Kapitalizm, Arzu ve Kölelik: Marx ve Spinoza’nın İşbirliği, Metis 2013

9/3/2013 / skopduyuru

 

 

İktisatçı Frédéric Lordon, kapitalizm eleştirisinin en canalıcı sorusunu tekrar soruyor: Ücretli emekçiler, her şeye rağmen, neden kapitalizme boyun eğiyorlar, neden başkalarının "efendi-arzusuna" tabi oluyorlar? Klasik "tahakküm" ve "rıza" yanıtlarını tatmin edici bulmayan yazar, açıklama olarak, Marksist siyasal iktisat ile Spinozacı "duygu antropolojisini" birleştirerek oluşturduğu etki gücü yüksek alaşımı öneriyor. Marx ve Spinoza'yı neden etkileşime soktuğunu ise şu çarpıcı sözlerle açıklıyor:

"Kapitalizme özgü toplumsal yapılardan kurtulmak, duygusal kölelikten kurtulmamızı sağlamaz. Tek başına, arzunun ve sarf edilen güçlerin başıbozuk şiddetinden kurtaramaz bizi. Spinoza'nın duygular konusundaki gerçekçiliği, bu noktada belki en çok Marksist ütopyanın işine yarar: Sarsıp kendine getirir. Sınıfların ve sınıf çatışmalarının tamamen tasfiyesiyle siyasetin ortadan kaldırılması, proletaryanın zaferiyle bütün husumetlerin aşılması, sınıf çıkarlarından tamamen arınmış sınıfsızlığın ortaya çıkması… — bunların hepsi post-siyasal birer hayalden ibarettir ve belki de Marx'ın yaptığı en büyük antropolojik hata budur: Şiddeti kökünden yok edebileceğini sanmak; oysa en az tahripkâr şiddet biçimlenimlerini aramak dışında bir hedef olamaz ufkumuzda." (Arka kapak yazısından)

 

Frédéric Lordon, Kapitalizm, Arzu, Kölelik: Marx ve Spinoza’nın İşbirliği

Çeviren: Akın Terzi

Metis, Mart 2013

Okuma Parçası

Kapitalizm tartışılmaya devam ediyor. Şayet kapitalizm zaman zaman son derece çirkin bir görünüme bürünmese, kendisine azametli bir ideoloji olarak hizmet eden düşünce öbeğine ait temel düsturu ayaklar altına almaya kadar varan cesaret gösterisi karşısında hani neredeyse hayranlık duyacağız. Zira şu tavrı buyuran liberalizmin (Kant tarzı liberalizmin) ta kendisidir: "Kendi şahsında olduğu kadar başka herkesin şahsındaki insanlığa da, sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda bir amaç olarak davranacak şekilde eylemde bulun." Sırrına ancak büyük araçlaştırma projelerinin erebildiği bir diyalektik tersine dönüş sayesinde, gerek bir insanın başka insanları araç olarak kullanmakta, gerekse insanların kendilerini başkalarına araç olarak kullandırmakta özgür olmasının, özgürlüğün özüne uygun olduğu ilan edilmiştir. Söz konusu iki özgürlüğün bu harika buluşmasınaysa "ücretli emek" diyoruz.

Etienne de La Boétie, köleliğe alışmanın, insanın köle olduğunu unutmasına yol açtığını hatırlatır. Bunun sebebi, insanların mutsuz olduklarını "unutmaları" değil, bu mutsuzluğa çaresiz kader diye, hatta herkesin eninde sonunda varacağı hayat tarzı diye katlanmalarıdır. Kölelik, köleleştirilenlerin hayal gücünde, ancak üzüntü duygusunu kölelik fikrinden koparabildiği takdirde başarılı olur – zira kölelik fikri açıkça bilinç düzeyine çıktığı zaman, isyan tasarıları doğurabilir pekâlâ. Kapitalizmdeki köleliğin "saf özü"ne dönmeye çalışmak ve kapitalizmin artık kimseyi şaşırtmayacak kadar –ki bu durum çok şaşırtıcıdır– derinlere işlediğini saptamak için, La Boétie'nin bu uyarısını akılda tutmak gerekir: Kimi insanlar, günümüzde "patron" denen insanlar, başka insanları kendilerinin –yani, patronların– arzularına tabi olmaya, onlar hesabına harekete geçmeye razı etme "gücüne" sahiptir.

Söz konusu insanlar, düşündüğümüzde bize çok garip gelen bu "güce" sahipler midir gerçekten? Marx'tan beri biliyoruz ki değiller: Bu güç belli bir biçimlenimdeki toplumsal yapıların –işçileri hem üretim araçlarından hem de ürünlerden tecrit eden ücretli emek ilişkisinin– sonucudur. Ama bu yapılar, kapitalist kurumlarda tüm olup bitenler konusunda son sözü söylemez. Bu konunun çalışma psikolojisi ya da sosyolojisi alanına özgü bir mesele olduğu söylenecektir ki gerçekten de öyledir. İlerleyen sayfalarda söylenenler, bu alanların özgül söylemine bir şeyler katmaktan ziyade, icap ettiğinde birtakım unsurlar devşirebilecekleri son derece soyut bir sav –ilişkileri konu alan bir yapısalcılık ile duyguları konu alan bir antropolojiyi, yani Marx ile Spinoza'yı birleştirme savını– öne sürmeyi amaçlıyor.

Bu iki düşünür –araya giren yorumcular sayesinde– birbirini tanıyor elbette. Aralarındaki benzerlikler saymakla bitmez, ama her konuda hemfikir oldukları da söylenemez. Her halükârda aralarında o kadar güçlü bir ilişki var ki, bu iki düşünürü bir araya getirme girişimi entelektüel açıdan afaki sayılabilecek laflar etme riski taşımıyor. Şöyle bir zamansal paradoks var: Marx Spinoza'dan sonra yaşamış olabilir ama, bugün Spinoza Marx'ı tamamlamamızı sağlayacaktır. Zira (kapitalizmde ücretli emekçilerin seferberliğine özgü) yapıyı sökmek, bu yapıların neye göre "işlediği" konusunda bize bir şey söylemiyor. Yani bunların etkililiğini somut olarak neyin sağladığı konusunda, hayaletin değil de makineyi döndüren motorun ne olduğu konusunda hiçbir şey söylemiyor. Buna verilecek Spinozacı cevapsa şu: duygular.

Toplumsal hayat, kolektif güçlü duygulara dayalı hayatın bir başka adıdır yalnızca. Şüphesiz, aralarında muazzam farklar bulunan, ama primum mobile'i (ilk nedeni) hep duygular ve arzuya dayalı güçler olan kurumsal teşekküller kılığına bürünür bu hayat. Gelgelelim bu teşekküllerin son derece yapılanmış olduğunu kabul etmek, ücretli emek meselesini "duygular aracılığıyla" yeniden ele almaya ve böylece sermaye sahibi az sayıda bireyin çok sayıda çalışanı kendileri hesabına nasıl olup da çalıştırabildiğini ve bunu ne tür harekete geçirme düzenleriyle yaptığını yeniden sormaya mani olmaz; ayrıca bu durum, birbirlerinden çok farklı şu olguları bir araya getirme imkânı da sunabilir: Ücretli emekçiler, açlıktan ölmemek (=ekmek parası) için işe gider; tüketimden aldıkları zevk, çalışmanın verdiği zahmetleri bir ölçüde (ya da fazlasıyla) telafi eder; kimileri hayatını işte harcar ve bunu kendisi için adeta yararlı bulur; kimileriyse kendilerini şirketlerin büyümesine adayarak, içlerindeki coşkuyu bunun üzerinden açığa vururlar; günün birinde bu kişiler isyana (ya da intihara) sürüklenirler.

Şurası muhakkak: Günümüzde kapitalizm, duygusal anlamda, Marx'ın yaşadığı çağdakine kıyasla çok daha zengin ve tezatlarla dolu bir görünüm sunuyor bize. Marksizm, "sermaye" ile "emek" bloklarının cepheden çarpışması üzerinde durayım derken, kapitalizmle ilgili saptamalarında uzun zaman geri kalmış ve bu durumdan bir ölçüde zarar görmüştür. İki sınıflı şema, "yönetici" denen çalışanların, yani tuhaf bir şekilde maddi açıdan emek tarafında, simgesel açıdansa sermaye tarafında yer alan ücretli emekçiler grubunun tarihsel olarak ortaya çıkışından büyük zarar görmemiş midir? Oysa yöneticiler, halinden memnun ücretli emekçiler grubunun prototipidir ki kapitalizmin ortaya çıkarmak istediği de budur. Üstelik neoliberal biçimlenimi içinde kapitalizm aynı zamanda en şiddetli baskı biçimlerine başvuracak kadar ilkelleşmesine yol açan bariz çelişkiyi hiç dikkate almaz. Tahakküm fikrinin, bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildir ve fazlasıyla yalın biçimlere bürünmüş olan bu fikir, tahakküm altında mutlu yaşayan insanlarla karşılaşınca altüst olur.

Gelgelelim, bu paradoksu inceleyen çalışmalar, özellikle de tahakküm ve rızanın çeşitli çakışmaları üzerine kafa yormak için "simgesel şiddet" kavramını kullanan Pierre Bourdieu'nün varisler üstüne yaptığı sosyolojik çalışmalar artık dikkate alınmıyor. Ama kapitalist tahakkümün (kavramsal) şantiyesi kapalı da değil. Ücretli emekçilerden bazılarının açıkça (ve bilfiil) yıldığı, bazılarınınsa durumlarına alışmanın adeta ötesine geçip, bu şantiyede pek bir kusur bulmadığı ve kimi zaman gerçek anlamda tatminler elde ediyormuş gibi göründüğü yerler bir yana, ne tür anlamlar atfedilebilir bu şantiyeye? Bununla beraber, tahakküm altındakilere tahakkümü unutturmanın en kesin yöntemlerinden biri olan hoşnut etme yöntemi, yönetim sanatının en eski numaralarından biridir. Hem yeni üretim biçimlerinin zorunluluğu, hem de yönetim süreçlerinin karmaşıklaşması dolayısıyla, kapitalizm de bundan başka bir şey yapmıyor – kaldı ki mütehakkim de düpedüz katı bir otoritenin bildik suretiyle ortaya çıkmıyor.

Hiç şüphe yok ki çalışma sosyolojisi, rızanın daha belirsiz kusurlarını ve arka planını tespit etmeye girişmiş, ama rızanın tam olarak ne anlama geldiğine dair esas soruyu hiçbir zaman sormamıştır. Halbuki sorulmaya değer bir soru bu, zira soruya tam cevap verilmediği takdirde, (mevcutsa) "rıza" ile ilgili olguların, özellikle Marksist eleştirinin, entelektüel dayanaklarının en sağlam unsurları telakki ettiği "sömürü", "yabancılaşma" ve "tahakküm" gibi kavramları istikrarsızlaştırması gibi büyük bir risk doğar. Bütün bu kavramlar, "motive eden", "işinde kendini geliştirmeyi" ve "kendini gerçekleştirmeyi" vaat eden ve… ücretli emekçilerce kimi zaman kabul edilen yeni yönetim temayülleri yüzünden altüst olur. Göreli kavramsal yoksunluk da bu duruma delalet eder: Daha iyisi olmadığından yine "gönüllü kölelik" ifadesine başvurulur. Şüphesiz, manidar bir oksimor bu, ama kendi içinde (ve isim babası olan eserden bağımsız olarak) kusurlarını –yani poetikadan teoriye geçildiğinde bir oksimorun taşıyacağı kusurları– pek gizleyemiyor.

Kendini harekete geçmeye hazır ya da az çok gönülsüz hissetmek, yahut isyankâr hissetmek, emeğini canı gönülden ya da istemeye istemeye ortaya koymak… – bütün bunlar, ücretli emekçilerin duygulanma tarzlarına, yani ilk elden kendilerine ait olmayan bir tasarının (bir arzunun) gerçekleştirilmesine dahil olmalarının belirlenme biçimlerine tekabül ediyor. Kapitalizmdeki biçimiyle başkalarının hizmetine girme durumunun gizemini üstüne oturtacağımız sacayağı belki de bu: Birinin arzusu, öbürlerinin etkime gücü ve bunların bir araya gelmesini belirleyen, ücretli emek ilişkilerinin yapısının ürünü olan duygular. Spinozacı duygu antropolojisinin, ücretli emeği konu alan Marksist teoriyle kesiştiği bu noktada, sömürünün ve yabancılaşmanın ne demek olduğunu yeniden düşünme, yani nihayetinde, ister eleştirel ister analitik bakımdan olsun, kapitalizmi yeniden "tartışma" fırsatı doğar. Keza nihayetinde, şüpheli görünse dahi, kapitalizmin aşılabilir bir şey olup çıkması umudu da doğar.


http://www.metiskitap.com/Metis/Catalog/Text/81907