10-18 Kasım tarihleri arasında 28.’si gerçekleşecek Tüyap Sanat Fuarı bu yıl ele avuca sığmaz bir kavramı, “Deneyim”i merkeze alıyor. Türkiye’den ve dünyadan sanatçı inisiyatiflerinin katılımıyla derin, zorlu ve kışkırtıcı bir praksis olmayı umut ediyor.
Deneyimi başlı başına bir kategori olarak ele almak kimin aklına gelmiştir? Aslında deneyim dediğimiz şey, aşağı yukarı var olan tüm yaşantıları kapsamaz mı? İstisnai değerde bir yaşantı anlamına gelebilecek deneyimi, istisnai olmayanlardan nasıl ayıracağız? Daha önemlisi bu tür bir ayrıma ne zaman ve neden gerek duyuldu? Deneyimi baş tacı eden tarihsel dönemlerden geçtik. Şimdi ise gerçekleşmemiş vaatlerinin yarattığı düş kırıklığı içinde sorguluyoruz onu. Deneyimler artık alınıp satılıyor, biriktiriliyor. Estetik deneyim başta olmak üzere, yaşantının hakikatle ilişkisinin yerini piyasadaki değeri alıyor. Oscar Wilde’ın dediği gibi deneyim insanın hatalarına verdiği isim olabilir. Peki insan binlerce yıllık yaşam deneyimine rağmen hâlâ aynı hataları yapmayı sürdürüyorsa? Belki de deneyimin içinde umudun baskın çıktığı yer burasıdır: denemek. Şaşıran ve hayran kalan varlık olarak insanın dünyadan büyülenmeyi sürdürmesi ve her türlü deneyimin değerli olduğuna kendini inandırması.
Platon ve Spinoza için deneyim yanılsamanın alanıdır ve aklın saf ışığına karşıttır. Jacques Derrida deneyim kavramından nefret eder, karanlık metafizik eğilimleri içerdiğini düşünür. William Blake içinse deneyim yanlış bilincin ve semeresi olmayan arzuların alanıdır. Buna karşılık Keats gibi romantikler deneyime, hakikatin gün yüzüne çıktığı duyusal dolaysızlığın alanı olarak bakar (...) Locke ve Hume gibi ampiristler için deneyim, sabah uyandığımızda ayaklarımızın hâlâ yerli yerinde olacağını bilmemizi sağlayan şeydir.[1]
Modern felsefe insanın dünyaya ilişkin bilgisinin ne kadarında aklın ne kadarında duyuların payı olduğu sorusunu sormuş, deneyim kavramının değerini de bu soruya verilen cevaplarla belirlemişti. Felsefe yüzünü duyulara çevirdiğinde, deneyimin saygınlığı artmış; deneyim, bedensiz aklın boyunduruğundan kurtulan duyu”ların; insanlığı ortaklaştırma vaadi taşıyan bilginin kaynağı olarak kucaklanmıştı. Fakat modern kent yaşamı içinde, iletişim teknolojileri ve endüstrinin gelişiminin belli bir aşamasından sonra deneyimin değeri sorgusunun yerini deneyimin yitimi kaygısı aldı.
Walter Benjamin için deneyim, yaşlıların gençlere anlattığı hikâyelerdir ve modern zamanlarda yok olması insanlığın başına gelen en hazin fukaralıklardan biridir. Modern dünyada deneyimin yok olduğu yönündeki uyarılara Heidegger’den Adorno’ya kadar pek çok filozofta rastlamak mümkündür.[2]
Dünya savaşlarına şahit ve kurban olmuş insanlık için aklın saf ışığına dair umut da duyusal dolaysızlığın masumiyeti de uzak ufuklarda kalmış gibidir. İşte böyle kriz dönemlerinde deneyimin imdadına hep sanat yetişir. Zaten daha başından beri modern sanatın yuvası deneyimleyen bedendir. İki dünya savaşı arasında avangard akımlar, deneyimi tekil ve mahrem olmaktan çıkarıp kolektifleştirerek politik kılar. Sanatı hayat pratiğine dahil ettikleri anda deneyim olağanüstü güçlerle donanır. Aslında estetiğin romantik vaadini yüklenmiştir avangard: Sanat akıl ve bedenin ihtiyaçlarını, birey ve toplumu uzlaştırabilecek tek araçtır. Özgür bireylerden oluşan bir topluluğun tek ihtimali estetik bir cemaattir. Böylece modern toplumsal yaşama, meta fetişizmi ve duyusal yabancılaşmanın zindanına, estetik deneyimin ışığı düşecektir. Fakat işler beklendiği gibi gitmez. Sermayenin dolaşım hızına paralel olarak dünya üzerinde her şey yoksulluk ve bayağılık zemininde eşitlenirken, istisnai olanın sığınağı da yağmalanır. Sanatın performansı, gündelik hayatı, sıradan nesneleri ya da dolaysız deneyimi bedeni özgürleştirmenin aracı olarak benimsediği yılları, deneyimin aynı araçlarla metalaşması süreci izleyecektir.
Bugün deneyimi kim sahipleniyor? Sanat ve siyaset üzerine düşünenler neoliberal tahayyülde, deneyim kategorisinin öznenin ölümü söylemiyle birlikte silinip gitme tehlikesine girdiğini ifade ederken, “deneyim pazarı” giderek genişliyor. Öznellik, kamusallık, toplumsallık, gerçeklik, özgürlük gibi kategoriler çekiciliklerini yitirirken deneyimin cazibesi hızla artıyor. İş dünyası için 21. yüzyılın sihirli kelimesi deneyim: Deneyim ekonomisi, deneyim yönetimi, deneyim tasarımı, marka deneyimi plaza dilinde en sık kullanılan ifadelerden. Kültür endüstrileri de deneyim aşkına tutulmuş durumda. Vazgeçme ve gevşeme çağının solgun gündelik hayatında, “hayatınızı değiştirecek” o kadar çok deneyim var ki. Bu ürün bazen pahalıya patlayabilir; ama nihayet sahip olabileceğiniz pek çok nesneden fazla sembolik sermaye kazandırır. Deneyim gündelik hayatın bütününden kopuk bir arzu nesnesi, yatırım aracı, hatta özel mülk haline gelirken, hayatın kendisi deneyimler arası boşluk, uslu uslu katlanılması gereken bir çile halini almaktadır. Böylece deneyim aracılığıyla yaşamın bütüncül bir dönüşümünü hayal eden insandan, bir deneyime daha sahip olmayı arzulayan insana geçilir. Sanat, gastronomi, turizm, aktivizm ya da mistik arayışlar... deneyim kavramı duyularımızı farklı biçimlerde geçici olarak uyaran tüm durumları eşitler. Başından beri metaları özel güçlerle donatan duyusal vaatler, nesnelerinden kopmuş halde piyasaya düşmüştür. Eagleton’ın ifadesiyle “İstisnai değere sahip bir olay anlamına gelebilecek deneyim kelimesi, her şeyi eşitleyen ölü bir terime dönüşmüştür”.[3]
Çağdaş sanat da deneyim üzerine kurulur. Sanat yapıtı, sanat mekânı, sanatçı ve izleyici arasındaki ilişki örüntüsü, deneyim kavramı olmadan yorumlanamaz. Fakat deneyim artık avangardın ütopik zamansallığından, güncelliğin “ezeli ebedi şimdisine” taşınmıştır. Sanatçının iş üretirken yaşadığı deneyimler ve izleyicinin işleri deneyimleme süreçleri zengin ve çeşitli olduğu kadar süreksiz ve kesintilidir. Deneyimin hızını ve ritmini sosyal medya belirlemektedir. Sanatın kurumsal özerkliğin bu aşamasında, seyirciyi duyusal olarak uyandırması gereken sınır aşıcı estetik deneyim gösteri kültüründe yerini kolayca bulabilir. Sanal dünyayı da işe koşarak izleyicisine uzay yolculuğu, kaçak avcılık, doğal afet, terörist saldırı ya da devrim deneyimi yaşatabilir. Sonuçta mesele bu deneyimin gerçek dünya ile arasında açtığı eleştirel mesafede insanın soluk alıp alamayacağıdır.
Sanayi toplumlarında emek süreçleri insan için bir deneyim olmaktan çıkmıştı, endüstri sonrası emek piyasasında ise deneyimsiz iş gücü tercih ediliyor. Buna karşın küresel şirketler bünyesinde deneyimi yapay zekâ biriktiriyor. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerle post-insanlık adı altında “deneyimden sonra” yeni bir çağdan söz ediliyor. Alınıp satılabilen bir şey olduğundan beri en esaslı deneyimler “mükemmel müşteri”den fazla bir öznellik vaat etmiyor. Kültür endüstrileri çağdaş sanat deneyimini en pahalı ürünleri arasında sunuyor. Tüm bu kargaşa içinde sanat yabancılaşmamış emeğin deneyim alanı, dünyayı yeniden büyülemenin yöntemi olarak etik ve politik değer taşıyıcısı olmayı sürdürebilir mi? Bü türden bir telafi görevi her şeye rağmen savunulmayı hak ediyor mu? Sanatta ya da hayatta deneyim kategorisi hâlâ bir tür özgürleştirici potansiyele sahip mi?
Eagleton tartışmayı şu noktada düğümlüyor:
Deneyimler politik içerimlerini ayan beyan gösterseler işimiz kolay olurdu, ama öyle değil. Deneyimlerin önce yorumlanması gerekir ve Perry Anderson’ın gözlemlediği gibi, aynı deneyimden taban tabana zıt politik sonuçlar çıkabilir. Deneyimin genelde muhafazakâr bir kavram olduğu doğrudur, âdet, alışkanlık, gelenek, sağduyu gibi kavramlar deneyimin akrabalarıdır; gelgelelim, radikallerin de kendi âdetleri ve soyağaçları vardır. Her halükârda, deneyimi temel almak eşitlikçi bir tutumdur, çünkü bir unvandan veya Oxford diplomasından farklı olarak herkesin deneyimi vardır (...) Böyle düşünürsek, deneyim hem son derece önemli hem son derece güvenilmez bir şeydir.[4]
28. Tüyap Sanat Fuarı zorlu ve bir o kadar da zengin bir kavram olan “Deneyim”i ele alıyor. Tüm katılımcılarını estetiğin, etiğin, emeğin, bilimin, bilimkurgunun, teknolojinin, tarihin, popüler kültürün çoklu perspektifinden “deneyim” kavramını tartışmaya davet ediyor.