/ Tezler / Minimal Sanatta Form ve Mekân İlişkisi

7/12/2016 / skopbülten / Bülent Bulduk

 

Donald Judd, Untitled (İsimsiz), 1977.

 

“İçeriği en aza indirilmiş sanat” olarak tanımlanan minimalizm, 1960’larda ortaya çıkmış bir akım olmasına rağmen 20.yy’ın daha hemen başlarında bazı sanatçıların çalışmaları ile ilk sinyallerini verdiği söylenebilir. Bu sanatçılar geleneksel formların bir türlü dışına çıkamayan zamanın kabullerini yıkmış ve kendi sanatsal duruşlarıyla yeni formatlar sunarak özgün bir dil oluşturmuşlardır.

20.yy’la birlikte yapıt-mekân ilişkisi de sorgulanmaya başlanmıştır. Rönesans’tan bu yana kabul edilen bir ön plandan hareket etmek ve ön plana perspektif aracılığı ile görünebilir bir derinlik izlenimi getirmek yerine, kübist ressamlar, sağlam ve tasvir edilen bir arka plandan hareket ederler. Böyle bir hareketle sanatçı, belli bir biçim seması içinde ön plana doğru çalışır”[1]. Gerçek nesneleri özgün bir biçimde resimlerinde kullanan kübistler, böylelikle resmi gerçek mekâna açan ilk sanat hareketi olmuştur. Günümüze kadar bir çok sanatçının referans noktası olarak aldığı Marcel Duchamp’ın “hazır-nesne”leri ise nesneyi bağlamından koparmaya yönelik bir girişimdir. Bundan böyle sanat yapıtı sınırsız bir mekân özgürlüğüne sahiptir. Çöplük birikintilerini, endüstri artıklarını resimlerine sokan Kurt Schwitters daha sonra bu nesnelerle bir mekânın içini düzenlemiştir. Mekânı ele geçiren bu türden işleri ‘mekân = sanat yapıtı’ydı. El Lissitzky de, tıpkı Schwitters gibi, bir insanın gerçekten içine girebileceği, deneyimleyebileceği üç boyutlu bir mekân tasarlamıştır. Bu iki sanatçı yerleştirmelerin bir nevi öncüsü olmuştur. Gerçeküstücüler ise nesneleri kendi doğal ortamlarından çıkartarak şaşırtıcı, düşsel bir ortama taşıdılar.

 

 

İlhan Koman, Sonsuzluğa..., 1986, Sonsuzluk Eksi Bir serisinden.

 

20.yy’da sanatta gelişen saflaşma eğilimi ya da minimal eğilimler sürecinde bazı sanatçılar, sembolik bir dil kullanarak kendilerini ifade etmeye başladılar. Semboller ve imgeler, sanatçının renk ve biçimleriyle birleşip yapıtı ortaya çıkaran unsurlar oldu. Bu durum soyut sanata giden bir yol olmuştur. Soyut sanatla birlikte sanatçılar nesne ötesine, görüntünün ardına ya da aşkın bir varlığa ulaşma çabası içine girdiler. Sanatçılar saf olanın peşine düştüler ve objesiz sanata doğru kaymaya başladılar. “Resmine zararlı olduğu gerekçesiyle doğal görüntüleri ilk eleyen ressam Vassily Kandinsky”[2], resmi “sıfır noktası”na çeken Kazimir Maleviç ve resim yüzeyinde derinlik yanılsamasına gerek olmadığını düşünen Piet Mondrian bu eğilime öncülük etmişlerdir.

Bu sanatçılarla başlayan saflaşma süreci minimal sanatla doruk noktasına ulaşmıştır. 1960’larda ABD’de ortaya çıkan minimalizm, bir yandan soyut dışavurumculuğun romantik tavrına, diğer yandan da optik yanılsamaya dayanan Pop Art ve Op Art’a karşı bir tepki niteliğindedir. “Minimal Art ile resim ve heykele bambaşka bir disiplin gelmiş, form ve mekân anlayışından tutun da, plastik sanatları ilgilendiren hemen her öğe Minimal Art'ta değişime uğramıştır.”[3] "Sanat sanat içindir " ilkesini yücelten minimal sanatta resim ve heykelde bir anda göze çarpan düzen ve bütünlük önemlidir. Minimalistler resimlerinden artistik biçimleri, renkleri atmışlardır. Tuvallerin formlarını oluşturan sınırları yapıtlarına dahil etmişlerdir. Mekân resimlerin bir elemanı haline gelmiştir. Heykeltıraşlar ise yapıtlarında geleneksel heykelin vazgeçilmezi olan “kaide” unsurunu ortadan kaldırmışlardır. Sanatçılar heykelin yer alacağı mekânla ilişkisini sorgulamış, işlerini mekâna göre şekillendirmiş ve sergilemişlerdir.

 

 

Richard Serra, Sequence (Diziliş), 2006.

 

Ancak 1960’ların sonuna gelindiğinde minimalizm bir çok yönden eleştirilmeye başlanmıştı. Geometrinin dayattığı sınırlar, hayattan kopma ve el işçiliğinin neredeyse yok sayılması bu eleştirilerden bazılarıdır. Bir süre sonra çeşitli gruplardan genç sanatçılar minimalist estetiğin değerlerini yeni, umulmadık noktalara taşımıştır. Post-minimalistler olarak anılan bu sanatçılar minimal sanatın aşırı biçimciliğinin aksine kalıcılığı olmayan, geçiciliği vurgulayan biçimsel özellikleri kullanmışlardır.

Batılı anlamda görsel sanatlarla 18.yy’ın sonlarında tanışan Türkiye ise Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber yeni yönelimlere sahne olur. Ancak bireysel ve özgün çıkışlar 1950’lerde başlar. Bu tarihten itibaren sanatçılar soyutlamaya yönelirler. 60’lara gelindiğinde Türk plastik sanatları dünyadaki örneklerine paralel bir şekilde saf soyuta ve minimal sanata uzanan bir anlayışta örnekler vermiştir. Bugün ise hem ressamlar hem heykel sanatçıları yapıtlarında minimal formları sıklıkla kullanmaktadır.[4]

 

Yazar: Bülent Bulduk

Danışman: Yrd. Doç. Cemil Ergün ; Yrd. Doç. Devabil Kara

Yer Bilgisi: Marmara Üniversitesi / Güzel Sanatlar Enstitüsü / Resim Anabilim Dalı

Türü: Yüksek Lisans

Yılı: 2007

 

 


[1] İsmail Tunalı, Felsefenin Işığında Modern Resim (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1992), s. 164.

[2] Mehmet Yılmaz, Modernizmden Post-modernizme Sanat (Ankara: Ütopya Yayınevi, 2006), s. 63.

[3] Özkan Eroğlu, “Minimal Art”, Yapı Dergisi, sayı 199 (İstanbul 1998), s. 121.

[4] Bu metin, tezin Yükseköğretim Kurulu Ulusal Tez Merkezi’nde yayınlanan özetinden alınmıştır. Tezin tamamına https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tarama.jsp sayfasından ulaşabilirsiniz – e.n.

tez tanıtımı