/ Türk Modernistler / Paris’teki Öncüler: Hale Asaf, Fikret Muallâ

10/7/2014 / skopbülten / Necmi Sönmez

 

 

 

Osmanlı burjuvazisine mensup bir aileden gelen Hale Asaf (1905-1938), 1919’da Roma’da, ressam teyzesi Mihri Müşfik Hanım’ın yanında resim çalışmaya başladı.[1] Bir süre Paris’te (1920) yaşadıktan sonra Berlin’e geçip, 1920-1924 yılları arasında Berlin Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğrenim gören sanatçı, İstanbul’a döndüğünde bir süre Sanayi-i Nefise Mektebi’ne devam etti.[2] 1925 yılında Maarif Vekaleti tarafından açılan Avrupa Konkuru’nu kazandıktan sonra, 1926’da Münih Akademisi’nde, 1927’te ise Paris’te Académie Lhote ve Académie de la Grand Chaumiére’de birer yıl öğrenim gördü. İstanbul’a geri dönüşü 1928 yılını buldu.[3] Aldığı bursa karşılık olarak Bursa Necatibey Kız Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak atandı. Bir yıla yakın bir süre Bursa’da kalan sanatçı, 15 Temmuz 1929’da kurulan Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nin etkinliklerine aktif olarak katıldı.[4] Asaf’ın bu yıllarda klasik çizginin dışına çıkma eğiliminde olduğu ve modern denemelere girdiği görülüyor. Kübizm öğretisine dayanan kurgusal bir yaklaşımı benimsediği de kaydediliyor.

Asaf, seramik sanatçısı İsmail Hakkı Oygar’la evliliğini bitirip, Akademi’deki görevinden[5] kendi isteğiyle ayrılarak, 1931 yılının sonlarında Paris’e gitti. Burada, daha önce hiçbir Türk sanatçısının sahip olmadığı bir kararlılıkla, bağımsızlığını inşa etmek için uğraş verdi. Hale Asaf, Cumhuriyet dönemindeki modernleşme hareketinin öğrencisi olarak olanaklarından yararlandığı Paris şehrine, arkasında hiçbir destek olmadan yerleşmeye karar verdiğinde, hem kendi sanatı, hem de modern Türk sanatı için önemli bir atılım gerçekleştiriyordu. Paris’te bağımsız yaşamaya cesaret eden ilk Türk sanatçısı olan Asaf, bu kararıyla Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri Paris’e gönderilen öğrencilerin geleneksel kariyer çizgisini altüst etmekle kalmıyor, farklı bir sanatçı duruşunun mümkün olduğunu da gösteriyordu. Şeker Ahmet Paşa’dan Hüseyin Gezer’e, Paris’e eğitim amacıyla gönderilen sanatçıların hepsi, yurda döndüklerinde kariyer basamaklarını hızla tırmanmış, devlet kurumlarında en üst konumlara kadar yükselerek memur statüsünde çalışmışlardı. Hale Asaf ise, henüz yirmi altı yaşındayken, Akademi’deki asistanlık görevini askıya alarak, hiçbir güvencesi olmaksızın Paris’e yerleşmeye gitmiş, sonuçlarına katlanacağı bir bağımsızlık mücadelesini başlatmayı göze almıştı. Bu mücadelenin, modern sanatın gündeme getirdiği bir sanatçı duruşu olarak Türkiye’de pratik bir geçmişi yoktu. Hale Asaf, modern Türk sanatında yeni bir sayfa açıyor, "bağımsız sanatçı"nın ilk örneğini oluşturuyordu.

1931 yılında yerleşmek için tekrar gittiği Paris’te, dönemin öncü sanatçılarıyla ve Fransız sanat camiasıyla yakın ilişkiler kurmayı başardı; çalışmaları çeşitli galerilerde sergilendi. O günlerde Hale Asaf, İtalyan yazar Antonio Aniante ile tanıştı ve onunla birlikte yaşamaya başladı. Arkadaşının kurduğu Galerie-Librarie Jeune Europe galerisinde yönetici olarak çalıştığı sıralarda, hem kendisinin hem de o dönemde Paris’te bulunan Türk ressamların (Nurullah Berk, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Salih Urallı) çalışmalarını sergiledi.[6]  Çok zor koşullarda sadece resim yaparak geçimini sağlayan Hale Asaf’ın vermiş olduğu "kutsal mücadelenin" modern Türk sanatı kapsamında eşi benzeri yoktur. Kısa süren ömrünün neredeyse yarısına yakın bir bölümünde Avrupa şehirlerinde modern resim dilini öğrenmeye çalışan ve öğrendiklerini pratiğe geçiren Asaf, bu şehirlerde gözlemlediği sanat akımlarına bağlanmadan kendi yolunu çizebilen ender sanatçılarımızdandır. Araştırmacı Burcu Pelvanoğlu bu konuyu şöyle yorumluyor:

 

Hale Asaf tüm sanat yaşamı boyunca araştırmacı bir tavır sergilemiş; başlangıçta konstrüktif bir desen anlayışını benimsemiş; bu anlayış, Almanya döneminde dışavurumcu anlayışla birleşmiş; İstanbul’daki öğrenciliği döneminde kesik fırça vuruşlarıyla ortaya koyduğu resimlerinde ya da açık hava çalışmalarında da geri plana çekilmiştir. Sanatçının Paris yıllarında başlangıçta Geç Kübizm kaynaklı araştırmaları ve uygulamaları olmuş; bu anlamda Geç Kübizm’i aslında Kübizm kaynaklı olan Art Déco’nun kıvrımlı hatlarıyla ve on dört yaşından beri öğrenmekte olduklarıyla birleştirerek bir bireşime varmış ve tamamen kendine özgü bir sanat anlayışı geliştirmiştir.[7]

 

Çocukluğundan beri hastalıklarla boğuşan Asaf’ın zayıf bünyesi sürekli doktor kontrolünde yaşamasını gerektiriyordu. Hayatını sadece sanatla kazandığı için kendisine iyi bakamayan sanatçı, İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde ciddi bir tutunma mücadelesi veriyordu. Hale Asaf’ın benzersiz yeteneğine ve çalışma azmine rağmen, hastalıkları sanatsal olarak ilerlemesine mani oldu. 31 Mayıs 1938’de kansere yenik düşen sanatçının çalışmalarının büyük bir kısmının İkinci Dünya Savaşı sırasında kaybolmasını büyük bir şanssızlık olarak değerlendirmek gerekir.

Günümüze pek az çalışması ulaşan Asaf’ın "bağımsızlık mücadelesi" ne yazık ki yakın çevresinde yer alan sanatçı arkadaşları tarafından da yeterince kavranamamıştır. Sanatçının genç yaşta Paris’te ölmesi "kader" addedilmiş, sonraki yıllarda birçok yazar onun yaşamını marjinalize ederek yorumlamıştır. [8] Hale Asaf’ın verdiği sanatsal mücadele ve çalışmalarında geliştirmiş olduğu özgün yorumlar yerine, zorlu yaşamının öne çıkarılmasını bir tür ötekileştirme çabası olarak değerlendirmek mümkündür. Asaf, klasik anlamda çok yetkin bir desen yorumuna sahip olmasına rağmen, bunu modern sanat geleneğine uygun olarak kübist, soyutlayıcı eğilimlerle zenginleştirerek kendine özgü bir yorum geliştirmiş bir sanatçıdır. Türkiye’deki resmî Sanat Tarihi çerçevesinde marjinalize edilen sanatçı hakkında üç temel vurgu yapılmaktadır: En başta Asaf, ‘kadın sanatçı’ olarak kategorize edilir. Daha sonra hastalıklarından bahis açılır ve son olarak da hakkında kaleme alınan her satırda kendisine bir nevi ‘zavallı’ muamelesi edilir. Oysa sanatçının günümüze ulaşabilen sınırlı sayıdaki çalışmaları sayesinde, kendisinin "özgüvenli", "cesur" ve "çalışmasının bedelini ödemeye hazır" bir karaktere sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.

Asaf, 1931’de kendi kararıyla Paris’e yerleşmeye gitmişti. Bu kentte İtalyan yazar Antonio Aniante birlikte yaşayan sanatçının aldığı bu kararlar, o yıllarda pek az sanatçıda görülen özgüvenin ve sanat tutkusunun yansımasıdır. Sanatçının, hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz Paris’teki son yıllarına dair pek çok önemli gerçeği ortaya çıkaran yazarın Abidin Dino olması da ilginçtir.[9]

1931-1939 yıllarında Hale Asaf’ın ürettiği çalışmalar, o yıllarda Paris’te etkin olan farklı sanatsal eğilimlerin (başta kübizm, soyut ve Yeni Figürasyon’un) bileşiminden oluşan bir karaktere sahiptir. Soyutlayıcı bir bakış açısına sahip olmasına rağmen figür resmini ısrarla sürdüren sanatçının özellikle kendi portreleri üzerine yoğunlaşarak yakalamış olduğu ifade zenginliği son derece etkileyicidir. Çalışmaları Librarie Galerie Jeune Europe’ta düzenli olarak sergilenen ve grup sergilerine katılan Asaf’ın kompozisyonlarında samimiyet ön plana çıkar. Sanatının en verimli döneminde kaybettiğimiz Hale Asaf, modern Türk sanatında bağımsızlık mücadelesini başlatan ilk sanatçı olarak sıradışı bir konuma sahiptir.

 

 

 

Hale Asaf’ın vefatından bir yıl sonra, 1939 yılında, yerleşmek amacıyla Paris’e gelen ikinci Türk ressamı, Fikret Muallâ (1903-1967) oldu. Çalkantılı bir yaşam süren Muallâ, hayatını sadece resim yaparak sürdürmeyi başardı. Muallâ, yerleşik düzene uyum sağlamasını zorlaştıran karakteri nedeniyle İstanbul sanat camiası tarafından önce ötekileştirilen, ardından da mitleştirilerek önyargılarla dolu söylencelerin konusu olmuş ilginç bir sanatçıdır.

1920-1928 yılları arasında ailesinin ve mesenlerin desteğiyle Münih ve Berlin Akademi’lerinde[10] öğrenim gören Fikret Muallâ, 1930 yılının başlarında İstanbul’a geldi. Dışavurumcu çalışmaları İstanbul’daki sanat elitleri tarafından yadırgandı. Alman ekolünde yetişen, orada öğrenim gören Muallâ, Ali Çelebi ve Zeki Kocamemi ile eşdeğer çalışmalar üretmesine rağmen, sanat muktedirlerinin hâkim olduğu İstanbul Akademisi tarafından görmezden gelindi.[11] Sanatçı, Berlin’de keşfettiği dışavurumcu tarzda üretim ve yaşama modelinin Türkiye’deki ilk örneğiydi. Açık sözlü ve eleştirel oluşu,  Dadaist tavırları benimsemesi nedeniyle, o yılların sanat camiasına damgasını vuran "sağ-sol" gruplaşmasında, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Arif Dino gibi aydınlarla omuz omuza, solcuların yanında yer aldı.[12]

Resimleri, desenleri, karikatürleri ve birbirinden ilginç sürrealist yazılarıyla Ses, Yeni Adam gibi dergilerde ismini duyuran Muallâ’nın çalışmaları, o dönem modernleşme çabası içine giren Türk sanatı açısından öncü bir karakter taşıyordu. Bohem hayatı, alkol bağımlılığı ve sık sık sinir krizleri geçirerek skandallara neden olması, hakkında üretilen söylentileri besledi; 1936-1937’de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde Neyzen Tevfik’le birlikte tedavi gördü. Yaşadığı zorlu süreçte, İstanbul’da modern sanatı destekleyen bir çevre (en başta eleştirmen Fikret Adil, koleksiyoner Cimcoz ailesi, Arif ve Abidin Dino, Bedri Rahmi ve Sabahattin Eyüboğlu kardeşler) tarafından korunan Muallâ, çeşitli işlere girip çıksa da, düzenli bir hayat kurmak istemiyordu. 1938 yılında New York’taki Dünya Fuarı’nda Türkiye pavyonunun  sorumluluğunu üstlenen Abidin Dino, yakın arkadaşı Muallâ’ya İstanbul manzaralı resimler sipariş etti ve eline bir miktar para geçmesini sağladı. Birikimleri ve babasından kalan mirasla Paris’e yerleşmeye karar veren Muallâ’yı, 31 Aralık 1938 tarihinde Sirkeci Garı’ndan ressam Avni Arbaş ile Edip Hakkı Köseoğlu uğurladılar.[13]

İkinci Dünya Savaşı’nın arefesinde Paris’te Muallâ’yı oldukça zor günler bekliyordu. Alkol bağımlılığı artan, sefaletle boğuşan sanatçı, bu koşullara rağmen Montparnasse’daki kahve ve lokantalarda resimlerini satmayı başarıyordu. O yıllarda Paris’te bulunan Türkler, özellikle de 1945 sonrasında Paris’e gelen İstanbullu sanatçı ve aydınlar tarafından korunup kollanan Muallâ’nın çalışmaları Galerie Dina Vierny (1954, 1955), Galerie Marcel Bernheim (1957, 1958) ve Galerie Bruno Bassano’da (1964’ten sonra birçok kez) düzenli olarak sergilendi. Ayrıca sık sık müzayede salonlarında görülmeye başlandı. Paris kahvelerini, bulvarlarını, sirklerini, parklarını ve sokaklarını resimlerine konu eden sanatçı, figürlü kompozisyonlarında kendine özgü bir tarz oluşturmuştu. O yıllarda yıldızı giderek parlamaya başlamış, 1950’lerin sonunda artık ‘mit’ konumuna gelmişti. Paris sanat camiası Muallâ’yı Parisli bir sanatçı olarak görüyor ve destekliyordu. Bu bağlamda, ünlü sürrealist ‘ilham perisi’ Youki Desnos tarafından kaleme alının Moualla kitapçığını özellikle anmak gerekir.[14]

Hamilerine her ay belli sayıda resim vererek yaşamını sürdüren sanatçının sağlık sorunları giderek artıyordu. 1953 ve 1956 yıllarında Sainte-Anne Akıl Hastanesi’ne yatırıldı. Burada gördüğü tedavi neticesinde biraz kendine gelen sanatçının hastanede kaldığı süre boyunca ürettiği desenler ve kaleme aldığı metinler, sanat yaşamı açısından bir zirve niteliğindedir.[15] Bu desenlerde ve mektuplarda karşılaştığımız kırık dökük cümleler, uydurma sözcüklerle taçlandırdığı çift anlamlılıklar, onun aynı zamanda bir dil ustası olduğunun kanıtıdır.[16] Nüanslarına varıncaya dek hâkim olduğu eski Osmanlıca ve Fransızcasıyla, küfür yazdığında mükemmelleşen Almancası ve kendisine özgü Türkçesiyle Muallâ, gerçek bir kara mizah ustasıydı. Sözcükleri evirip çevirerek özgün oyunlar yaratma mahareti, renkleri ve çizgileri kullanırken sergilediği içtenlik ve ustalıktan hiç de geri kalmıyordu. Hastalığının, depresyonlarının etkisiyle günlük hayatını sürdürmesi giderek zorlaştığında, son destekçisi Madame Anglès tarafından Güney Fransa’daki Reillanne köyüne gönderildi. 1962’de Muallâ’yı, bir ucu Sirkeci’de olduğu için hiç sevmediğini söylediği Lyon Garı’ndan yaşamının son yıllarını geçireceği Fransız taşrasına yolcu eden Abidin Dino, bu ayrılık günü hakkında aşağıdaki etkileyici satırları kaleme almıştı:

 

1962 yılının onuncu ayında, soğuk, güneşsiz bir havada, Madame Anglès’in apartmanına geldim. Yukarıda Muallâ hazır bekliyordu, hatırladığım kadarı ile topu topu bir bavulu vardı, askere gidiyormuş gibi… Ölü yılan gibi upuzun tren, hazır bekliyordu… Öpüştük. Bizler trenden indik. Ressam pencereye gelip yaslandı. Kampana çaldı, el salladık birbirimize… Muallâ bir daha Paris’i görmeyecekti. Artık mektuplaşacaktık tek tük. Bir daha karşılaşamayacaktık. Buluşuruz, görüşürüz dedikse de, nafile, ölüm araya girdi, kesinkes.[17]

 

Fikret Muallâ, 20 Temmuz 1967’de vefat ettikten sonra Manne kasabasındaki kimsesizler mezarlığına gömüldü. Daha sonra kemikleri, Emel Korutürk’ün çabalarıyla, 3 Haziran 1974’te Türkiye’ye getirilerek İstanbul Karacaahmet’teki anıtmezara konuldu. Resimlerinin sık sık sergilenmesi, hakkında art arda kitaplar yayınlanması[18] sanatçıyı popülerleştirdi. Bu durum resimlerinin sahtelerinin yapılmasına da neden oldu. Muallâ’nın belirli çevreler tarafından marjinalleştirilmesine, hakkında yapılan manipülasyonlara karşı Abidin Dino’nun bir yıl boyunca çalışarak kaleme aldığı Gören Göz İçin Fikret Muallâ[19] (1975) monografisi, Türkçe’de bir sanatçı üzerine yazılmış en etkileyici eserdir. Muallâ’nın sanatına inanan Dino, bu eseriyle, Paris’te uzun yıllar hayatta kalma mücadelesi veren Muallâ’nın bağımsız ve ‘tekinsiz’ olmayı başardığını ve bunun bedelini ödediğini ortaya koymuş; kadim dostunun anısına adeta bir anıt-metin kurgulamıştır.

Hale Asaf ve Fikret Muallâ, ağır bedeller ödeyerek, yaşamlarını ortaya koyarak inşa ettikleri sanatlarıyla, 1945’ten sonra onları takip ederek Paris’e giden genç sanatçıları yüreklendirdiler. Genç sanatçıların örnek aldığı birer model oldular. Öğrenci bursuyla, devlet memuru statüsüyle Paris’te yaşayan sanatçılardan farklı bir varoluş modelinin mümkün olduğunu gösterdiler. Asaf ve Muallâ, bir deniz feneri gibi genç kuşak sanatçıların yolunu aydınlatırken, sanatın ve sanatçının ancak özerk olduğunda özgürleşebileceğini de kanıtladılar.

 



[1] Burcu Pelvanoğlu, Hale Asaf: Türk Resim Sanatında Bir Dönüm Noktası, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007) s. 72.

[2] A.g.e., s. 77.

[3] A.g.e., s. 80-82.

[4] A.g.e., s. 85.

[5] Asaf, Bursa’daki resim öğretmenliği görevini İstanbul Akademisi’nde Namık İsmail’in öğretmen yardımcılığını üstlenmiş olan Mahmud Cûda ile değiştirerek, o zamanlar “becayiş” olarak isimlendirilen yer değişimi sayesinde İstanbul Akademisi’nde çalışmaya başlamıştı. Aktaran, Burcu Pelvanoğlu, a.g.e., s. 85.

[6] A.g.e., s. 96.

[7] A.g.e., s. 139-140.

[8] Nurullah Berk ve Taha Toros bu yorumcuların başında gelir.

[9] Abidin Dino, Antonio Aniante’yi ziyaret ederek Hale Asaf’ın son yılları hakkındaki önemli bilgileri içeren yazısını Milliyet Sanat dergisinde, 1 Kasım 1991’de “Sanat fedaisi bir büyük ressam: Varla yok arasında Hale Asaf” başlığıyla yayınlamıştı.

[10] Taha Toros, Fikret Muallâ 1903-1967 (İstanbul: Akbank Yayınları, 1986) s. 17.

[11] Abidin Dino’ya, 10 Eylül 2000 tarihinde Paris’teki bir sohbetimizde Fikret Muallâ’nın neden d Grubu’na katılmadığını sormuştum. Dino, sanatçının mizacı gereği hiçbir grupla uzlaşmadığını, o yıllarda tamamı Akademi’de çalışan d Grubu kurucularıyla arasının hiç iyi olmadığını söylemişti.

[12] Abidin Dino, Ara Güler, Fikret Muallâ, (İstanbul: Cem Yayınları, 1980) s. 67.

[13] A.g.e., s. 99.

[14] Youki Desnos, Moualla, Fequet et Baudier, Paris 1958. Bu metin daha sonra 1995’te Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde 1995’te açılan Fikret Muallâ sergisi kataloğunda Ferit Edgü çevirisiyle yayınlanmıştır.

[15] Abidin Dino, bu bunalım sürecinde sanatçının sayıklamalarının bir çeşit destan düzeyine eriştiğini belirmekte (a.g.e., s. 100) ve bu konuda şu önemli açıklamayı yapmaktadır: “Bunlar, Fikret Muallâ’nın başına dünyanın dar geldiği bir dönemde, gerçek ya da düşsel düşmanları ile hesaplaştığının resimleridir.” (a.g.e., s. 195) Sanatçının bu döneminde defter olarak ürettiği çalışmalarının pek azı parçalanıp yaprak yaprak satılmadan günümüze dek bütünlüğünü koruyabilmiştir. Dino’nun Albastı Günlüğü adını verdiği bu çalışmaları hakkında bilgi vermesi açısından, Ferit Edgü tarafından yayınlanan Çakallar isimli kitabın özel bir önemi vardır: Fikret Muallâ, Çakallar (İstanbul: Ada Yayınları, 1977).  

[16] Fikret Muallâ, Dostlara Mektuplar, yay. haz. Ferit Edgü (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995).

[17]Abidin Dino, Ara Güler, Fikret Muallâ, (İstanbul: Cem Yayınları, 1980),s. 82.

[18] Nurullah Berk, Orhan Koloğlu, Fikret Muallâ, Hayatı, Sanatları, Eserleri, (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1971); Ferit Edgü, Çakallar, (İstanbul: Ada Yayınları, 1977); Taha Toros, Fikret Moualla (1903-1967), (İstanbul: Aksanat Yayınları, 1986); Fikret Muallâ, Dostlara Mektuplar, yay. haz. Ferit Edgü, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995); Orhan Koloğlu, Fikret Mualla Bir Garip Kişi (İstanbul: Boyut Yayınları, 2003).

[19] Abidin Dino, Ara Güler, Fikret Muallâ, (İstanbul: Cem Yayınları, 1980; İkinci baskı: İstanbul: Dünya Yayınları, 2006.) Dikkatsiz ve özensizce hazırlanan ikinci baskı birçok eksiklik içermektedir.

Türk modernistler