Stockholm’de Bir Gezinti ve Beklenmedik Karşılaşmalar

13/8/2014 / skopbülten / Necmi Sönmez

İki yıl önce Helsinki’de geçirdiğim Temmuz ayından sonra Kuzey Avrupa’ya adım atmamıştım. İskandinav ülkelerini ziyaret etmenin en güzel zamanının yaz olduğunu duymuştum. Birbirini takip eden süprizler sonucunda Stockholm’e geldiğimde Haziran sonuydu. Rüzgârlı bir havaya rağmen yakmayan güneşin aydınlattığı bu kentte, gündüzlerden çok geceler ilgimi çekmişti. Gece karanlığının çökmesi epeyce uzun sürdüğü için aydınlık bir havada ıssız sokaklarda bisikletle gezinirken çoğu kez kendimi bir Ingmar Bergman filmindeymiş gibi hissediyordum. Başkent olmasına rağmen bir metropol değildi Stockholm. Saat 20.00’den sonra sokakların, meydanların adeta fabrika vardiyası bitmişçesine boşalmasına alışmam mümkün olmadı. Kiraladığım bisiklet, Düsseldorf’ta kullandığımdan farklıydı. Selesinin bir tür yumuşak jelle doldurulmuş olması nedeniye adeta araba koltuğundaymış gibi hissediyordum kendimi. Düz yolda hız yapmam mümkün olduğu için, bilmediğim sokaklardan, meydanlardan, Kuzey Denizi’nin adeta Belçika danteli gibi işlenmiş bakımlı kıyılarından geçerken, sessizlik dikkatimi çekiyordu. Kentin göbeğinde bile ağaç yapraklarının hışırtısını, martıların mırıltılarını duymak garip bir tecrübeydi. Arada bir geçen tramvayların virajlarda çıkardığı iniltiler dışında kulağı tırmalayan bir sesin duyulmadığı Stockholm meydanlarında geceyarısından sonra zaman geçirmek ayrıcalıktı.

Bu yolculuğumda elbette adını, methini çok duyduğum Moderna Museet’i ziyaret etmeyi planlamıştım. Bu ziyareti müzenin geç saatlere kadar açık olduğu bir Cuma gününe denk getirdim. Şehir merkezinden kısa bir sürede ulaşılan, bir ada üzerinde kurulu olan müzenin ana girişini bulmam kolay olmadı. Picasso heykellerinin olduğu alanda bisikletimi sürüklemeye başladığımda, girişin uzağında olduğumu anlamıştım. Neyseki sorunsuzca bisiklet park yerini buldum.

 

Marcel Duchamp’ın Araladığı Kapılar

Sanat Dünyamız dergisine hazırlamış olduğum Sürrealizm özel dosyaları için çalışırken sürekli karşılaştığım Marcel Duchamp, Moderna Museet koleksiyonunda detaylı olarak temsil edilen sanatçılardan biri olduğu için öncelikle “Marcel Duchamp ve Sürrealizm”[1] sergisini gezmeyi istiyordum. Görevli, müzenin bu kısmının Cuma akşamları kapalı olduğunu söylediğinde adeta başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Bunu uygun bir dille protesto ettiğimde başka bir görevli geldi. Kendisine Duchamp’ın “Büyük Cam”ını görmek istediğimi, müze ziyaretimin temel nedeninin bu olduğunu, bu eseri mutlaka görmem gerektiğini söyleyince, bir dakika lütfen deyip ayrıldı. Biraz sonra müze müdürü Daniel Birnbaum’la birlikte geldi! Birnbaum bana dönerek Almanca olarak “Madem ki bu kadar istiyorsunuz, sizin için kapalı olan bölümü açtıracağım, beş dakika vaktiniz var. Ta İstanbul’dan geldiğiniz için,” dedi. Afallamıştım.

 

Daniel Birnbaum, Marcel Duchamp odasını açtırırken

 

Daniel Birnbaum, Moderna Museet 

 

Marcel Duchamp, Edisyon ve Replikler Moderna Museet Koleksiyonu

 

Görevlilerle beraber müzenin o bölümüne doğru ilerlerken, gözüm onun çimen yeşili Nike ayakkabılarına takıldı. “Ne kadar şanslısınız,” dedi Herr Birnbaum, “Bugün müzede açılış olduğu için buradayım. Büyük Cam’ın olduğu bölümü sadece gün içi saatlerde ziyarete açık tutabiliyoruz.” İki bekçi önde biz arkada ilerliyorduk. Şakır şukur güvenlik kapıları açılmaya başlandı. Herr Birnbaum beni Büyük Cam’ın olduğu odaya kadar götürdükten sonra, sordu, “Neden bu kadar görmek istiyorsunuz bu replikayı?” Ona, doktoram sırasında aylarca hakkında ders aldığım bu eseri anlamaya çok çaba harcamama rağmen başaramadığımı itiraf ettim. Belki orijinalini görürsem birkaç detayın yardımıyla belleğimdeki parçaları biraraya getirebilirim dedim. Yıllar önce Pontus Hulten’e da aynı itirafta bulunmuştum, “herhalde kusur bende gerçekten anlayamıyorum, sanki bir bilmece gibi,” dedim. Laf lafı açtı, Pontus Hulten, Harald Szeemann derken açılışı yapılacak serginin konuşmalarında olmak için mekândan ayrılmamız gerekiyordu. Ben Büyük Cam’ın önünden ve arkasından fotoğraf çekmeye başlayınca, Herr Birnbaum bana, kırık olan ve Marcel Duchamp tarafından olduğu gibi bırakılan yerleri gösteriyordu. Onların da fotoğrafını çektim. Ne kadar ağırdan da alsam çıkışa doğru gelmiştik artık. Birkaç multiple (“Comb ou Peigne”,[2] 1916-1963, “Underwood”[3] 1916-1964) çalışmasının yanından geçerken kendimi tutamayıp, “bunlar Arturo Schwarz’ın edisyonları mı?” diye sorunca, “Hayır,” dedi Herr Birnbaum, “Bunları Ulf Linde Duchamp’ın kontrolüyle üretmiştir.” Cahilliğimden utandığım için başımı önüme eğdim. Evet, Ulf Linde ismini duymuştum. 1963 yılında Moderna Museet’te Duchamp retrospektifi yapılırken, aktif olarak çalışmış, “Büyük Cam”ı da bir replika olarak sanatçının gözetiminde kendisi üretmişti. Birden aklıma yarı Fransızca, yarı İngilizce tercümeleriyle birbiri içine girmiş şekilde Marcel Duchamp’ın eserlerini çalıştığımız derslerim geldi. Bizim enstitünün profesörleri sevmezdi Duchamp’ı. O yüzden pek az seminer yapılırdı hakkında. 1999’da şeytanın bacağı kırılmıştı. Frankfurt’ta Sanat Tarihi Enstitüsü’ne yeni profesör olan Stefan Germer her öğrencisine özel bir alan seçip okuması gereken kitapların listesini vermeye başlamıştı. Benim şansıma Duchamp çıkmıştı. Bir yıl boyunca Duchamp üzerine yazılanların özetini kendisiyle direkt olarak tartışma imkânım olmuştu. Duchamp resepsiyonunu eksiklerime rağmen biliyordum, yavaş yavaş kavradığımı da duyumsuyordum. Ama Fransız felsefesinin soyut içerikleriyle donanmış detaylar arasında kendimi kaybolmuş hissediyorum. Moderna Museet’te bir yandan fotoğraf çekerken, bir yandan okuduklarım aklıma gelmeye başlamıştı. En çok Arturo Schwarz’ın bir Duchamp kitabına yazdığı önsözü severdim: The Complete Works of Marcel Duchamp, New York 1969. Yıllar, yıllar sonra, 2011 yılında bu kitabı Brooklyn’de birçok kitapla beraber bir kaldırım taşının üstünde gördüğümde rüyada olduğumu sanmıştım. Kısa zaman çok hızlı geçti. Görevli kapıları kilitlerken Herr Birnbaum ile sergi açılışının olacağı bölüme doğru ilerledik. Bana ayırdığı zaman nedeniyle açılıştan uzak kalmıştı.

 

Kolonyal Düşünce Modellerinin Aşılması

Bir tür teşekkür olarak ben de, Benin’li sanatçı Georges Adéagbo’nun (1942, Cotonou-Benin) kişisel sergisindeki açılışında son dakikaya kadar bulundum. Konuşmalarını dinledim. Bu Afrikalı sanatçı, müze koleksiyonundan edindiği izlenimlerle oldukça kapsamlı bir yerleştirme gerçekleştirmişti.[4] Kültürlerarası ilişkilerde Doğu-Batı sorununa Afrika perspektifinden bakan Adéagbo, direkt olarak sanatsal bir üretimde bulunmuyordu. Sergide yer alan levhalar ve resimler, Benin’deki yerel tabelacılar, reklam panosu boyayan ustalar tarafından gerçekleştirmişti. Sanatçının bir tür Ready-Made estetiğine dayanarak oluşturduğu çalışmalarının tamamı, eskici dükkânlarından, bitpazarlarından, sokaklardan toplanmış nesnelerden oluşuyordu. Yer yer gerçeküstücü eğilimlere de sahip olan bu yerleştirmelere bakarken ister istemez Marcel Duchamp’ın aydınlattığı yolu düşündüm. Avrupa ve Amerika için tarihsel bir süreç olan bu eğilim Afrika’da yeni yorumlanıyordu. Sanat Tarihi’nin sadece beyaz ırk ve Avrupa merkeziyetçi yaklaşımını eleştiren Georges Adéagbo’nun felsefesi, güncel sanatın üzerindeki baskıcı yaklaşımın kalkmasından yanaydı. Sergi açılışında yaptığı konuşmada sanatçı büyük bir açıkyüreklilikle, yaptığının sanat olup olmadığının tartışılabileceğine vurgu yaparken, kolonyalizmin yüzyıllardan beri oluşturduğu baskı sistemini eleştiriyordu. Sanatçının bizzat kendi açıklamalarını dinlemek, güncel Afrika sanatı hakkındaki bilgisizliğimi adeta yüzüme vuruyordu. Serginin anlatım yüklü karakterinin en önemli özelliklerinden biri de, müze koleksiyonunda yer alan sanat eserleri ve onların arka planlarında kalan hikâyelere, kişilere eğilmesiydi.

 

Georges Adéagbo, Moderna Museet

 

Moderna Museet, efsanevi sanat tarihçisi Pontus Hulten tarafından 1958’de kurulduğundan beri çağdaş sanatın Avrupa kıtasındaki en önemli savunucu kurumlarından biri olarak önemli bir konuma sahiptir. Müze koleksiyonundaki eserler, kurumun, Pop Art, minimalizm başta olmak üzere birçok akımın önemli temsilcilerini erkenden sergilediğinin göstergesi. Bu etkileyici konumu koruyabilmek için çaba harcayan Moderna Museet, sadece görsel sanatlar alanında değil, mimarlık ve mimarlık tarihi alanlarında da son derece önemli bir koleksiyona sahip. Müzenin etrafındaki yeşil alanda bulunan açık hava heykelleri de oldukça etkileyici.

Georges Adéagbo sergisinin yanı sıra müzede ünlü İsveçli Modernist ressam Nils Dardel’in (1884-1943) retrospektif sergisi yer alıyordu. 28 Haziran akşamında saatime baktığımda müzenin kapanmasına iki buçuk saat kala, önemli bir karar vermem gerektiğini düşündüm. Ya müze koleksiyonunu gezecek, ya da Dardel retrospektifinde kalan zamanımı geçirecektim. Benim tercihim, koleksiyondan yana oldu. Her müzenin ayrı bir Sanat Tarihi yorumu vardır. Merkez Avrupa’daki müzeler ansiklopedik gelişmelere ağırlık verirken, modernist eğilimlerin şekillendiği metropoller dışında kalan bölgelerdeki koleksiyonlar daha farklı bir tarihsel yorum yaparlar. Stockholm, hiç kuşkusuz Paris, Berlin ve Londra ile karşılaştırıldığında farklı bir yere sahiptir. Diğer müzelerin tersine İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulması nedeniyle 1950’lerin ardından gelen zamana yoğunlaşan Moderna Museet’te, fotoğraf, film, sahne dekoru gibi alanların da en az resim, heykel teknikleriyle birarada değerlendirilmesi önemli bir tecrübeydi. Özellikle Dada ve sürrealist akımın şiir, tiyatro, bale alanlarındaki etkinliklerinin önplana çıktığı çalışmalar Moderna Museet koleksiyonunda göze çarpıyordu. Bu yaklaşımın dikkat çeken özelliği, soyut-figüratif, anlatımcı-kavramsal karşıtlıklarına gidilmeden tarihsel bir gelişim çizgisi içinde sıra dışı çalışmaların ortaya çıkmasıydı. Video çalışmalarının ayrı ve etkileyici bir sunumla izleyicilere gösterilmesinin yanı sıra güncel sanatın farklı eğilimleri de koleksiyona katılmıştı. Koreli sanatçı Haugue Yang’ın geçen documenta’da gördüğümüz çalışmalarıyla burada karşılaşmak ilginçti. Aynı zamanda, adı son zamanlarda sık sık duyulan Norveçli sanatçı Matias Faldbekken’in büyük boyutlu bir heykeli, Moderna Museet’in farklı eğilimlere sahip güncel sanatçıları yakından takip ettiğinin göstergesiydi. Her koleksiyonda boy gösteren Liam Gillick, Elmgreen&Dragset, Carsten Holler gibi uluslararası sanatçıların çalışmalarıyla da karşılaşıp, Afrika, Ortadoğu ve Asya bölgelerinden yok denecek kadar az sanatçının gösterilmesi olgusuyla yüzleştiğimde pek şaşırmadım doğrusu. Burası ne de olsa Avrupamerkezci sanat tarihi yorumunun taçlandırıldığı bir mekândı.

 

Haugue Yang, Moderna Museet

 

Tekrar saatime baktığımda müzenin kapanmasına az bir zaman kaldığını gördüm. Zaten farkında olmadan dört buçuk saat geçirdiğim müze beni yormamıştı. Sadece kısa bir molaya ihtiyacım olduğunu hissettim. Ana salonların kepenkleri indiğinde müzenin restoran bölümüne ilerledim. Orası daha uzun süre açıktır diye düşünüyordum. Filtre kahve ve sandviçten oluşan menü beni adeta tekrar canladırdı. Bisikletimin olduğu yere doğru ilerlerken Kosulth, Dan Graham, Per Kirkeby gibi sanatçıların açık havadaki heykellerinin etrafında yürüdüm. Yolumu uzattığımın farkındaydım. Ama gecenin epeyce ilerlemesine rağmen hava hâlâ kararmamıştı. Müzenin ana girişindeki Calder heykelleri (“The Four Elements”, 1961) etrafından bisikletimle iki tur attıktan sonra yanlışlıkla girdiğim Picasso’nun beton heykel grubuna (“Le Déjeuner sur l'herbe”, 1962) yakınlaştım. Bu defa bisikletten inip adeta kartondan kesilmiş izlenimini verecek kadar pespektiften arındırılmış bu heykellerin arka taraflarına da bakarak turumu tamamladım.

 

Gecenin Büyüsü

Vakit gece yarısına geliyordu ki, Moderna Museet’in bulunduğu Skeppsholmen adasından bisikletle ayrıldım. Az sonra limana varacak, İbsen ve Strindberg oyunlarının skandallar yarattığı Kraliyet Dram Tiyatrosu’nun önünden geçecektim. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda ufuk çizgisinin o zamana dek görmediğim bir maviyle kaplandığını fark ettim. Artık sokaklarda hiç kimse kalmamıştı. Yorgun olmadığımı anlayınca, başka bir adaya, Gamla Stan’a sürdüm bisikletimi. Kentin bu turistik bölgesini hayranı olduğum Demir Özlü’nün öykülerinden az çok tanıyordum. Kraliyet Sarayı, Nobel Müzesi ve diğer resmi kurumların olduğu bu adacıkta Stampen Jazz Klübü’nü aramaya başladım. Bildiğimden değil, sadece Demir Özlü’nün şimdi hatırlayamadığım bir öyküsünde geçtiğinden aklımda kalmıştı. Bir polisten rica edince tarif etti. Kapısına dayandığımda açık olduğunu gördüm. Vitrinden baktım. İçeriye girmek içimden gelmedi. Sadece bisikletin üstünde gecenin kalan zamanını geçirmek istiyordum.

 

lebriz.com

 



[4] http://www.modernamuseet.se/en/stockholm/

Erişim tarihi: 19.7.2014.

çağdaş sanat, Duchamp