Ücretli Çalışan ve İşsiz Mimarlar Forumu (ÜİMF) son altı aydır yaptığı toplantılar, forumlar ve yazdığı yazılarla “ücretsiz stajyerlik ve kölece çalışma şartlarına” karşı bir kampanya yürütüyor.
Kampanya dolayısıyla, sosyal medyada yaptığımız her paylaşım farklı geri dönüşlere konu olurken; eğitimin kalitesinin çok düştüğünden, stajyerliğin bu eksikliği kapatabileceğinden dem vurup, genç mimarlara ücret talep etmek bir yana şükran duymalarını salık verenler de oluyor. Ücretsiz stajyerliğin işsizlikten bile beter –bir tür kölelik– olduğunu anlattığımızda, işsizliğin bireysel yetersizlik, bir tür beceriksizlik olduğunu,“prestijli” bir ofiste ücretsiz çalışıp “tecrübe” kazanmanın ise tersine meslek onuruna yakışır bir davranış olduğunu savunuyor kimileri de.
Ross Perlin'in neoliberal ekonomide yeni çalışma kültürünü incelediği Intern Nation (Stajyerler Ülkesi) adlı kitabı www.versobooks.com
Meçhul Stajyerler Çağı ve Mimarlık
Tartışmaya aşina olmayanlar için şöyle bir parantez açalım: bahsini ettiğimiz “ücretsiz stajyerlik” tanımı, lisans eğitimini tamamlamış yeni mezunların “stajyerlik” adı altında ücretsiz çalıştırılmasıdır. Çünkü işsizlik sopasıyla binlerce genç mimar ve mühendisin inşaat sektöründe akıl almaz derecede kötü şartlarda, bedavaya çalıştırıldığına tanık oluyoruz. Oysaki bizim savunduğumuz; öğrenci veya mezun olunması fark etmeden her emeğin bir karşılığı olması, öğrencilerin de yarattıkları değer için ücret almasıdır.
İçinde bulunduğumuz zeminde; öğrenci emeğinin karşılığının ödenmesini tartışmaya dahi açamamış, halen yeni mezunların ücretsiz çalıştırılmasının meşru olmadığını anlatmaya çalışıyorken, geçtiğimiz hafta Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği öğrencisi Mustafa Koç’un ölüm haberiyle sarsıldık.
Tam da forumumuz içerisinde staj gündemi ağırlık kazanmış, öğrenci arkadaşlarımız “her koşulu sağladıkları” halde staj yeri bulmakta dahi zorlandıklarını ifade ederken… Günde 20 saate yakın, tehlikeli kimyasallara maruz kalacağı bilindiği halde tank temizlettirilen, zorla çalıştırılan, 45-50 derecelik odalarda barınmaya zorlanan genç mühendislik öğrencisi böyle öl(dürül)müştü. Üstelik Mustafa’nın okul arkadaşları ve meslektaşlarının ifadesiyle, bu koşullar ne ilk ne de sondu.
Forum iletişim ağında, öğrenci ve yeni mezun arkadaşlarımızın çoğunlukla deneyimlerini paylaştığı staj gündemli tartışma sürerken, meslekte 15. yılını tamamlamış bir meslektaşımızın tartışmaya dahil olması çerçeveyi genişletiyor. Öğrencilik dönemi staj deneyimini aktaran meslektaşımız, eğitim dahi almadan ve uygun ekipmanları olmadan sahaya çıkarıldığı ilk gün temel bağ kirişi üstüne düştüğünden ve yaralandığından bahsediyor. Her gün öğle yemeği molasında yemek yenilen yere ulaşabilmek için gemici merdiveni inip çıkmış, nitekim bir kez de oradan ciddi şekilde düşmüş. Devamlı düşmesinin onun sakarlığına verildiğini, gemici merdiveninin aç karna, kan şekeri düşmüşken kullanılmak zorunda olmasının bir kez dahi sorgulanmadığını anlatıyor. Sonra da 1 ay süren stajı boyunca gece beton dökümlerine kaldığını, toplamda 6 kilo verdiğini, birisi tehlikeli sayılmak üzere iki kere yüksekten düştüğünü aktarıyor. Ucuz kurtulmuş!
15 yılı aşan bu deneyim elbette önce bir şaşkınlık yaratıyor; ancak staj deneyimlerini paylaşan başka arkadaşlarımız yazdıklarında benzer koşulların devam ettiğinden bahsediyorlar. Geleceğe umutla bakabilmek için bu örneklerin konuşulması, koşulların irdelenmesi gerekiyor. Zira güncel deneyimler gösteriyor ki 15 yıldan bu yana değişen pek bir şey yok; meslekteki orta çağ kapanmıyor! Dahası kriz; kar maksimizasyonu adına, çalışma koşullarının daha da vahşileştirilmesi için mazeret görevi görmeye başlıyor. Üstelik bu defa koşullar topyekûn mekanizmalarını kullanarak bir mutabakatla sağlanıyor.
Ölümüne Mutabakat
Öyle bir mutabakat ki, öğrencilere staj süresince emeklerinin karşılığında para verilmesi zorunlu değil. Kimi okullar lisansın son dönemini stajyerlik formasyonuna çevirdi. Firmaların denetlenmesi, iş güvenliği, çalışma koşulları işverenler lehine düzenlenedursun, piyasa mimarlık eğitimiyle ilgili mevcut durumu bir akreditasyon sorununa indirgeyen pek değerli meslek insanlarının sevdiği tabirle “mantar gibi çoğalan” üniversitelerden çıkan ucuz ve genç işçi deposunu iştahı kabararak karşıladı. Mutabakat diyoruz; çünkü mimarlık eğitimi meslek hakkı, meslek etiği ve genç işsizliğinin bir eşitlik ve adalet sorunu olduğu gözetilerek tartışılmadı, tartışılmıyor.
Ücretsiz stajyerlik başlığı altında sosyal medyada aldığımız geri bildirimler, çürütülmesi gereken başka görüşleri de içeriyor. Örneğin üniversitelerde yaşanan nitelik sorununun, ancak stajyerlik süresince alınan ek eğitimle –yani bir nevi “çıraklık” süreciyle– telafi edilebileceği savı gibi. Nicelik olarak artarken niteliği çöken özel okullar ve mezun ettikleri öğrencilerin mesleğe hazır olmadığı, bu sebeple mezunların bir staj ve sınav sistemine tabi olmaları gerektiği gibi. Bu görüşe göre ofisler, firmalar, şantiyeler “niteliksiz gençleri” yetiştirmek gibi bir görevi yüklenmişken, bir de ücret ödemek zorunda kalmamalı! Aksi halde işsizlikle mücadele edilemez. Bir diğer deyişle “genç işsizliği” diye bir sorun yoktur, bedava çalışmak istemeyen ve bu yüzden istihdam edilemeyen, bir nevi şımarık bir Z kuşağı vardır. Ve bu kuşak, iktidarın politikaları sonucu eğitim sisteminde yaşanan zafiyetten mağdur da olsa bir elemeye daha girerek mezuniyet sonrası sınav sistemiyle yüzleşmelidir. Çünkü “birilerine” göre meslek ortamı ve mesleğin saygınlığı böyle kurtulur!
Şimdi bir düşünelim, bu durumda kimler “meslek aşkı” uğruna ücretsiz çalışmayı göze alabilir? Yeteneğine güvenen, meslek aşkıyla yanıp tutuşan genç mimarlar kira, yol, yemek gibi masraflardan azade tutulabilir mi? Ücretsiz veya ucuza çalışabilmek bir mesleki fedakârlık, adanmışlık ya da nitelik sorunu değil; en basit anlamıyla ekonomik bir sorundur. Yukarıda bahsini ettiğimiz bu kör sav, mesleği sadece ayrıcalıklı olanın hâkim olacağı bir alana çevirmekten başka bir şeye yaramamaktadır.
TÜİK ve geniş kapsamlı işsizlik istatistiklerinden tanıdığımız “ne eğitimde ne istihdamda” kümesi de üzerinde durulmayı hak ediyor. Forum iletişim ağlarından takip ettiğimiz gibi çoğu yeni mezun genç meslektaşımız işsiz kaldıkları süreyi yüksek lisans yaparak değerlendirmeye çalışıyor. Ancak yüksek lisansa girmek de bir “ayrıcalık” sorunu! Mülakatlarda, seçkin liselerden mezun olunup olunmadığı, ücretli bir işte çalışılıp çalışılmadığı, kadınlara yönelik ise çocuk veya evlilik düşünüp düşünmedikleri gibi sorular yer alıyor. Bazı durumlarda, alımın yeterli sayıya ulaşıldığı belirtilerek mülakat dahi yapılmıyor. Buradan anladığımız, akademik kariyer ve lisansüstü eğitim de, nitelikten öte kendini adamayı ve bunun için gerekli konfora sahip olmayı gerektiriyor. Açık konuşalım: Liyakat değil, “tanışlar” kazanıyor.
Mimari Ürünün Niteliği ve Kentsel Talan, Emek Sömürüsünden Azade Tartışılabilir mi?
TMMOB Mimarlar Odası eski başkanı Bülend Tuna, Oda’nın mevcut verilerini derleyerek hazırladığı değerlendirmelerden İstanbul'daki Mimarlık Büroları başlıklı yazısında kentsel talan ve mimarinin niteliksizleşmesi ile, mimarlık eğitimindeki niceliğe ters orantılı kalite düşüşü arasında doğrudan bağ kuruyor. Genç ve henüz tecrübesiz mimarların kötü çalışma koşulları nedeniyle “haklı” olarak kendi ofislerini kurmaya itildiği, bunun sonucunda da henüz taşımaya hazır olmadıkları ağır mesleki sorumlulukların altında ezildikleri tespit ediliyor. Bu tespitleri tartışma zeminini genişletmek için bazı sorularla açmakta fayda var.
Mimari üretimin niteliği tartışılıyorsa, kentsel talanın faillerine ve mega projelerin müelliflerine baktığımızda büyük ve tecrübeli, iş hacmi yüksek ofisleri görüyoruz. Üstelik bu büyük ofislerde, çılgınca, yırtıcı iş takvimlerine uyabilmek pahasına son 10 yıl içerisinde karşılıksız fazla mesaiyle sömürülen bir nesil var karşımızda. Kentsel talan ve kent hakkını konuşurken bu meslektaşlarımızı nereye koymalıyız? Mimarlık etiği tartışılırken o projede çalışanların hakları satır arasında bile yer bulamayacak mı? Kent sorunu, yalıtılmış bir fanus içerisinde sadece bir kent kimliği tartışması olarak basitleştirilebilir mi? Ekonomik-politik ilişkilerin tümünün okunması ve çalışan binlerce işçinin hakkının da bu sorunun bir parçası haline getirilmesi gerekmez mi?
Katar’daki dünya kupası inşaatında ölen yüzlerce göçmen inşaat işçisi nasıl uluslararası mimarlık kamuoyunda mimarlık ürünlerinin niteliğine ilişkin tartışmaların merkezine oturduysa, Serpentine Galeri nasıl aynı tür bir baskıyla 2019 pavyonunda ücretsiz emeğin kabul edilemeyeceği açıklamasını yapmak zorunda kaldıysa; kendi ülkemizden örnekler olarak, Torunlar Center’in, İstanbul Yeni Havalimanı’nın –3. Havalimanı’nın– mimari değerlendirmesinde de iş cinayetine kurban giden işçiler gündemde olmalı.
“Karamsarlık Saçan Başıbozuklar” veya “Kıskanç Lümpenler”
2 Temmuz 2019. Mimarlık camiasının önde gelen isimlerinden, ‘yıldız mimar’ Emre Arolat, Instagram sayfasında, gururla, gece mesaisi yapan ekibinin fotoğrafını sundu. Paylaşımda şu satırlar yazıyordu:
3.30 in the morning! [Sabahın üç buçuğu]
In a huff… [Asık suratla…]
Are you angry? [Kızdınız mı?]
One of the most talented team in the world [Dünyanın en yetenekli ekiplerinden biri]
Paylaşımın altındaki yorumlara, olumlu olanlarından çok, eleştiriler damga vurdu. Çalışanların yorgun gözüktüğü, bu kadar yoğun ve stresli çalışma yerine daha fazla mimar istihdam edilmesi gerektiği, çalışanların sağlık ve özel hayatının bu şekilde yıpratılmasının doğru olmadığı, eleştirilerdeki ana eksendi. Yani kızanlar vardı, ama tahminimiz Emre Arolat’ın sandığı nedenle değil. Kızanlar, fotoğrafa imrendikleri için, “siz harika şeyler üretirken biz izliyoruz çünkü sizin kadar yetenekli değiliz” tarzı kıskançlıklar nedeniyle değil, fazla mesainin bir gurur tablosu olarak sunulmasına içerlemişlerdi.
Arolat, 20 Temmuz’da Instagram sayfasında bu eleştirilere 6 sayfalık uzun bir metinle cevap verdi. Yazdıklarının genel çerçevesi, mimarlığın, mesleğini titizlikle yapmanın bir gereği olarak çok ama çok çalışmayı kutsayan, niteliği ve yaratıcılığı fazla mesaiye bağlayan, içinde bulunduğumuz coğrafyayı mimari olarak yukarı taşıyan ofislerin kösteklenmek yerine desteklenmesi, mimarlığa ve dolayısıyla kendi ofisi gibi üretimler yapan ofislere hak ettikleri değerin verilmesi gerektiğini vurgulayan bir yere oturuyordu.
Arolat özetle, ‘işin doğasına aykırı beklentiler’ içinde olmanın, yapılan güzel işleri takdir etmek yerine her fırsatta ‘yere çalmanın’, işsizlikten, haksızlıktan, fazla mesaiden dem vurup gençlerin pırıl pırıl dimağına ‘karamsarlık tohumları saçmanın’, ancak insanca çalışma, eşitlik, toplumsal adalet gibi ‘yanılsamalar’ içinde savrulanlara ve ‘lümpen’lere özgü olacağını buyuruyor. Verdiği cevap, ülke konjonktürünün “hepi topu” 5-6 sayfaya sığan özeti gibi. Kutsanma yerine eleştiri görünce, eleştiriyi boşa çıkarmak için itham bulutundan sayıp sayıştırmak; ama bir yandan da iyimserlik, iyilik, güzellik salık vermek ve bunun için de alet çantasını ardına kadar açıp Che Guevara’dan İbn-i Sina’ya herkese hitap edebilecek atıflarda bulunmak,[1] hafif yollu tehdit etmek ama bir yandan da panellerde tartışmaya hazırım demek, bu ülke için nimet olduğunu, Türkiye’yi temsil ettiğini hatırlatmak vs.
Bu temsil meselesi önemli. Nitekim Arolat, yazıda aktardığına göre, Amerika’dayken ünlü mimar Frank Llyod’un bir binasını gezmiş. Frank Lloyd Wright zor kişiliğine, tüm huysuzluğuna ve çekilmezliğine rağmen hep el üstünde taşınmış, beğenilsin veya beğenilmesin eserlerinin bir köşesine dahi dokunulmamış. “Tabii ki bizim coğrafyamızda mimarlığa, önemli ‘ustalara’ böyle değer verilmiyor,” diyor Arolat. Bu konuda haklı elbette. Ancak hatırlatmamız gerekir ki, yıkılan Karayolları binası, AKM ve daha niceleri için, Arolat’ın tabiriyle korumadan, mimari mirastan dem vurup ‘ilerlemenin önünde dikilen’ ‘kıskanç bir avuç lümpen’ dışında kimseden ses çıkmadı. Demek ki neyi temsil ettiğiniz önemli! İlerleyen, büyüyen, çalışkan, kazanan Türkiye’yi temsil etmiyorsanız, kenara çekilebilirsiniz…
Bu topraklarda unuttuğumuz şey, takdir etmek değil; hakkıyla eleştiri ve itiraz üretebilmek. Mimarlık eleştirisi, kent, politik ekonomi ve hayatın her alanına dair tüm bağlantılarıyla acilen doldurulmayı bekleyen boş bir alan olarak karşımızda duruyor.
Mustafa Koç Niye “Hayır” Diyemedi?
Bir önceki başlıkta uzun uzadıya irdelediğimiz mevzu, popüler bir sosyal medya polemiği değil. İnsanca yaşamanın sınırlarını zorlayan çalışma koşullarını reddedebilme, “Hayır” diyebilme gücünü kendimizde nasıl bulacağız, asıl mesele bunu sorgulamak.
Emre Arolat, yazısında ofisindeki yoğun çalışma ortamının bir dayatma değil seçim olduğunu vurguluyor. Oysaki pek çoğumuz EAA dahil olmak üzere büyük ölçekteki ofislerde çalıştık. Talep edilen işin hacmi ve astronomik performans beklentisi, isteseniz de istemeseniz de sizi gece o bilgisayarın başına diker.
Mustafa Koç da denizde, ailesinden, arkadaşlarından uzakta, başvurabileceği kimsesi olmadan bir gemide, belki de işin doğasının öyle olduğunu zannederek, “Hayır” diyemedi.
Ama biz “Hayır” diyoruz, demeliyiz; hiçbir işin doğasında ölüm, sömürü olmamalı. Okul, daha önceki şikâyetleri de toplayıp esas alarak –aynı bölümdeki öğrenci arkadaşların beyanlarından vahim derecedeki stajyer istismarının uzun zamandır devam ettiğini anlıyoruz– bu firmaları teşhir etmeli, öğrencilerini bu firmalardan koruyacak önlemleri almalı, gerekli yasal denetim ve işlemlerin başlatılması için başvuru yapmalıydı.
Firmaların denetlenmesi bireysel şikâyet ve itiraz mekanizmalarına bağlandığı için, kuralsızlık insan hayatına, işçilerin sağlığına mal oluyor. Denetim ve tespit sorumluluğunu bir işçinin, stajyerin yalnız kaldığı tekil mücadeleden çıkarabildiğimiz, daha çok ve beraber “Hayır” diyebildiğimiz zaman bir kişi daha eksilmeyeceğiz.
İşte bu yüzden işimizi sağlıkla ve hakkıyla –birinci olmadan ikinci hiç olmuyor– yapabilmek için birincil şiarımız şu olmalı: “Seni riske atacak, sağlığını tehlikeye sokacak, istismar içeren her türlü talebi, görevi, iş programını reddet.” Binlercemiz hayır dediğinde, biliyoruz ki şartları değiştirecek gücümüz olacak.
Yalnız değilsin, yalnız değiliz!