Aloş'u Kaybettik

24/2/2018 / skopbülten

Heykel sanatımızın ustası ve eğitimci Ali Teoman Germaner'i kaybettik (1934-2018). Aloş adıyla tanınan sanatçımız aynı zamanda heykel hocasıydı ve 1969'da "temel tasarım" derslerini başlatanlar arasındaydı. Aşağıda, Germaner'in bu konudaki en önemli belge olan bildirisini sunuyoruz. Bildiri, 2009'da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde, Alman ve Türk Bauhausçuların kurduğu Tatbikî Güzel Sanatlar Okulu'nun 50. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen sempozyuma verilmiştir. Aynı yıl, Ali Artun ve Esra Çavuşoğlu'nun bu sempozyumdaki bildirileri derlediği Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı başlıklı kitapta yayınlanmıştır (İstanbul: İletişim Yayınları sanat-hayat dizisi, 1. baskı 2009, s. 341-347).

 

 

 

Aloş, 2015 yılında kaybettiğimiz müstesna sanat tarihçimiz, eşi Semra Germaner'le birlikte.

 

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Reform Çalışmaları Kapsamında Yer Alan Temel Sanat Eğitim Dersi ve Uygulandığı On Yıllık Süre (1970-1981) Üzerine 

Ali Teoman Germaner

Kısaca anımsatmakta sanırım yarar var: 1968 öğrenci boykotu, gerek yurdumuzda, gerekse yurtdışında birçok üniversite ve yüksek okulda konuşulan, tartışılan bir olgu... Akademi’deki öğrenci boykotu da yaklaşık iki ay kadar sürdü. Okulumuzdaki bu olayın, bir kesim öğretim üyesinin önderliğinde, okulun tüm bölümlerini kapsamayı öngören, eğitim reformu çalışmaları ve araştırmalarıyla eşzamanlı olması sanırım ilginçtir. Demek ki, öğretim üyeleri ve öğrenciler, birbirinden habersiz, yenilenme ihtiyacı duymuş ve kendi olanakları içerisinde yenilenme arayışlarına yönelmişlerdi.

Öğretim üyeleri, uluslararası ortamda pek çok sanat eğitimi veren okul ve kurumu irdeleyerek, çağın gereklerine uygun öneriler oluşturmayı amaçlıyorlardı. Burada, söz konusu araştırmalarda başı çeken Prof. Uzarit İzgi’yi rahmetle ve saygıyla anmak isterim. Bu çalışmaların beyni oydu. Tüm reform çalışmaları ve önerileri arasında Temel Tasarım, tek bir sözcük olarak yer almaktaydı. Kapsamı ve içeriği, dersi üstlenen kişi ya da kişiler tarafından oluşturulacaktı. İlk uygulama 1969 yılında, Heykel Bölümü ilk yıl öğrencileriyle başladı; 13 öğrenci, konuk öğretim üyesi Ercüment Kalmık ve asistan Altan Gürman. Bir sonraki eğitim yılında, okulun tüm bölümlerinin ilk yıl öğrencilerinin bu çalışma kapsamına alınmaları öngörülmekteydi. Bu iki kişilik ekip, özellikle uygulamada, doğal olarak yetersiz kalacaktı. Öğrenci sayısı olarak 125 kişi öngörülmekteydi; kontenjan artımlarıyla bu sayı giderek arttı ve bir dönem iki katına çıktı. Ben, gönüllü olarak, Heykel Bölümü’ndeki görevimin yanı sıra ekibe katıldım. 1970 eğitim yılı başlamadan Erkal Güngören de aramızdaki yerini aldı. Kürsü düzeyinde yapılanmamız böylece oluşmaya başlamıştı.

Ercüment Kalmık kürsü başkanıydı. Ben o yıl doçent olmuştum, asistan olarak ise Altan Gürman ve Erkal Güngören çalışma grubumuza katıldılar. İlk uygulama atölyemiz, hoş bir rastlantıyla, Bruno Taut’un adını taşıyan atölye idi. Bruno Taut, bilindiği gibi, üniversite reformu sırasında, 1936’da Akademi’nin eğitim kadrosunda yer almış öğretim elemanlarından biriydi.[1] Atölyemiz onun adını taşıyordu. Aramızdaki işbölümüne göre, kuramsal alandan Ercüment Kalmık sorumluydu. Biz, o zamanki gençler, uygulamalarda eleştiri vermekten sorumluyduk. Ne var ki, eğitim yılı başında, henüz iki aylık süre dolmadan Ercüment Kalmık ansızın vefat etti. Kuruluş halindeki kürsü başsız kalmıştı.

Eğitime ara vermeksizin, kuruluş halindeki kürsüyü dağıtmaksızın sürdürme kararı aldık. Akademi yönetimine karşı, kürsü başkanlığını tüm sorumluluklarıyla hocam Zühtü Müridoğlu üstlendi; Altan Gürman doçent olup başkanlığı üstlenene dek desteğini eksik etmedi. Onu da saygıyla, şükranla anmak isterim... Kısa bir zaman sonra Özer Kabaş Robert Kolej’den transfer oldu; bir yıl sonra da Nuri Temizsoylu aramıza katıldı.

Altan Gürman, Akademi Resim Bölümü mezunuydu ve dört yıl Paris’te bağımsız çalışmalarını sürdürmüştü. Nuri Temizsoylu, Akademi Resim Bölümü’nü bitirdikten sonra devlet burslusu olarak Londra’da eğitim görmüş; Erkal Güngören, Akademi Mimarlık Bölümü’nden sonra dört-beş yıl İtalya ve Fransa’da mimarlık bürolarında çalışmıştı. Özer Kabaş, Robert Kolej Makine Mühendisliği’ni bitirdikten sonra Yale Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun olmuş, bir dönem Albers’in öğrencisi olmuştu. Ben, Güzel Sanatlar Akademisi Heykel orta ve yüksek kısımlarından sonra devlet burslusu olarak Paris’te çalışmalarımı sürdürmüştüm. Zaman içinde kürsü eğitim kadrosu daha da genişledi. Sırasıyla çekirdeği oluşturan ekibe, Seyit Bozdoğan, Erol Kınalı, Saim Bugay, Koray Ariş, Serap Murathanoğlu, Tülay Baytuğ, Bihrat Mavitan gibi, bizden bir kuşak sonrasını oluşturan isimler katıldı. Her birinin katkısı tartışılmaz ama genel yapılanmamızda, eğitim politikamızda bir değişim olmadı. İşbölümünü ve tempomuzu titizlikle, on yıl boyunca koruduk. Sürekli, en küçük ayrıntıları bile tartışırdık. Eleştiride acımasızdık ama birbirimize kırılıp gücenmezdik. Tutarlı olanı ararken hiyerarşi söz konusu olmazdı.

Ercüment Bey’in vefatından sonra sıfır noktasından başlamak zorunda kalmıştık. İlk yıl geceli gündüzlü, soluk soluğa bir tempoyla çalışıp ertesi gün için hazırlık yapmamız gerekirdi. Genellikle okuldan sonra bizim evde devam ederdik. Müfredat programı, ders hazırlığı, değerlendirme yöntemi vb. her şey üstümüze kalmıştı. Oysa dördümüz de bürokrasiyle ilişkisi olmayan insanlardık. Gereken değişime ayak uydurmakta bir dönem hayli zorlanmış olduğumuzu anımsıyorum. Öncelikle, hitap ettiğimiz kitleyi tanımak ve birbirinden farklı hedefleri olan bölümler arasında bir ortak payda bulmak gerekiyordu. Amaç sanat eğitimi değildi ama görsel dilin gramerini vermek gerekiyordu. Bölümler arası ortak paydayı oluşturup ortak disiplini yapılandırırken, ölçüyü kaçırmamakta elimizden geldiğince titizlenirdik. Bakmak ile görmek arasındaki farkı sürekli vurgulardık. Bunun için önerdiğimiz yöntem, sürekli analiz ve sentez alışkanlığı, kişi tarafından kazanılmalıydı.

Orta öğretimden gelen öğrencilerimizin –özellikle Anadolu’daki liselerden gelen çocuklarımızın– görgü ve bilgi açığı, kimi zaman şaşırtıcı boyutlara çıkardı. Orta eğitim bizim dönemimizden bu yana hayli düzey kaybetmişti. Bunu üzülerek gözlediğimizi anımsıyorum. Bu yüzden derslerimizde olabildiğince çok sayıda ve çeşitlilikte örnek vermeye özen gösterirdik. Örneklerimiz sanatsal olduğu kadar yaşamsal alanlardan oluşurdu, aradaki bağlantıyı işaret etmeyi amaçlardık. Bu nedenledir ki konuyu somut, açık seçik hale getirmeye, gerektiğinde vülgarize etmeyi de göze alarak anlaşılır kılmaya özellikle gayret ederdik.

Bu yüzden yabancı sözcük kullanmaktan kaçınırdık. Her kavramın anadilde karşılığını bulma gereğini kendi öğrencilik yıllarımızdaki deneylerimizden ötürü duyuyorduk: Örneğin, kontrast renk yerine zıt renk; komplemanter renk yerine tümleç renk; armoni yerine uyum gibi. Doğal olarak Bauhaus’a göndermelerimiz olurdu. Yer yer alıntılarımızı kendi olanaklarımıza uyarlamaya çalışırdık. Ulaşabildiğimiz ölçüde, hiç mistifiye etmeksizin, uluslararası alana eşzamanlı, konumuzla ilgili uygulamalara değinirdik. Farklı mesleklerden gelmiş olmamız bu açıdan da sanırım yararlı olurdu.

Okulumuzun genelinde, öğrenci çalışmalarının değerlendirilmesi 20 tam not üzerinden yapılmaktaydı. Bu sayıyı benimsedik, ama şu farkla: Yoklamayı öğrencinin yaptığı ödevle birleştirdik. Öğrenci ürettiği, tutarlı ödev kadar vardı; üretemediği ölçüde de yoktu.

Ödev hafta sonu, 18. saatin bitiminde toplanır ve değerlendirilir; artı, artı eksi ve eksi not üzerinden değerlendirme yapılırdı. Ödevin kenarına kurşun kalemle gerekli uyarı notları yazılır ve ertesi derste öğrenciye geri verilirdi. Eğitim yılı sonunda, öğrenci sergisinde sergilenmek üzere öğrenci tarafından saklanırdı. Her eğitim yılı sonu bir öğrenci sergisi yapılırdı. Bu temponun ve ortak çalışmanın öğrenci üzerindeki olumlu etkilerini gözlemlemek mümkündü. Öğrenciler arasında erkence başlamış olan yarış, mesleğe saygı ve disiplin, arkadaşlarının çalışmalarıyla kendi üretimini karşılaştırıp, kişinin hangi düzeyde olduğunun kendince saptanabilmesi, daha ilk yıldan, iş karşısında özgüven kazanması vb. bu sistemin bir sonucuydu. Ayrıca araştırmadaki niceliğin, giderek niteliği olumlu yönde etkilediği de açıktı.

Orta eğitimden kalma, ezbere dayalı öğrenme alışkanlığının, araştırmaya dayalı üretime ve kendi kendine çözüm bulma alışkanlığına dönüşmesi de azımsanamayacak bir kazanımdı.

Güzel Sanatlar Akademisi bünyesindeki galeri eğitim sistemi yerine gelmiştik. Okulumuzun kuruluşu 1883’tü ve pek çok Batı ülkesinde olduğu gibi, model Paris École des Beaux Arts’dı. Galeri eğitimi de söz konusu eğitim tarzının parçasıydı. Galeri kavramı, 1883’lerden 1970’lere dek, zamanın gereklerine göre çeşitli değişimlere uğrayarak süregelmişti. Ayrıntıya girmeksizin ve sözü uzatmaksızın, köktenci bir yaklaşımla, çağdaş ve akılcı bir eğitim sistemini önermiş oluyorduk.

Güzel Sanatlar Akademisi denildiği zaman, Akademi sözcüğü çoğu kimseyi yanıltır. Güzel Sanatlar Akademisi’nin, Akademiklerle yani neo-klasiklerle doğrudan bir bağlantısı yoktur. Kuruluş amacı da hayli farklıdır. Burada Cumhuriyet kuşağının iki önemli akımını, Müstakiller ve D Grubu’nu, yani benim kuşağımın usta ve hocalarını anımsamak yerinde olur. Okulumuz, özellikle, Cumhuriyet kuşağıyla başlayan, çağdaşlaşma ve sürekli yenilenme çabası içindeydi.

1960’lı yılların sonlarına denk düşen reform çabaları, önemsenmeye değer atılım ve girişimleri içerir. Konumuzu Güzel Sanatlar Akademisi Temel Tasarımı kürsü tarihçesiyle sınırlıyorum. Kürsü olarak sürdürdüğümüz eğitim politikamız, aramızdaki açık işbölümü ve yaklaşım tarzımız, Mimarlık ve İç mimarlık Bölümleri’nde kısa zamanda çokça yandaş buldu. Ama tek hocayla yürütülmekte olan atölyelerde, belki de çok elemanlı ortak çalışmalarımız zaman zaman tedirginlikle karşılandı. Nedenini anlamakta hâlâ zorluk çektiğim, anlaşmazlıklar ve yersiz tartışmalar kaldı aklımda. Kimilerinde atölye disiplin anlayışını sarstığımız duygusunu yer yer gözlemlediğim oldu. Genelde beş yıllık meslek eğitiminin bir yılını Temel Tasarım eğitimine ayırmak, Resim ve Heykel Bölümleri’ne yersiz ve fazla gibi görünür oldu. On yılı aşkın bir süre sonunda bu bölümler teker teker öğrenci çekmeye başladı. Bu, sonun başlangıcıydı. 1982 yılında ise YÖK lisans eğitimini dört yıla indirdi.

Taş ustası taş yontarken, taş da ustayı biçimlendirirmiş. Sözünü ettiğim bu zaman dilimi, biz kürsü elemanlarının meslek çalışmaları üzerinde sanırım olumlu etkiler bıraktı. Aramızdaki paylaşım ve etkileşim hepimize ve elbette ki öğrencimize olumlu yönde yansıdı. Huzurlarınızda, özveriyle çalışmış olan, bir kısmı aramızda olmayan arkadaşlarımı saygıyla anıyorum. Teşekkürlerimle sözlerime son veriyorum.



[1] Bruno Taut, 1880 Königsberg-1938 İstanbul.