/ Sürrealizm 1924-2014 / On Sekiz Saniye

 

 

 

Gece, sokakta bir kaldırım kenarında, sokak lambasının altında, karalar giyinmiş, sabit bakışlı, bastonuyla oynayan, sol elinde bir saat asılı duran bir adam. İbre saniyeleri gösterir.

Yakın planda saniyeleri gösteren saat.

Saniyeler perdede sonsuz bir yavaşlık içinde ilerler.

On sekizinci saniyede dram sona erecektir.

Perdeye aktarılacak zaman düşünen adamın iç zamanıdır. 

Olağan zaman değildir, olağan zaman on sekiz gerçek saniyedir. Perdede izlenecek olaylar adamın hayallerinden oluşacaktır. Senaryonun tüm ilginçliği, betimlenen olayların gerçekte 18 saniyede geçmelerine karşın, betimlemelerinin perdeye yansıtılmasının bir ya da iki saat sürmesidir.

İzleyici, belli bir anda adamın kafasında art arda dizilen imglerin akışını görecektir.

Bu adam bir aktördür. Şöhrete, en azından belirli bir üne erişmek ve çoktandır sevdiği bir kadının aşkını kazanmak üzeredir.

Tuhaf bir hastalığa yakalanmıştır. Düşüncelerini düzenleme yetisini yitirmiştir; usu duruluğunu korumaktadır ama kafasında beliren bir düşünceye dış biçim veremez, yani düşüncelerini gereken devinim ve sözcüklerle anlatamaz olmuştur.

Gerekli sözcükleri bulamaz, biraraya getiremez bir durumda, kafasında dolanan imgeler dizisiyle baş başadır, çelişkili ve birbirleriyle ilişkisiz bir yığın imgeyle.

Bu durum, adamın başkalarının arasına karışmasına ve bir etkinlikte bulunmasına engeldir.

Adamı doktorda görürüz. Kollar kavuşuk, eller dışa kenetlidir. Doktor üzerinde dev gibi görünür. Doktor yargısını verir.

Adamı sokak lambasının altında durumunun ciddiyetini kavramış görürüz. Tanrıya lanet eder, düşünür: Tam da yaşamaya başladığım sırada başıma bunlar geldi! Tam da sevdiğim kadının aşkını kazanacağım sırada, ne kadar da zor vermişti kendisini.

Çok güzel, gizemli, yüzü katı görünüşlü ve içe dönük kadını görürüz.

Şatafatlı ışıklar içinde bir manzara, çiçekler.

Adamın ilenç belirten hareketi.

Ah! Keşke bir başkası olabilseydi! Akşamları gazeteleri satan ama usu bütünüyle yerinde, şu yoksul ve kambur gazete satıcısı olabilseydi, gerçekten uslamlayabilse, düşünebilse sonunda!

Gazete satıcısının sokaktaki kısa görüntüsü. Sonra odasında, sanki yeryüzü kütlesini taşıyormuşçasına kafası elleri arasında. Usu yerindedir gerçekten de. Şu adamın en azından usu yerindedir. Dünyayı ele geçirmeyi düşünür ve bir gün ele geçireceğine inanmakta haklıdır.

Çünkü ZEKÂSINI da kullanır. Varlığının olanaklarını tanımaz, her şeyi elde etmeyi umut eder: aşk, ün, iktidar. Ve beklerken sürdürür çalışmayı ve arayışını.

Gazete satıcısını penceresinin önünde devinirken görür: Kentler ayaklarının altında kımıldamakta ve titremektedir. Yeniden masasındadır. Kitaplarla. Parmağını uzatır. Havada bir yığın kadın. Birbiri üstüne yığılı melekler.

Yalnızca tüm öteki sorunlarının kaynağı temel sorunu çözebilseydi, dünyayı ele geçirmeyi umut edebilirdi...

Sorunu çözümlemese bile temel sorun nedir, nelerden oluşur hiç olmazsa saptayabilse, ortaya koyabilseydi...

Eee! Peki ya kamburu? O zaman kamburunu da aldırtabilirdi belki de.

Kristal bir bilyenin göbeğinde gazete satıcısını görürürüz. Rembrandt tarzı ışıklar. Göbekte ışıklı bir nokta. Bilye bir küreye dönüşür. Küre donuklaşır. Gazete satıcısı ortadan silinir ve bir şeytandan farksız, sırtında kamburuyla küreden çıkar.

İşte kayboldu sorunun peşinde. Dumanlı batakhanelerde görürüz onu, bilinmedik ereklerin düşlendiği toplulukların içinde. Ayinleri anımsatan toplulukların. İnsanlar ateşli söylevler çeker. Kambur bir masada dinlenir. Uyanık bir tavırla başını sallar. Toplulukların içinde bir kadın. Kambur tanır onu: Ta kendisi! diye haykırır: Hey! Tutuklayın onu! Casusluk ediyor, der. Kadın kaçar. Üstüne üşüşüp döverler kamburu, dışarı atarlar.

Ne yaptım? Onu ele verdim, oysa seviyorum onu! türünden sözcükler dökülür ağzından.

Kadını evinde görürüz. Babasının ayakları dibinde: Onu tanıdım. Deli o.

Aramayı sürdürürken daha ilerilere gider. Adamı bir yolda, bastonuyla görürüz. Sonra masasında, kitap karıştırırken, yakın planda bir kitap kapağı görülür: Kabbale. Birden kapı vurulur. Bir sürü adam içeri doluşur. Üstüne atılırlar. Deli gömleği giydirirler: deliler arasına götürülür. Gerçekten delirmiştir. Adamın demirlere saldıran görüntüsü. Temel sorunu bulacağım, diye haykırır, tüm öteki sorunların salkımdan sarkan meyveler gibi bağlı olduğu temel sorunu, ve o zaman:

Ne delilik kalmıştır, ne dünya, ne us, hiç ama hiçbir şey.

Ama bir devrim, hapishaneleri, tımarhaneleri siler süpürür, tımarhanelerin kapıları açılır: kurtulmuştur. Ah sen, gizemli kişi derler ona, bizimsin sen. Hepimizin efendisi, gel. Alçak gönüllülükle hayır, der onlara. Sürüklerler. Kralımız ol, derler, tahta çık. Titreye titreye tahta çıkar.

Geriye çekilirler, onu yalnız bırakırlar.

Bitimsiz sessizlik. Büyülü şaşkınlık. Birdenbire düşünür: Her şeyin efendisiyim, her şeyi elde edebilirim.

Her şeyi ele geçirebilir, evet, her şeyi usundan başka. Usuna bir türlü söz geçiremez.

Ama us dediğin nedir ki? Neden oluşur? İnsan yalnızca bedensel kişiliğine sahip olabilseydi. Tüm olanaklara sahip olmak, her şeyi ellerinle, bedeninle yapabilmek. Bu sırada, kitaplar masaya yığılır. Ve orada uyuyakalır.

Bu zihinsel düşün ortasında yeni bir Düş başlayacaktır.

Evet her şeyi yapabilmek, bir hatip, ressam, aktör olabilmek, evet, ama zaten aktör değil mi? Gerçekten de bir aktördür. İşte, işte kendini kamburuyla sahnede birlikte oynadığı sevgilisinin ayakları dibinde görür. Kamburu sahtedir: takma bir kamburdur. Sevgilisi de gerçek sevgilisi, yaşamdaki sevgilisidir.

Tıklım tıklım, görkemli bir salonda kralı locasında görürüz. Halbuki kral kişiliğini de oynayan kendisidir. Kraldır o, dinler ve kendini aynı zamanda sahnede görür. Kralın kamburu yoktur. Anlamıştır: sahnedeki kambur adam, karısını elinden alan, usunu çalan bir alçaktır, kendinin bir portresidir. Yerinden kalkar ve bağırır: Tutuklayın onu! Karışıklık. Büyük bir telaş. Aktörler ona seslenir. Karısı ona bağırır: Sen değilsin o, artık kamburun yok, seni tanımıyorum. Deli o! Ve aynı anda perdede iki kişiliğin birbiri içinde eridiğini görürüz. Tüm salon sütunları ve avizeleriyle sallanır. Sallantı gittikçe artar. Sallanan artalanda, yine sallanan hayaller geçmektedir, kral, gazete satıcısı, kambur, deli, tımarhane, kalabalıklar ve sonunda kendini yeniden sokak lambasının altında, sol elinde asılı saati, aynı biçimde bastonuyla oynarken bulur.

Hemen hemen on sekiz saniye geçmiştir; bir kere daha acınacak yazgısına dalıp gider, sonra duraksamadan, heyecansız, cebinden bir tabanca çıkarır ve şakağına bir kurşun sıkar.

1949 İlkbaharı

 

Gergedan Dergisi “Gerçeküstücülük Özel Sayısı”, Ağustos 1987, s. 49

 

Artaud, Sürrealizm 1924-2014