Sessizliğin Hükümranlığı: Manet Üzerine

Manet, "Olympia", 1863.

 

Manet isminin sanat tarihinde ayrı bir yeri vardır. O sadece çok büyük bir ressam değildir; kendinden önceki ressamlarla bağını koparmış; bugün içinde yaşadığımız dönemi, bugünün dünyasının, bizim dünyamızın dönemini başlatmış; kendi dünyasında ise infial uyandırmıştır. Manet’nin resminin yarattığı ani değişimi, o keskin altüst oluşu, yanıltıcı olmasa devrim kelimesiyle tarif edebilirdik: Bu resmin ifade ettiği bakış açısı değişimi, siyaset tarihinin kaydettiği devrimlerden büyük ölçüde farklıdır.

Manet’yi zamanının diğer ressamlarından ayıran farkı iki noktada özetleyebiliriz.

Birincisi, bir Manet tuvali, tabiatı gereği, o dönemde bir resmin olması beklenen her şeyle çelişiyordu. Dönemin eleştirmenlerinden Duranty, 1870 tarihli bir yazısında bu durumu şöyle ifade ediyordu: “Her sergide, onlarca salon içinde diğer bütün resimlerden ayrıksı duran tek bir resim oluyor ve bu her seferinde bir Manet oluyor. İnsanın içinden gülmek geliyor, zira birbirine benzeyen her şeyin arasında farklı olan tek bir şey gördüğünüzde tuhaf bir etki oluşuyor.”

İkinci nokta da en az bunun kadar çarpıcı. Kamunun beğenisi ile, değişen güzellik kalıpları –ki sanat bunları sürekli yeniler– arasındaki uyuşmazlık, Manet’den önce hiçbir dönemde o kadar keskin olmamıştı. Gazap günlerini Manet başlattı ve o zamandan beri halk, güzelliği değiştiren her yeniliği taşkın alaylarla ve küçümsemeyle karşılıyor. Elbette ondan önce de ressamların infial uyandırdığı oluyordu; romantizm, klasik beğeninin görece bütünlüğünü bir hamlede yıkmıştı; Delacroix, Courbet, hatta bütün o klasizmine rağmen Ingres, kahkahayla karşılanmıştı. Gelgelelim, Olympia’yı bekleyen kahkahaların eşi benzeri yoktu; kalabalıkların, karşısında neredeyse kendilerini kaybettiği ilk başyapıt olacaktı o.


 

Heykeltıraş, şair ve eleştirmen Zucharie Astruc (sağ; Manet 1866, detay) ve romancı Emile Zola (sol; Manet 1868), 1860’ların ortalarında sanat izleyicilerinin, eleştirmenlerin ve akademililerin ağız birliği ederek aforoz ettiği Manet’yi savunmuşlardı. 1865’te "Olympia" sergilendiğinde Manet’nin adı etrafında kopan fırtınaya meydan okuyan Zola, soğukkanlılıkla, geleceği bildirircesine şöyle yazmıştı: “Mösyö Manet’nin yeri Louvre’dur”.

 

Manet, temelleri yavaş yavaş yıkılmakta olan bir dünyanın değişmesine katkıda bulundu. Tanrının kiliselerinde ve kralların saraylarında tesis edilmiş bir dünyaydı bu. O güne dek sanatın görevi, insanlığı birleştiren ezici, karşı çıkılmaz bir haşmeti ifade etmekti. Ama o haşmetten geriye, bir zanaatkârın hizmet etmekle yükümlü olacağı hiçbir şey kalmamıştı artık. Vaktiyle birer zanaatkâr olan edebiyatçı, heykeltıraş ve ressamların, bundan böyle kendileri dışında ifade edecek hiçbir şeyleri olmayacaktı; kendi kendilerinin hükümdarıydılar. Ne idüğü belirsiz “sanatçı” vasfı, hem yeni keşfedilmiş bir itibarı, hem de altı doldurulması zor bir iddiayı tanımlıyordu. Sonuçta çoğu sanatçı, kendini önemsemekten başı dönmüş, kibir ve hırsla kendini şişirmiş bir zanaatkârdan ibaret değil miydi? Her türlü kısıtlamadan, ve mutlak gücü elinde tutan efendilerinin talimatlarına uyma zorunluluğundan kurtulan sanatçı, şimdi iddiasının hakkını verecek kadar yetenekli olmadığının anlaşılması tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Geçmişte sanat, iki hükümran formun, ilahiyatın ve kraliyetin (ki çok eski zamanlarda ikisi birbirine karıştırılırdı) ifadesiydi. Manet’nin resimde yaratacağı değişimin arifesinde bu formlar çoktan bozulmuş, neredeyse anlamsız hale gelmişlerdi ve boşuna kalabalık ediyorlardı. Bu anlamsızlık, hiç tartışmasız boyun eğilecek kadar büyük, gerçek manada haşmetli bir şey tasavvur edemeyen burjuva düşüncesinin hâkimiyetiyle bağlantılıydı. Sonuçta bir form keşmekeşi çıkmıştı ortaya: Türlü olanaklara açıktı bu keşmekeş, ama artık haşmete inanma gücü olmayan bir dünyada haşmetin şeklî kalıntılarını yadsımaya da yanaşmıyordu.  

Dışardan bahşedilen geleneksel haşmete dayalı formlardan bağımsız, tartışmasız bir gerçekliği keşfetmek gerekiyordu: hükümranlığı o devasa fayda makinesine bir yalanla diz çöktürülemeyecek bir gerçeklik.


 

Manet, “Maximilan’ın İnfazı”, 1868-89. Kunsthalle Mannheim.

 

İşte o hükümranlık, ancak sanatın sessizliğinde bulunmuştu. Bugün hükümranlık ve haşmet, artık saraylar veya tapınaklar kuramayan günümüzün formlarında kendini gösteremez; Malraux’nun Cézanne’ın elmalarında gördüğü, Olympia’da zuhur etmiş olan ve Maximilian’ın İnfazı’na büyüklüğünü veren o "gizli kraliyet"te belirebilir ancak. Bu kraliyet, şu ya da bu imgeden doğmaz; resmini dönüştüren ve yine resmiyle ifade edeceği o sessizliğin hükümranlığına kendi iç dünyasının derinliklerinde ulaşan ressamın tutkusundan doğar. Çünkü resim bundan böyle, nesneleri, nesnelerin imgelerini, burjuva donukluğuna teslim olmuş bir dünyadan çekip alma sanatıdır.

André Malraux bunu teslim eden ilk kişidir: Çağımızın inşa ettiği yegâne katedral, müzelerimizdeki modern resimlerdir. Ama bu özünde gizli bir katedraldir. Bugün kutsal olan şey duyurulamaz; kutsal olan artık sessizdir. Dünyamız artık sadece içsel bir dönüşümü bilebilir, sessiz ve bir bakıma negatif. Onun hakkında konuşmak mümkündür, ama bu, mutlak bir sessizlik hakkında konuşmak olur.

 

Georges Bataille’ın Manet üzerine kitabından seçilmiş pasajların çevirisidir. Kaynaklar: Bataille, Manet: Biographical and Critical Study, çev. Austryn Wainhouse ve James Emmons, s. 17-58 arası; Bataille, l'Œuvres complètes IX, s. 115-116; 120; 126; 134, 135.

Manet, Modernizm