Tarlabaşı'nda Sanat: Yıkıma Kadar Görülebilir!

Son aylarda Tarlabaşı’nda sıradışı bir hareketlilik yaşanıyor. Hayır, yıkım için getirilen iş makinelerini, “Tarlabaşı yenileniyor” billboard’larının gizlemeye çalıştığı yıkıntıları kastetmiyoruz. Zira yıkım işlemleri bilmediğimiz bir nedenle fiilen durmuş vaziyette. Durgunluktan istifade, ilk yıkımların açtığı yoldan Tarlabaşı’na sızan yeni bir şeyler var. İlk önce yenileme projesine dâhil olan sokaklarda yazılamalar belirmeye başladı. Zamanla, özellikle Sakızağacı Caddesi boyunca şablonların sayısı hızla arttı. Bu öncü sokak işleri, arkadan gelecek yaratıcı dalganın habercisiygradi. Araştırmacılar ve fotoğrafçılar pervasızca Tarlabaşı sokaklarının görsel arşivlerini tutmaya koyuldular. Bu arada kapısı penceresi sökülmüş binalar ve balyozların bir süreliğine terk ettiği sokaklar, haziran ayında art arda üç sanat etkinliğine ev sahipliği yaptı. Önce Marmara ve Mimar Sinan üniversitelerinde okuyan güzel sanatlar öğrencileri Eski Çeşme Sokak’ta “terk edilmiş bir binada” adı “Division Unfolded: Tarlabaşı Intervention” (serbest çeviriyle “Zembereğinden Boşanmış Bölünme: Tarlabaşı Müdahalesi”) olan sergiyi düzenlediler. Molozlardan arındırdıkları binanın üç katında Tarlabaşı’ndaki yıkımlarla ilişkili, çoğu ağıt niteliğindeki işlerini sergilediler. Onların ardından aynı sokağın başında bu yıl dördüncüsü düzenlenen bağımsız görsel sanatlar ve müzik festivali VJ Fest çerçevesinde yine “terk edilmiş binalarda” mapping tekniğiyle “görsel dönüşüm” adlı bir video-müzik etkinliği gerçekleşti. Birkaç hafta sonra, aynı “terk edilmiş yapıların” arasında “Heyt Be!” fanzininin graffiti sanatçılarının performansları ve canlı müzik eşliğinde gerçekleştirilen sergi açılış partisi yapıldı. Genç sanatçılar, hipster’lar, neohippiler, Erasmus öğrencileri Tarlabaşı sokaklarını doldurdu.

 

        

 

“Terk edilmiş binalar” mı?

Öncelikle bütün bu etkinliklere ev sahipliği yapan, ruhunu veren bu yıkıntılar neyin nesiymiş, hatırlayalım; zira üç etkinliğin çağrısında da kullanılan “terk edilmiş” ifadesi, etkinlikleri düzenleyenlerin Tarlabaşı’nda yaşananlardan bîhaber olduğunu gösteriyor. Aslında herkesin malûmu, bahsi geçen binalar öylece terk edilmedi, sokaklar birdenbire ıssızlaşmadı. Süreç 5366 sayılı “Yıpranan Tarihî Ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması Ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun” –nam-ı diğer “Beyoğlu Yasası”– kapsamında Tarlabaşı’nın 2006’da yenileme alanı ilan edilmesiyle başlamıştı. Bu yasa, ilk kurbanı Sulukule örneğinde de açıkça gördüğümüz gibi, yüksek rant değerine sahip kent içi alanların “çöküntü alanı” (“yıpranan”) ilan edilmelerini takiben devlet eliyle sermayenin yatırım alanı haline çevrilmesini  (“yenilenerek”) sağlıyor. Yasa marifetiyle yenileme alanlarında ikamet edenler, kiracı-mülk sahibi ayırt edilmeden, yerinden ediliyor (“yaşatılarak”), korunduğu iddia edilen yapıların yerine elitler için konut, ofis, otel vb. inşa ediliyor (“kullanılması”). Ezcümle, bu yasa yeni bir sermaye birikim modelinin, yeni kentsel yaşam tarzının ve istenmeyen toplumsal grupları zorla yerinden etmenin hukukî yolu olarak işlev görmekte.

Dönelim Tarlabaşı’na.. Çalık Holding iştiraki olan GAP İnşaat’ın Bülbül, Çukur ve Şehit Muhtar mahallelerinde 278 binayı ve sokakları kapsayan projenin ihalesini 2007’de kazanmasının ardından yeni Tarlabaşı vizyonunu tanıtan afili planlar yayınlandı. Planlara göre yatırımcı için kârlı olmadığı için yıkılan binalar ada bazında birleştiriliyor, butik otel, alışveriş merkezi ve konut olarak yeniden işlevlendiriliyor. Yapıların cepheleri ise Demirören AVM’de tanık olduğumuz şekilde korunuyor. Tarlabaşı Yenileniyor web sitesinde paylaşılan imajlara baktığımızda, arzulanan Tarlabaşılı profilini çözmekte güçlük çekilmiyor: Müstakbel mahalle sakinlerinin vazgeçilmez ulaşım aracı Vespa, üretim araçları ise omuzlarında taşıdıkları laptop çantaları. Sokaklarda sarışın sevimli çocuklar bir an önce koşuşturabilsin, alışverişten çıkan çiftler café’lerde frappe’lerini yudumlayabilsin diye, yüzde 70’i Kürt, Çingene ve evraksız göçmen kiracılardan oluşan eski Tarlabaşılılar el çabukluğuyla yerinden edildi, bazı binalara acil kamulaştırma adı altında komik fiyatlara el konuldu, “şanslı” olanlar da Kayabaşı TOKİ binalarında borçlanarak ev sahibi yaptırıldı.

 

“Yıkıntı Pornosu”

Tüm bunlardan geriye şimdilik Tarlabaşı’nın yüzde 3’üne tekabül eden, yaklaşık 20 bin metrekarelik bir yıkıntı alanı kaldı. Yenileme planının açıklanmasıyla birlikte proje dışında kalan alanın girişimcilerin iştahını kabartarak kendiliğinden dönüşmesi ve nihayetinde Tarlabaşı’nın Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın deyimiyle “İstanbul’un Champs Elysees’si” haline gelmesi planlanıyor. Yakın zamanların en distopik kentsel görüntülerinden biri olarak zihinlere yerleşecek dozer tepesine çıkartıldığı binaları yıkarken Tarlabaşı, geçici sakinlerini ağırlamaya başlamıştı bile: Sokak sanatçıları ve kent maceracıları. Yıkım öncesi ipteki çamaşırları, çocukları, kapı önündeki kadınları ve atölyelerde terleyen erkekleri görüntülemeyi tercih eden fotoğrafçılar artık boş binalar içerisine süzülüyor; eline sprey boyasını kapan, yakalanma tehlikesinden âzâde “işini görüyor”. Kısa bir süre önce birilerinin evi, işyeri olan binaların cepheleri yıkıldıkça, kapıları söküldükçe, bir zamanlar suç yuvası addedilen sokaklar da kamuya açık sanat galerisi haline gelmeye başlıyor.

A Field Guide to Getting Lost (2005) adlı kitabında Rebecca Solnit, kentsel yıkıntılar ve punk müziğin doğuşu arasında bir yakınlık kurar ve şöyle der: “Yıkıntılar bir kentin bilinçaltı, hafızası, bilinmezi, karanlığı, kaybedilmiş toprakları haline gelir ve kenti yaşanır kılar. Kentsel yıkıntı bir kentin ekonomik hayatının dışına düşmüş bir yerdir ve bir şekilde sıradan üretim ve tüketimin dışına düşen sanat için de ideal bir evdir…” Fakat yıkıntı gerçekten de ekonomik hayatın dışına mı düşer?

 

 

 

Geçmişte ABD ağır sanayiinin incisi, Fordizmin keşfedildiği, otomotiv endüstrisinin üç büyüğü Ford, Chrysler ve General Motors’un anavatanı olan Detroit’teki terk edilmiş binalar, yıkıntı ve piyasa arasındaki ilişkinin en çarpıcı örneğini oluşturuyor. 1970’lerdeki kriz ve ardından gelen ekonomik daralmayla ortaya çıkan “pas kuşağı”nın göbeğinde yer alan Detroit’in dört bir yanı, “kentsel çürümenin” sembolü olan harabe malikâneler, fabrikalar, oteller, tiyatro binalarıyla dolu. 2005’ten itibaren çektikleri terk edilmiş bina fotoğraflarını “Detroit’in Harabeleri” adlı bir kitapta toplayan Yves Marchand ve Romain Mefere, belki de küllerinden doğacak yaratıcı Detroit’in ilk adımlarını atmış olur. Arkası çorap söküğü gibi gelir: Gazeteciler, araştırmacılar derken, sanatçılar şehre akın eder. Son zamanlarda birinci dünyada kentsel çöküntünün Mekke’si haline gelen Detroit’te yıkıntılarla kurulan bu estetize edilmiş ilişki için “yıkıntı pornosu” ifadesi kullanılıyor. “Requiem for Detroit” (“Detroit’e Ağıt”) adlı belgeselin bu pornografik bakışı iyi ifade ettiğini belirten John Patrick Leary, bu tür ürünlere içkin olan pornografik öğeleri şöyle sıralıyor: Taşkın bir enkaz uzmanlığı, olan bitenin dayanılmaz uyarıcılığı karşısında duyulan arsız bir haz halini dengeleyen “insan eliyle üretilmiş Katrina”ya yönelik liberal sempati tavrı ve en önemlisi, yönetmenin zalimce “sokak zombileri” olarak adlandırdığı insanların yokluğu…

Yıkıntılarla kurulan bu pornografik ilişki, tanıdık meyvelerini çok geçmeden verir. Terk edilmiş binalar, boş oteller, tren istasyonları, fabrikalar genç yaratıcı sınıfın ilgisini çekmeyi başarır. Fotoğrafçılar, tasarımcılar ve sanatçılar yıkıntılar arasında kendilerine yer ararken, yaratıcı endüstrilerin yolu açılmaktadır. 2010’da kurulan Detroit Yaratıcı Koridor Merkezi’nin (The Detroit Creative Corridor Center) vizyonu çok açıktır: Kent, küresel tasarım ve yaratıcı innovasyon merkezi olmak için her türlü niteliğe sahiptir. Yetenek! Estetik! Marka! Altyapı! Merkez bu değerleri bir araya getirerek, yaratıcı topluluğu güçlendirecektir. Detroit pas kuşağından çıkıp yaratıcı koridora geçerken, harabeler sermayenin gözde mekânları haline gelir.

Detroit örneği bize kentsel yıkıntının sanıldığı gibi masum olmadığını açıkça gösteriyor. Elbette ki Tarlabaşı’ndaki durum Detroit’ten oldukça farklı. Detroit sermayenin kentten elini eteğini çekmesi sonunda harabe-kente dönüşürken, Tarlabaşı tam da sermayenin müdahalesiyle geçici bir harabe-bölgeye dönüştürülüyor. Detroit, İstanbul’da Cihangir ve Galata’da en sarih biçimde tanıklık ettiğimiz sanatçı eliyle soylulaştırma sürecini yaşarken, Tarlabaşı’nda devlet eliyle yürütülen soylulaştırmanın artçısı olarak klasik sanatçı soylulaştırma modeli gecikmeli olarak sokaklara intikal ediyor. Aktörlerin alana giriş sırası değişse de, her iki örnekte de, yıkık dökük binaların, ıssız sokakların özellikle alternatif/muhalif sanatçılar için benzer bir cazibe merkezi haline geldiğini görüyoruz.

 

Niyet ve akıbet

Kendini sanat olarak değerlendirsin ya da değerlendirmesin, projeden önce Tarlabaşı’nda nadiren görülen sokak işlerini nasıl değerlendirmeliyiz? Şüphe yok ki bu işlerin çoğu (“rant çıkmazı” şablonu, “resist, rebel, reclaim” yazılaması gibi) soylulaştırma projesinin farkında ve karşısında olarak bu bölgeye işleniyor. Benzer şekilde, yukarıda bahsi geçen Tarlabaşı müdahalesi sergisinin ve VJ Fest etkinliğinin “iyi niyetlerle” ve samimi duygularla alana indiğini, organizasyonları düzenleyenlerle yaptığımız konuşmalardan rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Her ikisinin de amacı, Tarlabaşı’nda olan biteni görünür kılmak. Fakat Foucault ve Barthes’tan öğrendiğimiz kadarıyla sanatçının ölümü fikri, bizleri niyet okumasından uzaklaşarak işleri bağlamında okumaya sevk ediyor. Ayrıca, bu tür mekân bazlı etkinlikler bizi müdahalenin ne olduğundan ziyade ne yaptığına, mekânla kurduğu ilişkiye, ürettiği toplumsallığa odaklanmaya zorluyor. Bu nedenle zaten, sanatsal ve politik kavramlar olmayan “iyi niyet” ve “samimiyet” meselelerini gönül rahatlığıyla rafa kaldırabiliriz.

 

 

 

Sokağa çıkmak, dışarıda iş üretmek uzun zamandır çağdaş sanatçıların gündeminde. Bugünün çağdaş sanat kurumlarının sanatçının muhalif olmasını, hayata karışmasını, toplumsal meselelere müdahil olmasını arzuladığını söylemek çok da abartılı olmayacaktır. Böylesi angaje işlerin politik nitelikleri ve soylulaştırma süreçleri bağlamında toplumsal ve ekonomik etkisi hâlihazırda tartışılıyor. Tarlabaşı’ndaki müdahalelere baktığımızda, yukarıda belirttiğimiz gibi, soylulaştırma meselesi çerçevesinde tersine bir süreç yaşandığını, alanın önce devlet eliyle sermayeye devredildiğini, sermayenin alanı “açmasının” ardından sanatçıların sokaklara doluştuğunu görüyoruz. Yani, bahsi geçen alan aslında sermaye tarafından ele geçirilmiş, yıkıma kadar istisnaî bir bölge olarak kendi haline terk edilmiş vaziyette. Yenileme için binalar boşaltılmadan önce bu alanda neredeyse hiçbir sanatsal müdahalenin olmadığı gerçeğini aklımızda tutarak, sermayenin sokakları “özgürleştirdiği” ölçüde sanatçılara muhalif işler üretmek için yer açtığını ileri sürebiliriz. Yani Tarlabaşı halkı burada yaşarken alana adım atamayan sanatçı vatandaş, halk sürüldükten sonra nihayet mahalleye teşrif ediyor.

 

“Yarın akşamın en sıradışı alternatifi”

Bu çerçevede böylesi bir alanda gerçekleştirilen geçici müdahalelerin ne yaptığı üzerine düşünmemiz elzem. Eski Çeşme Sokak’taki binayı temizleyerek arızî bir galeriye çeviren ve angaje işlerini sergileyen, daha sonra aynı binayı fanzin sergisi için kullanan sanatçılar mekânla nasıl bir ilişki kuruyor? Bu etkinlikler sermayenin yıkmak üzere boşalttığı binaları bir süreliğine yeniden işlevlendiriyor, doğru. Fakat bunu yaparken, arzuladıklarının tam tersine, yıkımı görünür kılmak yerine, proje alanını “cool” bir cazibe merkezine çevirerek yeni “hip” kullanıcılara açıyorlar. Twitter’da “Heyt be!” fanzininin sergi ve parti çağrısının “yarın akşamın en sıradışı alternatifi” olarak duyurulması bu durumun en aşikâr ifadesi. Sergiye örümcek ağı enstalasyonuyla katılan Francesco Lupo’nun yıkım alanını “özgür mekân” olarak nitelemesi radikal bir kafa karışıklığının bir göstergesi adeta.

Öncelikle, bir sokağı ya da bir binayı “ele geçirmek”, o mekânı özgürleştirmek anlamına gelmiyor. Bu üç etkinlikte de gördüğümüz vur-kaç tarzı mekânsal müdahale, özellikle Hakim Bey’in geçici otonom bölgeler fikrini andıracak biçimde, belli bir alanı bir süreliğine ele geçirerek iktidarın kontrolünden kaçan yeni yaratıcı birliktelikler ortaya çıkarmayı hedefler gibi duruyor. Fakat bu tür müdahalelerin politik marifetinin, kaçmaktan ziyade, ele geçirilen mekânı dönüştürerek yeni toplumsal ilişkiler geliştirmesinde saklı olduğunu vurgulamalıyız. Eğer galeri içinde kurulan ilişkiler ele geçirilen binada sürdürülüyorsa ya da VJ gösterileri bir kulüpten çıkarak dönüşüme uğramadan sokağa taşınıyorsa, bu etkinliklerde neye “vurulduğunu” ve neyin özgürleştiğini bir kez daha tartışmalıyız. Bu anlamda nereye, nasıl vurduğunuz, kaçışınızdan daha önemlidir. Dahası, kaçtığınızda arkanızda ne bıraktığınızı da düşünmeniz gerekir.

 

 

 

Diğer bir sorun da yıkıntıları “boş” alan olarak görmekten kaynaklanıyor. Tinercisinden evsizine, seks işçisinden çocuklara ve daha da önemlisi, hukuksuz yıkıma direnen mahalle sakinlerine kadar pek çok insan bu binaları ve sokakları kullanmaya devam ediyor. Yani yenileme alanı hâlihazırda devingen bir toplumsallığa sahip. Bu tür etkinliklerin sokakları olsa olsa bu insanlardan bir süreliğine geri aldığını söylemek sanırız çok da iddialı olmaz. Sokakları dolduran hipster kalabalık, sokakları varolan kullanıcılara kapatırken, bir yandan da proje tamamlandığında geri dönmek üzere ayaklarını alana alıştırır gibidir. Zira daha önceden girilemeyen alan olarak görülen bu bölgeye sanatçıların, galeri sahiplerinin bu etkinliklerle ilk defa adım attığını, korkulacak bir şey olmadığını gördüklerini dile getirdiklerini kulaklarımızla duyduk. Bu arada, bahsi geçen üç etkinliğin de Tarlabaşı’nı Taksim’den ayıran bulvarın verdiği tanıdıklık ve güvenlik duygusundan fazla uzaklaşmadan, projenin tam ortasında yer alan Sakızağacı Caddesi’nin bulvara en yakın ara sokağında düzenlendiğini de belirtmek gerekli. Benzer şekilde şablon ve yazılamaların da projenin sınırlarının bittiği noktadan daha aşağıya inmediğini, sanatsal yaratıcılığın “derin Tarlabaşı”yla karşılaşmaktan imtina ettiğini görmek için cadde boyunca biraz yürümek yeterli.

 

“İsyan, direniş, geri kazanım”

Halbuki sanatçılar biraz daha aşağıya inseler, yıkıma rağmen hem proje alanında hem de proje dışında kalan Tarlabaşı’nda hâlâ akıp gitmekte olan hayatla karşılaşacaklar. Burada insanlar yaşamaya devam ediyor ve bahsi geçen etkinliklerin, birkaç istisna hariç, yaşayan bu Tarlabaşı’yla bir bağlantısı yok. Bu noktada bu müdahalelerin yaşama karışma ya da yaşamı örgütleme gibi bir dertlerinin olmadığını iyice kavrayabiliyoruz. Yıkım alanı, işleri iyi gösteren seksî bir dekor sadece. Mekânla kurulan bu ilişkilenme biçimi “Tarlabaşı harabelerini” tarihsizleştirerek ebedî bir şimdiki zaman içerisine sıkıştırıyor, sermayenin yıkımını görünmez kılıyor, dahası, bu yıkımı cool bir arzu nesnesine dönüştürüyor. VJ Fest ertesinde duvarda beliren “Rebel, Resist, Reclaim” yazılamasına bakıp kalıyoruz: Kim neye isyan ediyor? Kim neye direniyor?  Neyi, kimden geri alıyor?

Peki ne yapmalı? Tarlabaşı’nı kendi haline mi bırakmalıyız? Hâlâ burada yaşayan ve dönüşümün ikinci etabında ikamet edenlerin ellerini güçlendirmek için, boşaltılan alanları yaratıcı direniş mevzileri haline çevirmek bir alternatif. Şüphesiz bu tavır, yaratıcılık kadar, örgütlenme, emek ve stratejik bir perspektif gerektiriyor. Böylesi uzun erimli örgütlenmelere tahammülü olmayan, anlık müdahaleleri tercih eden sabırsız yaratıcı zekâlar ise, belediye binasını, GAP İnşaat’ın ofisini ya da bulvar boyunca tertemiz duran reklam panolarını tual olarak kullanmayı seçebilirler.

 

Bu metin, Bir+Bir dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında yayınlanmıştır. Yazara ve dergi editörlerine teşekkürler.

http://birdirbir.org/tarlabasinda-sanat-yikima-dek-gorulebilir/

 

     

 

 

sokak sanatı, kentsel dönüşüm