına dizip çektikten sonra pan yaparak kamerayı Boğaz’a çeviriyor. Demin işaret edilen artık baş rolde: İstanbul.

Sonra yine içeri giriliyor. Ailede birbirlerine aşkıyla bilinen Bıyıklı Enişte’nin Ulviye Teyze’ye çatalıyla yemek yedirişini kaydediyor kamera. Şara’nın Ahmet’in babasının bardağına bira koyuşunu. Masalar herkes çekilebilsin diye uygun biçimde yerleştirilmiş. Selim Bil ayağa kalkıp günün anlamıyla ilgili bir konuşma yapıyor, sonra başka bir erkekle satranç oynuyor. Firdevs Bil ve Hayrünnisa Hanım oyunu seyrediyorlar. Küçük çocuk Ahmet ve iki yan oyuncunun gülüşmeleriyle de bitiyor film.

İstanbul’un bir dönemini, insanlarını, mekânını belgeleyen Ara Güler’in bu filmindeki insanların çoğu öldü, ölmekte; mekânlar değişti, değişmekte. Biten bir hayat var, biten bir İstanbul var, güneş de yaşlanıyor gün be gün. Ama geriye sararak izleyebiliyoruz filmleri, belgeleri, sanki ölmemiş gibi anımsıyoruz sevdiklerimizi, sevmediklerimizi. “Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek biz fizikçiler içim bir yanılsamadır,” demiş Einstein. Tam anlamıyorum ne dediğini ama kulağa güzel geliyor.