Akif Kurtuluş temel tezini şu cümleyle özetliyor: “Sosyalist gerçekçiliği, sanat pratiği değil politik tedbir; Proletkült’ü, Rus Devrimi’nin sanat ve kültür hayatında, en az Formalistler kadar üvey evlat muamelesi görmüş ciddi bir deney, bütün bu olanlar içinde Gorki’yi de öyle halk filan değil, düpedüz , devlet sanatçısı olarak gör[üyorum]” (s. 23). Sert ve yazıldığı dönem için epeyce kışkırtıcı yargılar; sertlik, önermelerin pek kolay alıcı bulamayacağını sezmekten geliyor gibi. Bunlar aynı zamanda Kurtuluş’un sunumunun üç “sahnesini” oluşturuyor: önce Proletkült’ün Devrim’den sonraki kısa hayatı; sonra resmî sanat anlayışı olarak Sosyalist Gerçekçiliğin adım adım şekillenmesi; ve nihayet başlı başına Gorki.
[...]
Proletkült’ün 1909’da “Kapri Adasında Gorki ile Bogdanov’un uzun tartışmaları [sonucunda] ve büyük ölçüde [İtalyan] fütürizmine borçlu” bir sanat hareketi olarak kurulduğunu belirten yazar, “Türkçede konu üzerine yayımlanan çok özet çalışmalarda” ortaya çıkan Proletkült portresini de şöyle özetliyor: “Geçmiş kültürü yadsıyan, ‘Rafael’i yakan’, Lenin’in bu yüzden ‘haklı’ eleştirilerine muhatap olan yeteneksizler sürüsüdür! Dahası, zaten Zdanov’u yaratan da Proletkült’ten başkası değildir” (s. 27). Birkaç zekice hamleyle bu şablonu aşındırmaya girişir Kurtuluş. Önce çok temel bir saptama: “Geçmiş kültürün yadsınması, Bogdanov’un görüşlerinin bütününde, ne sanıldığı kadar öne çıkmış bir tezdir, ne de atfedildiği kadar kesindir” (s. 39). Olabilir, ama bu önermeyi ne Kurtuluş’un sunduğu malzemeyle ne de verdiği uzun kaynak listesindeki metinlerle doğrulama/yanlışlama imkânına sahip olamıyoruz. Çoğu Sovyet Devrimi’ne karşı olan başka araştırmacılar Kurtuluş’un tezinin tam tersini söylemiş ama onlar da bunu ancak Kirilov, Gerasimov veya Gastev gibi Proletkült şairlerinden rastgele seçtikleri (ve çoğu da nedense Nâzım’ın kötü şöhretli “Makineleşmek İstiyorum”unu andıran) bazı dizelerle “örneklendirebilmişlerdir”. Çünkü elimizde ne bir Proletkült antolojisi vardır, ne de Bogdanov’un yazılarından bir seçme (son yıllarda hem Rusçada hem de başka Batı dillerinde daha çok kaynağın yayımlandığı görülüyor).
Öte yandan, Kurtuluş’un önermesine haklılık kazandıracak birtakım olgulara da işaret edilebilir. Mesela hareketin kurucularından biri, Devrim’den sonra Aydınlanma Komiserliği’ni üstlenen ve 3-4 yıl boyunca Proletkültten devlet desteğini hiç esirgemeyen Lunaçarski’ydi ve bu şahsiyet de (kendisi bir “yaratıcı” olmasa bile, ya da tam bu yüzden) dehşetli bir sanatseverdi – en azından bunu, Türkçede de çıkmış yazılarından biliyoruz. İkinci olarak, Proletkült’ün temel projesini (“bir saf ya da özgün proleter kültürü”) tartışmaya açmaksızın da hareketin bazı çok aşikâr “anti-geçmiş” ve “anti-sanat” çıkışlarına başka bir gözle bakmak mümkündür: birer jest olarak görelim bunları, derhal uygulamaya konulacak pratik adımlar olarak değil: düz değil, mecazi anlamıyla alalım – nihayetinde, Petrograd’da Ermitaj Müzesi’ni basıp yapıtları parçalamadı bu insanlar, Puşkin’in kitaplarını Auto-da-fé ayinlerinde yakmadılar: Çin’deki Kültür Devrimi değildi kastettikleri. (Öte yandan, her devrimde böyle bir “sıfırlama” ânının düşünülebileceğini, en azından bir istek, bir hayal ya da korku olarak akıldan geçebileceğini görmeliyiz. [...]
Kurtuluş’un önermesinin lehinde söylenebilecek üçüncü bir şey de sanıyorum şudur: Sovyet edebiyatının bazı en parlak yazarları, en başta kendisi de sahiden proletaryadan gelen Andrey Platonov, ilk eğitimlerini Bogdanov okullarında almışlardı; Gladkov’un artık galiba çok okunmayan önemli romanı Çimento da (1925) oradandır. Kurtuluş sormuyor ama biz soralım: Proleter devriminin ilk geri çekilişi olan NEP (1921) döneminde tasfiye edilmeseydi eğer, acaba daha ne gibi verimler çıkabilirdi Proletkültten?
Orhan Koçak, Yüzyıla Doğru (II): Proletkült Niçin Tasfiye Edildi?
"Daktilo Yazıları", Akif Kurtuluş. Can Yayınları 2017