Umudun Özelleştirilmesi

“Toplum diye bir şey yoktur, sadece bireyler ve aileler vardır”. Eski Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher’ın meşhur sözleri. Fotoğraf: R Barraez D´Lucca

 

Umut özelleştiriliyor. Başta ABD ve Birleşik Krallık olmak üzere bütün dünyada, özlem ve sorumlulukları toplumdan alıp bireysel evrenlerimize aktaran sismik bir kayma yaşanıyor. Bireysel beklentilerin daha geniş toplumsal dünyadan koparılmasının, hem birey hem de toplum üzerinde dönüştürücü etkileri oluyor. Son iki neslin hayatına damga vuran politik, ekonomik ve ideolojik projelerle (tüketim ekonomisinin inşası, neoliberal dönemeç vs.) bağlantılı bir görüngü bu. Tüm umudumuzu kaybetmiş falan değiliz; bilakis, sinir bozucu bir kişisel umut patlaması yaşanıyor. Saldırı altında olan, daha ziyade, dünyayı daha özgür, daha eşit, daha demokratik ve yaşanır bir yer yapmaya çalışan hareketlere esin veren türde bir umut: yani, toplumsal umut. 

Bu özelleştirme harekâtı, kolektif sorunlara kolektif çözümler üretme yetisini zayıflatmakla kalmıyor; aynı zamanda, müşterekleri tasfiye ederek ve sorunların toplumsal kaynaklarını gizleyerek kolektivite diye bir şeyin var olabileceği ya da var olması gerektiği fikrini de köreltiyor. Nikolai Genov’a göre, bu, “toplumsal yaşamın tutkalı olan dayanışmanın altını oyan” patolojilere yol açıyor.

Umudun özelleştirilmesinin kökleri, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan kapsamlı ve köklü değişim süreçlerinde yatıyor. Mekânın düzenlenmesinde ve teknolojide, çalışma hayatında ve boş zamanı kullanma biçiminde ve bizzat insanlarda bu değişimin izlerine rastlanabiliyor. İnsanların düşünme, yapma ve hissetme biçimlerinde bir dönüşüm yaşandı.

Savaş sonrası döneme atfettiğim bu değişimlerin, asırlık bir eğilimin devamından ibaret olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Hıristiyanlık tarihinin büyük bir kısmının ortaya koyduğu gibi, yönetenler ve onların emrinde çalışanlar, insanları, kendi hayatlarının sorumluğunu almaya teşvik ederek bu hayatları belirleyen politik ve toplumsal koşulları dikkatlerden kaçırmaya çalışırlar. Adam Smith ve Karl Marx’ın gayet iyi bildiği gibi, bireysel sorumluluk vurgusu, ilk evrelerinden itibaren kapitalizmin yapısal bir parçası olmuştur.    

Ama, günümüzde bu vurgu abartılı bir hal aldı. Psikoloji ve psikoterapinin kültürümüz üzerindeki nüfuzu arttıkça, kişisel talep ve teknolojilerde de bir patlama yaşanıyor ve bireyler kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almaya mecbur bırakılıyor. Geleneksel rol ve âdetlerin yükünü üzerinden atan günümüz insanının, eğitimi, işi, evi, yaşam biçimi ve ailesi hakkında durmadan yeni kararlar alması gerekiyor. 

 

Özelleştirilmiş Umudun Kökenleri

Yeni Sol ve 1960’lar

Günümüzde toplum bireylerin kuşatması altında. Oysa, 1950’lerde ve 1960’ların başlarında, bireyler kendilerini toplumun kuşatması altında hissediyorlardı. 1960’larda aklı ermeye başlayan nesil için Allen Ginsberg’in Uluma’sı (1955), ve aynı şekilde, Herbert Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan’ı (1964), ezilen bireyi resmediyordu. Bu yazarlardan ikisi de, kendi değerlerine ve egemen pratiklerine alternatif oluşturabilecek her şeyi boğan bir toplumsal sistem tarif ediyordu ve her ikisi de, bu cendereden bir çıkış yolu arayanlara mühimmat sağlıyordu. 

 

 

 

Yeni Sol, birçok açıdan Ginsberg ve Marcuse’nin tarif ettiği duruma bir tepki olarak doğdu – Barışçıl Öğrenci Eşgüdüm Komitesi, Konuşma Özgürlüğü Hareketi, Demokratik Bir Toplum için Öğrenciler ve kadın hareketini bu bağlamda örnek olarak sayabiliriz. Kişisel olanın politik olduğuna kani olan Yeni Sol’un mensupları, eylemciliklerinin merkezine bireysel deneyim ve ihtiyaçları koydular ve katılımcı demokrasiye vurgu yaptılar. Bu projeler (ve bunların yanı sıra kıyafet serbestliği, uyuşturucu deneyleri, uzun saç, cinsel özgürlük ve yeni müzik türlerinde yaşanan patlama), egemen kültüre savaş açtı. 60’lar dalgası, biri daha politik, diğeri daha (karşı-)kültürel iki farklı akıma ayrıldığında bile, bireysel özgürleşmede ısrar etmekten vazgeçmedi. Mark Lilla ve Tony Judt gibi normalde isabetli tespitleriyle bilinen gözlemciler, bu özelliğinden ötürü Yeni Sol hareketin toplumsal adalete olan örgütlü ve disiplinli bağlılığını yadsıdılar ve 60’ları bir tür kendi-bildiğini-oku bireyciliği çağına indirgediler.    

Yeni Sol’un politik eylemciliği, devrimci değişime ivme kazandırdı: kadınların ve eşcinsellerin özgürleşmesi; Güney’de ırk ayrımcılığına son verilmesi ve gelişmiş dünyadaki ırkçılığa karşı daha geniş çaplı saldırı. Fakat, bu değişimlerin, Yeni Sol’un paradoksuna işaret eden bir başka yönü daha vardı. Bu özgürleşme hareketlerinin bireyleştirici ve özelleştirmelerin önünü açan bir etkisi oldu. Kişisel olanı politikleştirerek ve özgüven pompalayarak –“siyah güzeldir” gibi sloganları düşünün– insanları politikanın alanından uzaklaştırıp bireysel olanı yücelttiler.   

 

Esnek Kapitalizm ve Çalışma Dünyası

Bireysel özgürlük vurgusu, politik ve ekonomik güç dengelerinde yaşanan muazzam bir kaymaya eşlik etti. Gelişmiş toplumlar, 1970’lerden bu yana, neoliberalizm adıyla bildiğimiz, küreselleşmiş, enformasyon-güdümlü kapitalist taarruza destek verdiler. Yeni kapitalizmin alamet-i farikası sayılabilecek güvencesiz çalışma koşulları, kendini hep bir sonraki hamleye hazırlayanları ödüllendirirken, işçilerin, işverenlere karşı kendilerini toplu olarak korumalarına sağlayabilecek uzun soluklu ilişkiler kurmalarına izin vermiyor.  

Başkalarıyla birarada çalışılan işlerin sayısı azaldı; oysa eskiden, bu birliktelik bir dayanışma duygusu yaratırdı. Şimdilerde emek, bireyselleşmiş durumda; dayanışma duygusunun kaybı da, sık sık iş değiştirme, kendi sorumluluğunu alma ve evde çalışma “özgürlüğüyle” telafi ediliyor. Esnek kapitalizm, “prekarya”nın geçici çalışma dünyasını yarattı – özgürlük adı altında, uzun ve ıstıraplı mücadeleler sonucunda konvansiyonel çalışma koşulları haline gelen şeylerden –yani sağlık yardımı, emeklilik, tatil ve hastalık izinleri ve Fraser’ın deyişiyle “bir sonuç alma umuduyla işyerinde memnuniyetsizliğini dile getirme şansı”ndan – mahrum olan prekarya.  

Bir sendikanın ya da hükümetin kolektif desteğinden mahrum, yalıtılmış bireyler olarak piyasaya atılan, sürekli “iş değiştirmek”ten ve yaşamları boyunca sık sık kendilerini “yeniden icat etmek”ten başka çareleri olmayan işçiler, iş eğitimleri yoluyla satılabilir vasıflar geliştirerek emeklerini durmadan pazarlama ve allayıp pullama ihtiyacı içindeler. Bir zamanlar, işçiler, kolektif olarak seslerini yükselttikleri takdirde koşullarını iyileştirebileceklerini biliyorlardı; şimdiyse, önlerindeki en iyi seçeneğin kendilerini korumak olduğunun farkındalar. Kendi derdinde olanlar, sınıf ve dayanışma deneyimi yaşayamazlar ve zaten bu türden deneyimlerle bir şey elde edeceklerini de tahayyül edemezler.

 

Kendini İcat Etmek

Umudun özelleştirilmesinin çarpıcı yönlerinden biri de, insanların kendilerini girişimciliğin penceresinden, toplumsal sermaye yığılmaları olarak görmeye başlamaları. Siyaset kuramcısı Wendy Brown, Halkın Çözülüşü’nde, bunu, neoliberalizmin hayatı baştan sona ekonomik terimler üzerinden tarif etmesine bağlıyor. Bu durumla bağlantılı olarak, insanlar, yaşamlarını, kasten ve bilinçli bir şekilde bir hayat hikâyesi olarak kurgulamaya teşvik ediliyor ve zorlanıyorlar. Kendini durmadan yeniden icat etme sürecinin, her şeyden önce, işyerine hâkim olan koşulların ve işçilerin sürekli olarak kendilerini pazarlama ihtiyacı içinde bırakılmasının bir sonucu olduğunu ileri sürmüştüm. Bu sürecin bir diğer kaynağı ise, kendi hayatlarımızın kontrolünü elimize almamızı ve kendi hikâyelerimizin etkin özneleri olmamızı buyuran psikoterapi.  

Toplumsal olanın özelleştirilmesi de, bu sürecin ayrılmaz bir parçası. İnsanın hiçbir zaman tam olarak kendi hikâyesinin efendisi olmadığını; insan yaşamlarının “kişinin kendi seçtiği koşullar altında” değil, “halihazırda var olan, verili ve tarihten aktarılmış koşullar altında” biçimlendiğini söyleyen Marx’a karşı çıkmak kolay değil. Ama biz yine de durum bunun tersiymiş gibi yapabiliriz ve inatla yapıyoruz da. Toplum kuramcısı Zygmunt Bauman, bu durumu şöyle tarif ediyor:  

 

Çağımızda anlatılan hikâyelerin ayırt edici özelliği, bireysel yaşamları, bireylerin yazgısını, bir bütün olarak toplumun işleyiş biçim ve araçlarına bağlayan zincirlerin izini sürme olasılığını dışarıda bırakan ya da bastıran (ifade bulmaktan alıkoyan) bir şekilde anlatmaları. Daha açık bir şekilde söyleyecek olursak, [günümüzün hikâyeleri], toplumun işleyiş biçim ve araçlarını, bireysel yaşam uğraşlarının irdelenmeyen arka planına havale ederek ve hikâye anlatıcılarının ne bir başlarına ne de birarada karşı koyabilecekleri ya da müzakere edebilecekleri “kaçınılmaz olgular” olarak takdim ederek, sorgulama dışı bırakıyorlar.

    

Bauman sözlerine şöyle devam ediyor:

İnsanların ömrünü şekillendiren birey-üstü etmenler düşünce ve görüş alanının dışında bırakılınca, “güçleri birleştirmenin” ve “omuz omuza durmanın” katma değerini tespit etmek kolay olmuyor ve insanlık durumunun, bir başka deyişle, bütün insanlığın içinde bulunduğu müşkül durumun şekillenme biçimini ele alma dürtüsü, eleştirel olarak ele almayı bırakın, ya zayıflıyor ya da tümden yok oluyor. 

 

 

İnsanların kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almaları, toplumsal ilişkiler kurma ve dayanışma yetisinin kaybolmasına katkıda bulunuyor. Aynı zamanda, umudun yer değiştirmesine işaret ediyor. Bir zamanlar toplumsal alana ait olan enerjiler, buradan alınıp kişisel yaşamlara aktarıldığında, tuhaf ve dikkat çekici bir şey oluyor. Kolektif sorunlara kolektif çözümler bulma yetisi zayıflamakla kalmıyor; bunların kolektif sorunlar olduğu hissi de ortadan kalkıyor. Bireyler bu sorunlardan bireysel olarak sorumlu tutulduğunda, bu sorunların altında yatan toplumsal sebepler ve yarattıkları toplumsal ıstırap mucizevi bir şekilde ortadan kalkıveriyor. Fakat bu, söz konusu sorunları çözme enerjisinin de yok olduğu anlamına gelmiyor; aksine, biz daha nedenini anlayamadan, hüsranla sonuçlanmaya mahkûm tuhaf ve yersiz bir güçlenme hissi oluşuyor. Bireysel alana havale edilen umut, tatmin edilmesi mümkün olmayan bir tür bağımlılık halini alıyor.  

Ulrich Beck’in deyişiyle, “sistemden kaynaklanan çelişkilere biyografik çözümler” bulmaya mahkûm edilen insanlar; toplumsal varlıklarının izini kaybediyorlar. Beck’e göre, “bunun sonucunda, kurumlar ve toplum tarafından üretilen risk ve çelişkilerin öznelleştirilmesinin ve bireyselleştirilmesinin önündeki tüm engeller kalkıyor”.

Son yıllarda, değer, fikir ve tavırlara yeni bir yön veren, son derece etkili, iyi örgütlenmiş ve muazzam miktarda paralar dökülmüş bir girişime tanıklık ettik. Cato Institute ve Heritage Foundation gibi sağcı düşünce kuruluşları için çalışan yazarlar, kamusal alanı, bir ilerleme ve değişim mahalli olarak görmekten vazgeçmemizi öğütleyip durdular. Kolektif eyleme karşı kinik bir tavır takınmamızı telkin edip, onun yerine bireysel sorumluluk, kişisel inisiyatif ve özel etkinliklerin önemini vurguladılar. Bu kinik mesajların halihazırda sahip olduğu etki, şaşırtıcı bir şekilde, Batılı refah devletlerinin geçici olarak desteklediği esenliğin bir ürünü olabilir. Bu refah devletlerinin tasasız yurttaşlarının, “bireysel özgürlük, serbestlik, kişisel sorumluluk lakırdılarını ve özelleştirmenin, serbest piyasa ve ticaretin nimetleriyle ilgili retoriği” yutmaya dünden hazır olduğu ortaya çıktı. David Harvey’ye göre, otuz beş yıllık sosyal demokrasi döneminde etkisini yitirmiş gibi gözüken “kapitalist sınıf iktidarını yeniden tesis etmeye ve  pekiştirmeye yönelik gaddarca politikalara” meşruiyet sağlayan bir retorik bu.      

 

Ronald Aronson’un 26 Nisan 2016’da Boston Review’da yayınlanan The Privatization of Hope başlıklı yazısından kusaltılarak çevrildi.