Evin İçinde, Evin Dışında

12/7/2016 / skopduyuru

(Ruhun İçinde, Bedenin Dışında)

Evin içinde ruhları, dışında bedenleriyle yaşayan insanlardır onlar. Resimleri evin içinde yaşar ama evin bir parçası değiller; çekip gitse bile bu resimler, ruhları evin duvarlarında yaşar. Kafalarının bir yerinde kentler ve insanlar varken diğer yanda kafataslarını denize sokmuş, kuyruklarını kıtanın en dipsiz köşelerinde kaybetmiş emsallerinin sesleriyle bize konuk olurlar. Onlar, aklın dehşetinden, mutluluğun baş döndürücülüğünden korkarlar; özlemin özlemekten kaçmak olduğunu bilir ve hiçsin demelerin yerine, hiç olmayı isterler. Evin içinde, evin dışını yaşarlar. Bu yüzden bir ev onları bir araya getirmiştir. Bu yüzden ev, ahlak değil, hepsinin bir rüyası olarak iç dünyalarında yaşar ve böylece, büyük galerilerin ışıltılı reklam panolarından az biraz da olsa uzaklaşırlar. Ruhlarının olduğu yer burasıdır; isterler, burada onları izleyenleri görsün.  

Evin İçinde, Evin Dışında bir ev sergisidir. Sergide Esra İlbeyli, Vahhab Ayhan, Özgür Demirci ve Abdülkadir Avcı’nın resimleri; Mehmet Çeper’in bir fotoğrafı; Müge Yıldız ve Deniz Şiar Bozkurt’un videoları sergilenecektir. Gerçeği düşünde arayanların mutlaka yolu bu eve düşecektir.

 

Müslüm Yücel

 

 

 

Özgür Demirci, Çöl Biter Yol Başlar, 2016.

 

Özgür Demirci, şirk koşuyor. Gördüğü her şeyi soyutluyor. Mistik olan, onda gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyor; böylece, ilahi olan, yeniden ortaya çıkıyor. Yalnızca görmüyoruz Özgür Demirci’nin resimlerini, bir sürü sesler duyuyoruz: Çıplak insanların sesleri; bir şey giydirilmek zorunda kalınan insanların sesleri… Bütün seslerle elde ettiğimiz ses: Sessizliğin sesleri, sessizlerin sesleri. Evin içinde, evin dışındaki sesleri… Gördüklerimiz bildiklerimizle sınırlı değildir artık; gördüklerimiz ruhumuzdurlar.

 

 

 

                       Esra İlbeyli, Kopukluk Bağlantısızlık, 2014.

 

Esra İlbeyli, bizden olan hikâyeleri bize bağlamadan ama tümüyle biz olan bir sesle/ kokuyla yansıtıyor. Duyuyoruz. Kapıyı kim çaldı. Açıyoruz. Karşılaştığımız bizden bir başkası değil. Bir uçak, ruhumuzun göğünden uçuyor; bizi yaralıyor sonra; bizi taşıyor! Bir tren, bizi bekliyor. Bir yol, bir yere götürmüyor; biz, bir yol olduğu için bir yere gidiyoruz. İki insan, bir yerde bizi konuşuyor onun resimlerinde. İki insan bizden başkası değil. Evin içinde görüyoruz onları; orada ruhları dışarı, ayak sesleri biçiminde sarkıyor… Esra İlbeyli, sarkan ve üşüyen ayaklarla bize geliyor.

 

 

 

Abdülkadir Avcı, Sohbet, 2010.

 

Ölüleri dinleyerek ve onların ağır iniltilerini duyarak yaşadığımız yüz yılda Abdülkadir Avcı bizi hayaletlere götürüyor; tümü biz olan hayaletlerdir bunlar. Soru soruyor her çizgide; beni sen yarattın diyor sanki hayalet ve yanıtı yine kendisi veriyor: Madem beni yarattın, niçin korkuyorsun benden. Yer: Evdir. Beden, kemik diye bildiğimiz duvarlardır. Buradan sarkmışızdır birbirimize ama gerçek bu değildir; çünkü, kendimiz duvardan ibaretizdir ve ha bire hayaletler yükselmiştir içimizden: Evin duvarından bir ses: Sizi yaratanı değil, yarattıklarınızı sevin.  

 

 

 

Vahhab Ayhan, Women of the Tichy, 2016.

 

Baktığımız her şey, birden canlanıyor ve her darbe bize, biraz önce yanımızdan geçtiler duygusunu veriyor. Vahhab Ayhan, görselin vahasındaki renkleri, iki renkte topluyor (siyah ve beyaz). Bunun ötesine baktığımızda kendi renklerimiz dökülüyor. Her renk bir kelimeye dönüyor. Buradan duvar görülüyor. Ev yükseliyor: Kapı. Çalınan kapı. Kırılan kapı. Biri bize bakıyor. Biri bizi sınıyor. Biri dediğimiz, bizden başkası değil. İnsanın yaralı beni fotoğraftan, Vahhab’ın tuvaline akıyor. 

 

Bir fotoğraf,  İki Video Film

 

 

Mehmet Çeper

 

Askerlerin bilge, sanatçıların meczup sayıldığı yüzyılımızda ilerleme denildiği an ilk akla savaş geliyor. Aklın tümüyle tecrit edildiği zamanımızda Mehmet Çeper kazanmak ve kaybetmek üzere kurulan savaş dengesine insaniliğin objektifini tutuyor; bunu da su ve ekmek imgeleri ile veriyor; Kobane, Şengal ve Cizre’de susuzluktan kırılan insanlara bir damla su taşıma telaşına giriyor: Beş adam tümüyle ırmaklarla beslenen, ama sıra denize gelince birden tuz kesen suya bakıyorlar sessizce. Bize ve kendilerine, bunca su varken, bunca insan neden susuzluktan kırılıyor sorusunu soruyorlar. Çantalarını su ile doldurup, susayana ulaştırmak istiyorlar. 

 

 

 

Müge Yıldız, Either/ or, 2016.

 

Kapısı olmayan bir asansörün karşısındayız. Ev yerine, geçici konukluğumuzu simgeleyen bir otel var ve bu otelin kapısız asansörü bengi bir dönüş içindedir. Ama biliyoruz “amil de amel de” bir kurmacadan ibarettir; bize tatbik edilen şeyler gereklidir. Kapısı olmayan dünya karşısında iniş çıkışlarımız bizi bir yere ulaştırmaz, sadece kaygıyı üretir ve buradan korku boy verir. Burada bir gece bekçisi edasıyla inip çıkana, düşüp yükselene bakar ve belki de şunu söyleriz: Bu hayat korkunç; dayanılacak gibi değil.

 

 

 

Deniz Şiar Bozkurt, İstanbul’un Artığı, 2014.

 

Evden atılan eşyalar arasındayız. Her şey çok ucuz. Atari, batari, şarz diye özetlenen ihtiyaç listesinde ilk dikkatimizi çeken pazarlıktır: Sana seksene olur. Sonra, eski elbiseler... belki bir ölünün; belki de fabrika atığı. Tek derdimiz vardır: Bize uyacak mı? Aradaki bir ses “öğrenci” der. Pazarlık, vicdana inmiştir: Oğlum da öğrencidir, acıdım. Her şey çok ucuzadır. Köşe eski fotoğraflar ki bunların çoğu bir evin hatıralarıdır, bize eşlik eder. Atını öpen Red Kit, gölge ile bir başka oyun oynar: Her şey evin dışında çok ucuzdur. Hayat gibi…  Hayatın “Artık işleri”ni getiriyor Şiar Bozkurt.

 

Sergi tarihleri: 13.07.2016-16.07.2016

Sergi mekânı: Rasimpaşa Mahallesi İskele Sokak No: 31/3 Kadıköy