Sibernetik Yönetimsellik

 

 

Ekonomi politiğin sanayi devletleri çerçevesinde yönetilebilir bir homo economicus üretmiş olması gibi, sibernetik de şimdi kendi insanlığını üretiyor. Teknolojik çevresinden ayrılamayan, çünkü onunla oluşturulmuş ve onunla güdülenen bir insanlık. Artık devletin hedefi bu: insan ya da çıkarları değil, “sosyal çevresi”. Modeli akıllı kent olan bir çevre. Akıllı, çünkü sensörleri aracılığıyla, gerçek zamanda işlenerek kendi kendini yönetmeyi mümkün kılan enformasyonlar üretiyor. Akıllı, çünkü akıllı sakinler tarafından üretiliyor ve akıllı sakinler üretiyor. Ekonomi politik, insanları çıkarlarının peşinde koşmakta serbest bırakarak hüküm sürüyordu, sibernetikse onları iletişim kurmakta serbest bırakarak denetliyor.

Arabaların, buzdolaplarının, saatlerin, elektrik süpürgelerinin ve dildoların doğrudan birbirine ve ağa bağlandığı, birbiriyle tamamen bağlantılı insanlardan ve nesnelerden oluşan bir dünya öngören fütüristik vaatlerin ardında, şimdiden yaşanan bir şey var: Çokbağlantılı sensörlerin âlâsı çoktan devrede – ben. “Ben”, konumumu, ruh halimi, fikirlerimi, bugün gördüğüm müthiş ya da müthiş banal şeyle ilgili yorumumu paylaşıyorum. Koştum mu, derhal izlediğim güzergâhı, ne kadar süre koştuğumu, performansımla ilgili rakamları ve bunlar hakkındaki değerlendirmemi paylaşıyorum. Ne zaman tatile çıksam fotoğraflarımı paylaşıyorum; akşamlarımın, isyanlarımın, iş arkadaşlarımın, yiyeceğim yemeğin ve yatacağım kişinin fotoğraflarını paylaşıyorum. Görünürde fazla bir şey yaptığım yok, ama düzenli bir veri akışı sağlıyorum.

Şahsi bilgilerin hararetle depolanması, bütün nüfusun kişisel bilgilerini kayıt altına alma arzusundan kaynaklanmıyor. Gözetimcilerin her kişinin özel hayatına girmesinin ardındaki saik, herkes için birer dosya oluşturmak değil, sayısal açıdan anlam teşkil eden devasa veribankaları oluşturmak. “Profiller” çokluğunda, bireylerin ortak karakteristikleri ile işaret ettikleri olası gelişmeler arasında bağıntı kurmak daha verimlidir. Profiller, “etkinlikler” ve sanallıklar için gözetim tekniklerini kullanmanın avantajı, istatistiksel varlıkların rahatsızlık duymayacak olması ve kişilerin de kendilerini hâlâ –en azından şahsi olarak– denetlenmiyor gibi hissedebilmeleridir.

Sibernetik yönetimsellik çoktandır yepyeni bir mantıkla işliyor olsa da, ona tabi olanlar hâlâ eski paradigmaya bağlı olduklarını düşünüyorlar. “Kişisel” verilerimizin, tıpkı arabalarımız ya da ayakkabılarımız gibi bize ait olduğuna inanıyoruz ve Google’ın, Facebook’un, Apple’ın, Amazon’un ya da polisin onlara erişmesine izin verirken “bireysel özgürlüğümüzü” kullandığımızı düşünüyoruz. Ama bu yaptığımızın, böyle bir şeye izin vermeyen ve normdan saptıkları için potansiyel suçlu muamelesi görecek kişiler üzerindeki olumsuz sonuçlarını dikkate almıyoruz. The New Digital Age kitabının yazarları Jared Cohen ve Eric Shmidt[1] şöyle diyor:

 

Elbette teknolojiyi benimsemeye ve kullanmaya direnenler olacaktır; sanal profillerle, çevrimiçi veri sistemleriyle ya da akıllı telefonlarla işi olmasını istemeyen insanlar olacaktır. Ama bir hükümet, bu imkânlardan yararlanmayan insanların saklayacak bir şeyleri olduğundan, dolayısıyla kanunlara aykırı davrandıklarından şüphelenebilir; o zaman bu hükümet, terörizmle mücadele önlemi olarak, bir ‘gizli insanlar’ listesi oluşturabilir. Şayet kayıtlı hiçbir sosyal ağ profiliniz veya abone kimliğiniz yoksa, internette sizi bulmak çok zorsa, bu listeye girmeye aday olabilirsiniz.

 

Dolayısıyla, güvenlik hizmetleri, bir Facebook profilini onun arkasına saklandığı varsayılan kişiden daha güvenilir buluyor. Bu da, “sanal” ile “gerçek” arasındaki geçirgenliğin bir işareti. Dünyanın büyük bir hızla veriye dökülmesi, çevrimiçi dünya ile gerçek dünyanın, siber-uzay ile gerçekliğin ayrı şeyler olduğu fikrini gittikçe daha da anlamsız hale getiriyor. Son birkaç yıldır, bağlantılı cihazların insanların gündelik hayatlarını istila etmesi karşısında çeşitli hayatta kalma refleksleri ortaya çıktı. Mesela, sırf teknolojik nesnelere ne kadar bağımlı olduklarını görmeleri ve gerçeklikle “hakiki” bir teması yeniden yaşamaları için insanlar ara ara (haftada bir, haftasonları veya ayda bir) bağlantıyı koparmaya teşvik ediliyor. Tabii bunların hepsinin boş olduğu görüldü. İnsanın sahilde, akıllı telefonu olmadan ailesiyle baş başa geçirdiği hoş bir haftasonu, her şeyden önce, “bir kopukluk deneyimi” olarak yaşanıyor: derhal ileri sarılarak, internetten paylaşılacağı yeniden bağlanma ânına götürülen bir deneyim.

 

 

 

Ancak sonunda, Batılı insanın bütün o aygıtlar, sanal kopyalar kompleksi içinde nesneleştirilen dünyayla kurduğu soyut ilişkiyle birlikte, mevcudiyete giden yol da paradoksal biçimde yeniden açılacak. Kendimizi her şeyden uzaklaştırmakla, kendi uzaklığımıza bile uzaklaşmış olacağız. Teknoloji sağanağı, sonunda bir asma dalının çıplak, pikselsiz varoluşundan etkilenme kabiliyetimizi geri verecek bize. Gerçeklikle aramıza giren envai çeşit ekrandan sonra, duyulur dünyadaki eşsiz bir titreşimi ve orada olanlar karşısındaki hayretimizi geri kazanacağız. Bizimle hiçbir ilgisi olmayan ve sonradan dalga geçebilsinler diye bizi “beğenen” yüzlerce Facebook arkadaşından sonra, dostluğun kadim zevkini yeniden keşfedeceğiz.

İnsanı aratmayacak bilgisayarlar yaratmayı başaramayınca, insan deneyimini dijital modellemesinden ayırt edilemeyecek kadar fukaralaştırma yoluna gittiler. Sosyal medyada var olmanın arzu edilir olması için nasıl bir insan çölü yaratılması gerektiğini hayal edebiliyor musunuz?

Devrimciler için hâlâ bir kör nokta olan meşhur “teknoloji hakkındaki sorun” bu noktada devreye giriyor. Marksistlerin ve post-Marksistlerin büyük çoğunluğu, “insanı özgürleştiren teknoloji” fikrine bağlılıklarıyla, köklerinden gelen hegemonya eğilimini beslemeyi sürdürüyor; anarşist ve post-anarşistlerin büyük bir kısmı ise genellikle “teknolojiye” düşman bir tavır benimsiyor. Siborg fanatiği, ‘ağa bağlı çokluklar’ın yapacağı elektronik devrimin savunucusu Negricilerin karşısında, ilerleme eleştirisini ve “teknoloji uygarlığının felaketleri”ni kazançlı bir yazın türüne dönüştüren, insanın kendi köşesinde hiçbir devrimci imkân tasavvur etmese de en azından rahat yaşayacağı bir niş ideolojisine çevirenler var. Teknoloji düşkünlüğü ile teknoloji düşmanlığı, temel bir yanılgı etrafında birbirine bağlanan kötü bir çift oluşturuyor: “teknik olan” diye bir şeyin var olduğu yanılgısı. Sanki insanın hayatında teknik olan ile olmayan ayrılabilirmiş gibi. İşin aslı, bu ikisi ayrılamaz.

 

 

 

Bunu görmek için, bir insanın doğduğu anda ne kadar eksik bir varlık olduğuna ve dünyada kendi kendine hareket etmesi, konuşması, dünyayla ilişkisinin karmaşık bir hazırlık sürecinin sonucu olduğunu anlaması için ne kadar uzun zaman geçmesi gerektiğine bakmak yeter. İnsanın dünyayla ilişkisi, doğal bir uyumlanmaya dayanmadığı için, özünde yapaydır – Yunanca ifadesiyle söylersek teknik’tir. Her bir insan dünyası tekniklerin belirli bir biçimde yapılanmasından oluşur: yemek pişirme teknikleri, mimari, müzik, maneviyat, bilgi teknikleri, tarım, erotizm, savaş teknikleri vs. vs. İşte bu nedenle insanın türe özgü bir özü yoktur, çünkü sadece tekil teknikler vardır ve her teknik bir dünyayı yapılandırır, böylelikle dünyayla belli bir ilişkiyi, belli bir yaşam biçimini somutlaştırır. Dolayısıyla insan bir yaşam biçimini “inşa” etmez; sadece örneklere bakarak, alıştırma veya çıraklık yaparak teknikleri içselleştirir. Aşina olduğumuz dünyanın bize “teknik” görünmemesinin nedeni de budur, zira onu yapılandıran beceriler kümesini çoktan kanıksamışızdır. Bize yapay görünen şeyler genelde aşina olmadıklarımızdır. Dolayısıyla, dünyamızın teknik niteliğinin ancak iki koşulda farkına varırız: bir icat ya da bir “arıza” halinde. Ancak yeni bir icatla karşılaştığımızda ya da aşina olduğumuz bir şey hayatımızdan çıktığında, kırıldığında ya da bozulduğunda, doğal bir dünyada yaşadığımız yanılsaması çöker.

Teknikler, bir tür-varlığı olarak İnsan’ın, özünde hiçbir değişiklik olmaksızın alıp kullanabileceği eşdeğerli araçlardan ibaret değildir. Her araç dünyayla belirli bir ilişki biçimini yapılandırır ve somutlaştırır; ne bu şekilde biçimlendirilmiş dünyalar ne de o dünyalarda yaşayan insanlar birbirinin eşdeğerlisidir. Aynı sebeple, bu dünyalar arasında bir hiyerarşi de kurulamaz. Kimi dünyaları diğerlerinden daha “gelişmiş” kılan hiçbir özellik yoktur. Bunlar sadece farklı dünyalardır, her biri kendi imkânlarına ve kendi geçmişine sahiptir. Dünyalar arasında hiyerarşi kurmak için bir ölçütün devreye sokulması gerekir, farklı teknikleri sınıflandırmayı mümkün kılacak örtük bir ölçüt.

İlerleme söz konusu olduğunda, bu ölçüt basittir: tekniklerin niceliğe dökülebilir verimliliği. Bu, her tekniğin ne tür bir etik boyut içerebileceğini, nasıl bir hissedilebilir dünya yaratabileceğini dikkate almayan bir ölçüttür. İşte bu yüzden her ilerleme kapitalist ilerlemedir, ve kapitalizm de dünyaları yıkan kesintisiz bir süreçtir.

Çağımızın kâbusu, “teknik çağı” değil, “teknoloji çağı” olmasından kaynaklanır. Teknoloji, insanların farklı kurucu tekniklerine el koyma sürecidir. Teknoloji, en etkili tekniklerin sistemleştirilmesi, böylece dünyaların ve dünyayla ilişkilerin tesviye edilmesidir. Tekno-loji, durmaksızın maddi gerçekliğe yansıtılan, teknikler hakkında bir söylemdir. Şenlik ideolojisinin gerçek şenliğin ölümü olması gibi, karşılaşma ideolojisinin biraraya gelmenin fiilî imkânsızlığı olması gibi, teknoloji de tek tek bütün tekniklerin etkisiz kılınmasıdır. Bu anlamda kapitalizm özünde teknolojiktir; en verimli tekniklerin kârlı bir düzenlemeyle bir sisteme sokulmasıdır.

 

Görünmez Komite’nin To Our Friends başlıklı son kitabında yer alan “Fuck Off, Google”  başlıklı bölümden seçilmiş pasajlar.

 



[1] Jared Cohen, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda terörizmle ve radikal hareketlerle mücadele danışmanı olarak çalıştı. 2010 yılından beri Google bünyesindeki düşünce kuruluşu Google Ideas’ın yöneticisi. Eric Schmidt, Google’ın CEO’su – ç.n.   

ağ toplumu, Görünmez Komite